Timaş Yayınlarından çıkan Haminne’nin Suret Aynası adlı eseri okumam ile birlikte yeni bir âleme adımımı atmış oldum. “Her insan bir âlemdir” sırrınca bu âlem, kitabın yazarı merhume Münevver Ayaşlı’nın mana zenginlikleri, iç güzellikleri, doğruluk, dürüstlük ve mertlik dolu âlemidir.
Yazar ile ilk defa bu kitap vasıtası ile tanışmış oldum. Kitaptaki o samimiyeti, o içtenliği gördükçe yazarına karşı muhabbet duymaya başladım. Sayfa sayfa, satır satır onun iyi niyetine, güzel duygularına şahit oldum. Bu eser; bir roman, bir hikâye değildi ama okuyanı kendisine çeken bir atmosferi vardı. Bunda yazarın mana zenginliğinin yanı sıra eserin şiir gibi güzel ve akıcı bir üslupla yazılmış olmasının da payı büyüktür.
Yazarın sıcak üslubunda tipik bir Rumelili olmasının etkisi var
Yazar 1906 Selanik doğumlu bir Rumelilidir. Zannedersem yazarın sıcak üslubunda tipik bir Rumelili olmasının etkisi vardır. Onun lafını esirgemeyen dobra anlatımının arka planında da yine memleketinin izlerini görürüz.
Eserde anlatılan bazı detaylarda Rumeli türkülerindeki gibi bir hüzünle karşılaşırız. Kitaptaki hanedan mensuplarının acı hikâyeleri okuyucunun burnunu sızlatıcı niteliktedir. Sultan Vahidettin’in küçük kızı Sabiha Sultan’ın çoluğuyla çocuğuyla vatanından sürülme hikâyesi bunlardan birisidir. Münevver Ayaşlı’nın anlattığına göre Sabiha Sultan’ı ziyaret ettiğinde Sultan kendisine, vatanından ayrılmadan önce en son Selimiye Camii’nin minarelerini gördüğünü ve o minareleri ömrü boyunca unutamadığını söylemiştir.
Aristokrat görüntüsünün arkasında bir derviş yüreği gizlenmekte
1999 yılında vefat eden yazar, ömrünü İstanbul’da seçkin bir muhitte geçirmiştir. Asil bir ailede doğmasına, asil bir aileye gelin gitmesine ve seçkin bir muhitte kalburüstü dediğimiz kimselerle muhatap olmasına rağmen yazar tevazuunu hiçbir zaman yitirmemiştir. Kelimenin tam anlamıyla bir İstanbul hanımefendisidir.
Bir yalıda yaşaması, Fransızca bilmesi, dünya edebiyatının güncel eserlerini takip etmesi ve çevresindeki kişilerin şairler, yazarlar, ressamlar ve devlet adamları olması yazarın biraz aristokrat bir tip olarak anlaşılmasına sebebiyet verse de aslında o görüntünün arkasında güzel bir derviş yüreği gizlenmektedir.
Onun Mevlana’ya karşı çok derin bir sevgisi ve hürmeti vardır. Kendi ifadesine göre Hacı Bayram Veli Hazretlerine ve onun ikinci halifesi olan Bünyamin Ayaşi Hazretlerine de sıkı sıkıya bağlıdır. Tasavvuf büyüklerine olan sevgisini eserinde sık sık ifade eden Münevver Ayaşlı’nın tasavvuf irfanından ve inceliğinden beslendiğini söyleyebiliriz. Ayrıca tasavvufun yanı sıra tarihe, edebiyata ve Kur’an ilimlerine vukufiyeti de dikkat çekicidir.
Meselelere Müslümanca bakan bir yazar
Münevver Ayaşlı’nın hakiki bir mü’mine olarak meselelere Müslümanca yaklaşma duyarlılığını gösteren bir yazardır. Ondaki Allah ve Peygamber sevgisini görmeden onu anlamamız ise mümkün gözükmemektedir. Belki klasik manada bir dindar değildir; bazı tavırları, davranışları rahattır fakat onun samimi bir dindar olduğunda kuşku yoktur.
Biraz latife de katarak ifade edecek olursak neticede o bir Rumelilidir ve çarşaflı bir Erzurumlu annemiz gibi dünyaya bakmaz. Meşrebinin gereği olarak gezmelerin, ziyaretlerin, toplantıların olduğu sosyal bir hayatı benimsemiştir.
Önsözünü Beşir Ayvazoğlu yazmış
Son Osmanlı hanımefendilerinden olan yazar, Haminne’nin Suret Aynası adlı eseriyle bize Osmanlı’nın güzelliklerini en güzel bir şekilde yansıtmayı başarmıştır. Bu eseri okurken bir taraftan o eski insanların güzelliğine şahit olurken bir taraftan da yıkılan dökülen yanlarımızı hatırlamaktan da geri kalmadık. Nitekim kitabın önsözünü yazan usta edebiyatçı Beşir Ayvazoğlu’nun da dediği gibi yazar koskoca bir imparatorluğun gürül gürül çöküşüne, yeni bir devlet doğarken bir kültürün, bir hayat tarzının, bir estetiğin, bir terbiyenin de yok oluşuna her anını derinden yaşayarak şahit olmuş son Osmanlılardandır.
Sahte kahramanları mert bir üslupla ele aldı
Haminne’nin Suret Aynası adlı bu eserde yazar, padişahlardan devlet adamlarına, paşalardan hanedan mensuplarına, ressamlardan şairlere, yazarlardan düşünürlere kadar birçok isim hakkında malumatlar verir. Doğudan ve Batıdan şahsiyetlerin anlatıldığı bu eserde yazar sevdiği ve sevmediği tarihî şahsiyetlerden mert bir üslupla bahseder. Mühim şahsiyetleri ve sahte kahramanları net bir şekilde ortaya koyar.
Mesela Tevfik Fikret’in bir dava adamı olmadığını, dün alkışladıklarına yarın “kötü” diyen, kibirli, hırçın, alıngan, geçimsiz, insanları sevmeyen, onları fena ve haki gören bir adam olduğunu söyler. Fuat Köprülü’yü “millet”i “ümmet” aleyhine kullanma tandansı olduğu için eleştirir. Bunu da Ziya Gökalp tesirinde kalmasına yorar. Ziya Gökalp’in ise sahte isimli sahte bir adam olduğunu söyler.
Peyami Safa ile İsmail Hami Danışmend’in meşhur cumartesi kabul günlerinde tanıştığını ve kendisiyle ahbap olduğunu söyleyen yazar, onun Fransa’nın laik edebiyatını, düşüncesini, felsefesini sevdiğini ifade eder. Ayrıca Peyami Sefa’nın bir mistik olduğunu lakin mistisizmi de Batı’da aradığı için bedbaht olduğunu ve bir türlü teselli bulamadığını söyler.
Kültürel iktidara ilk eleştiriyi yapanlardandır
Falih Rıfkı Atay’ın Mustafa Kemal ve Başvekil İsmet İnönü tarafından sevildiğini ve kollandığını söyleyen Münevver Ayaşlı, onun Yakup Kadri ve Ruşen Eşref ile birlikte yeni rejimin kültür elçileri olduğunu ifade eder. Onun bu isimleri rejimin kültür elçisi olarak zikretmesi, kültür üzerindeki ameliyata dikkat çekmesi açısından manidardır. Yazarın bu sözleri o dönemde kültürel iktidarın kimin elinde olduğunu göstermesi açısından da ayrıca önemlidir. Yazar bu şahıslar hakkında bilgi verirken bu adamların irfan ve kültür seviyelerinin derin bir tahsile dayanmadığını, bunların tek bildikleri şeyin “dün fena bugün iyi” sloganı olduğunu söyler. Geçmişine söven bu insanlar deşifre oldukça onlarla aynı çağda yaşayan Akif’in “Geçmişe kalkıp sövemem” demesindeki espriyi de daha iyi anlıyoruz.
Gerçek kahramanların hakkını verir
Münevver Ayaşlı’nın benimsediği ve beğendiği şahsiyetlerin başında tam bir istikamet adamı olarak gördüğü Mehmed Akif Ersoy gelir. Eşref Edip’in de tıpkı Akif gibi ömrü boyunca müstakim yolun yolcusu olduğunu, yazıları ile kendisini tenvir ve irşad ettiğini söyleyen Münevver Ayaşlı, onun için, “Müslümanlık Eşref Edip Bey’in anladığı ve anlatmak istediği Müslümanlıktır” ifadesini kullanır. Eşref Edip’in hadiseleri ve insanları dosdoğru gören ve tahlil eden cesur bir kalem olduğunu söyler. Bunların yanı sıra dünya çapında bir âlim olarak gördüğü Ali Fuat Başgil’in ilmi, fazileti, karakteri, nezaketi, terbiyesi ve efendiliği ile dünya ilim meydanına gönderebileceğimiz tek adamımız olduğunu ifade eder.
Güzel Türkçeye karşı zaafı vardır
Yazarın müspet bir şekilde bahsettiği kişiler, görüldüğü gibi genellikle dönemin İslamcılarıdır. Yazar diniyle, inancıyla, tarihiyle, geçmişiyle barışık olmayan kişileri asla tasvip etmez. Onun takdir ettiği kişiler arasında bir de Türkçeyi iyi kullanan yazarlar bulunmaktadır. Bu durumu kendisi, “Türkçeyi aşk derecesinde sevdiğimden onu güzel yazan ve ona tasarruf edenlere karşı büyük bir zaafım vardır” diyerek ifade eder. Bugün (yani yazarın yaşadığı dönemde. A. B.) güzel yazı yazan iki kişi tanıdığını söyleyen yazar, bunlardan birinin Refi Cevad Ulunay, diğerinin ise Nizamettin Nazif olduğunu söyler.
Bir Mevlana aşığı olan Refi Cevad Ulunay’ın vefatı ile ilgili yazdığı yazısında; “Bir daha kim Konya’da Hazreti Mevlana ihtifalinde ‘sayın konuklar’ tekerlemesi yerine ‘Huzzar-ı kiram’ diyebilecek?” diyerek merhumun güzel hitabetine dikkat çeker. İsmail Hami Danişmend hakkında ise Türkçeyi onun kadar iyi bilen, menşeine ve derinliğine vukufu olan ve bu derece bu lisanı bilen başka bir kimse görmediğini söyler.
Bir Osmanlı âşığıdır
Münevver Ayaşlı’nın övgüyle bahsettikleri arasında Osmanlı padişahları da ön sıralardadır. Yazar Osmanlıları adeta aşk derecesinde sevmekte ve onların tarihine ilgi duymaktadır. Kitabına Ertuğrul Gazi başlıklı yazı ile başlaması, Fatih Sultan Mehmet hakkında “Hazreti Fatih” ifadesini kullanması, Abdulhamid Han’ı zalim gösteren münevver sınıfın yanıldığını söylemesi ve onu savunması, Sultan Reşad hakkında “bir veli padişah” ifadesini kullanması onun tipik bir Osmanlı âşığı olduğunu gösteren işaretlerden yalnızca bazılarıdır.
Osmanlı devlet adamlarının faziletlerinden övgüyle bahseden yazar, eserinin bir yerinde İsmail Hami Danişmend’in naklettiği bir karşılaştırmaya yer verir. Mısır seferinden sonra hilafeti alan Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’a geldiğinde kendisini karşılayanların alkışını almamak için gece yarısı şehre girdiği anlatan Danişmend, bir de İnönü’nün Cumhurbaşkanı iken İstanbul’a girişini anlatır ve hicveder. Danişmend, İnönü’nün, “karşılamada az insan var, polisler dayak kötek az insan toplamışlar” diye o zamanın valisi Lüffi Kırdar’a “ulan vali” diye çıkıştığını anlatır.
Entelektüel bir birikimi var
Münevver Ayaşlı ve onun bu kitabı hakkında söz söylerken hakkını teslim etmemiz gereken bir hakikat daha vardır ki o da Münevver Ayaşlı’nın kesinlikle sıradan, basit ve orta halli bir yazar olmadığıdır. Kendisi, derinlemesine düşünce kabiliyeti olan, iyi analizler yapan, entelektüel seviyesi yüksek ve kültürlü bir hanım yazarımızdır. Dursun Gürlek Hocamızın tabiri ile “erkek gibi bir yazardır.” Çünkü çok az hanım yazara nasip olan bir derinliğe sahiptir. Doğrusunu isterseniz bazı konularda yapmış olduğu tespitler beni oldukça şaşırtmıştır. Mesela Ziya Paşa’nın “Diyarı küfrü gezdim” diye başlayan şiirini Batı karşısında bir kompleks olarak nitelemesi dikkat çekicidir. Kendi döneminin yazarlarında olan Batı karşısındaki ezilmişlik kompleksine yakalanmadan meselelere bakabiliyor olması gerçekten hayret vericidir.
İslamcılar parasız pulsuz insanlardı
Yazarın orijinal tespitlerinden bir tanesi de İslamcılık üzerine söylediği sözlerde kendisini göstermektedir. Çoğumuzun aslında yüzeysel olarak bildiği bu İslamcılık meselesinde bazı gözden kaçan hususları Ayaşlı çok güzel bir şekilde tespit etmiştir. En başta, Ayaşlı, döneminin İslamcılarına olan derin hayranlığını her fırsatta ifade eder. Daha sonra Mehmet Akif, Eşref Edip, Babanzade Naim ve Said Halim Paşa olarak saydığı İslamcıların bir avuç kişi olduklarını, teşkilatsız, parasız ve yalnız olduklarını söyler. Ayaşlı’ya göre İslamcıların aksiyon yönünden ziyade ıstırap yönleri ağır basmaktadır. O yıllarda Turancılığın arkasında ise devlet kuvveti, devlet hazinesi, teşkilat ve kalabalık bir gençlik olduğunu ifade eder.
Ayaşlı’nın kendisi de aslında İslamcıların söylediğinden farklı bir şey söylememektedir. Eserinde; İslam camiasını kalkındırmak için ne devrimlerin, ne ırkçılığın ne de Türkçülüğün lazım olduğunu, milletin tek kurtuluşunun İslamiyet olduğunu açık bir dille ifade etmiştir (s.146). Bu sözlerinin devamında Ayaşlı, İngilizlerin antitez olarak İslamiyet’e karşı milliyeti öne sürdüklerini, bunun ise gençlerin hoşuna gidebileceğini ancak bunun tecrübesiz gençlik için bir tuzaktan başka bir şey olmadığını ifade etmiştir.
İslamcılar dönemin yenilikçileri idi
Ayaşlı’nın bu konudaki orijinal tespitlerinden birisi de İslamcıların dönemin yenilikçileri olduğu tespitidir. Ayaşlı; Akif’in ve Said Halim Paşa’nın Türk- İslam modernisti olduğunu söyler. Burada bir parantez açarak şunu ifade etmekte fayda vardır ki meseleye vakıf olmayanlar bu meselede bir bilgi kirlenmesine yakalanmış olabilirler. Fakat İslamcılar gerçekten de Ayaşlı’nın dediği gibi gelenekçi tipler değil, döneminin yenilikçileridir. Ne var ki günümüzde “yenilikçi” denildiği vakit, zamane ilahiyatçıları akla geldiğinden İslamcılara “yenilikçi” demek yanlış anlaşılabilmektedir. Oysa onların yenilikçiliği ile magazin ilahiyatçılarının modernistliğini karıştırmamak gerekir. İşte tam bu noktada Münevver Ayaşlı, çok isabetli bir şekilde İslamcıların bu konudaki tavrını izah eder. İslamcıların İslamiyet’ten kıl kadar ayrılmadan “Avrupa’nın terakkisine ve tekniğine ayak uydurabilir miyiz” endişesi taşıdıklarını söyler. Nitekim “Alınız ilmini garbın, alınız sanatını” diyen Mehmed Akif’in sözlerine de bu veçheden bakmak gerekir.
İkbal sadece büyük bir şairdir
Eserde dikkatimi çeken en önemli bölümlerden birisi de uzun uzun anlattığı Muhammed İkbal hakkındaki görüşleridir. İkbal’in “kurtarıcım” dediği Mevlana’yı bulana kadar sağa sola çok yalpaladığını, birçok Batılı feylesofun tesir altında kaldığını söyler. Fakat onun bazı görüşlerinin Mevlana ile çeliştiğini söyleyen Münevver Ayaşlı, onun hakkında şu ilginç cümleleri söyler: “Büyük şair akılla ve kitaplarla ve tetkikle değil de şöyle bir Bahariye Mevlevihanesi’nden geçmiş olsaydı ne Dante’ye ne Nietzsche’ye ne Goethe’ye ihtiyacı olurdu…”
Ayaşlı, İkbal’in Mevlana’dan etkilendiğini inkar etmez ancak onun Mesnevi’yi yanlış bir teknikle okuduğunu düşünür. Onun için, “Bir şeyhin irşadı ile Mesnevi’yi okusaydı vasıl-ı hak olurdu” ifadesini kullanır. Pakistan bilginlerinden Hâce Abdulhamit İrfani’nin İkbal için “asrın Mevlana’sı” demesini ise mübalağalı bulur. İkbal’in şiirlerinin şiir olarak Mevlana’nın şiirlerine benzetilebileceğini ancak Mevlana’yı Mevlana yapan cevher olan velayetten İkbal’in mahrum olduğunu söyler. İkbal için sadece “büyük şairdir” der. Acizane bendeniz de İkbal konusunda merhum Münevver Ayaşlı ile aynı şeyleri düşünüyorum.
Son söz
Timaş Yayınları’nı, Münevver Ayaşlı gibi önemli bir ismin eserlerini bastıkları için tebrik ederim. Özellikle kültür sanat camiası içerisinde bulunanların bu eseri okumalarını ısrarla tavsiye ederim. Biz burada sadece bu eserin içinden dikkat çeken birkaç hususa değinebildik. Eseri okudukça ve yazarı tanıdıkça Münevver Ayaşlı’nın hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünmeye başladık. İleriki zamanlarda bu ismin kıymetinin daha iyi anlaşılacağını umut ediyoruz.
Aydın Başar/ Dunyabizim