Ne güzel demişler; “Hayat bir gündür o da bugündür.” Yine güzel bir söz vardır; “Hayat dediğin ne ki, dalda bir kuru yaprak, İstersen yüz yıl yaşa akıbet kara toprak” diye… Mevlana da demiş ki: “Hayat bir nefestir aldığın kadar.” Bir nefes deyip de geçmeyin.
Yıllar önce Almanya’da bir hastanın ziyaretine gitmiştim. Şubat ayının soğuk bir gecesinde, evin tüm kapı ve pencerelerinin açık olduğunu görünce çok şaşırmıştım. Evin içinde tek başına kalmış yaşlı bir insan ve etrafında üç tane cihaz vardı. Nefes alıp vermesini görseydiniz hayretler içinde kalırdınız, metreküp cihazlar ile nefes alıyordu.
Selam ve birkaç kelamdan sonra bana; “Ah evlat ah! Sizler gibi rahat bir nefes alsaydım, inanın 100 bin Euro verirdim” demişti. O gün bir nefesin ne kadar kıymetli olduğunu çok daha iyi anladım ve artık boşa giden nefeslerimin hesabını Yaratan’a nasıl vereceğimi sık sık düşünmeden edemiyorum.
Son nefes
Yaptığımız dualarımızda bilerek veya bilmeyecek her zaman şu cümleyi söyleriz: “Yarabbi, bize son nefeste iman nasip et!” Son nefes o kadar önemli ki iman da, inkâr da bir nefes ile oluyor. Mevlana; “Hayat bir nefestir, aldığın kadar”demiş ve devam etmiş; “Hayat bir kafestir kaldığın kadar.”
Bir kafes düşünün, orada yaşayan kuşlar birkaç ay önce yoktular. Önce ölü yumurtadan canlı civciv olarak çıktılar, anneleri gagasında getirdiği yiyecekler ile onları besledi. Yavaş yavaş tüylendiler, artık kafeste duramaz oldular ve her biri gökyüzüne doğru uçmaya başladı.
İşte bu misal gibi insan da ana karnında başladığı yolculukta hiçbir şey bilmeden fani denilen bu dünyaya geldi. Ne hikmetse hayata ağlayarak başladı; istek ve arzularını anlatacağı tek yol ağlamaktı. Bir yıl sonra yavaş yavaş yürümeye, konuşmaya başladı.
Onun her halini anne-babası da onunla beraber yaşıyordu. O, okula başlayınca anne baba da okullu oluyor, evladının imtihan olması, karne alması, sınıf geçmesi, diploma alması gibi olaylarda yaşadığı duyguları anne-baba da çocukları gibi yaşıyordu.
Nihayet fakülte bitirilince artık baba evinden ayrılma zamanı geliyor, tabi bu arada en büyük hatalar da bazen bilerek bazen de bilmeyerek evlat tarafından anne-babaya karşı yapılıyor. Evlendikten sonra ise insan artık onu büyütenleri unutmaya başlıyor.
Derken bir anda bakıyorsunuz ki; daha dünkü küçük çocuk büyümüş makama gelmiş; ama kulaklarının yanlarından, çenesinden beyaz tüyler çıkmaya başlamış. Bugün yarın derken zamanı geçirmek için oyun-eğlenceye dalmayı versin, bir de bakmış ki zaman çoktan geçmiş; gözünde ışık, dizinde fer kalmamış, artık dünya kafesinden ahiret semasına yolculuk başlamış. Kur’an bu olaya bakın ne diyor:
“Allah onlara, ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ der. ‘Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor’ derler. Allah, ‘Pek az kaldınız, keşke (bunu) bilseydiniz! Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?’ der.” (Mu’minûn, 112-115)
Üç “es”tir hayat
“Hayat bir nefestir aldığın kadar, Hayat bir kafestir kaldığın kadar.” Buna ilaveten bir de demiş ki Mevlana; “Hayat bir hevestir daldığın kadar.” Önemli olan hayatın bu “Üç Es” ini anlayarak yaşamaktır. Yani hayat eşittir “Üç Es” tir; o da Nefes, Kafes ve Heves’ tir.
Evet Mevlana’nın dediği gibi bir hevestir hayat. Heves olmasaydı insan âlim olmaz, bir meslek sahibi olmak için yıllarca çile çekmezdi. Yabancı ülkelere gittiğimde çile çeken gurbetçilerin çoğunluğu şöyle diyor:
“Kırk yıl oldu bu garip ellere geleli; benim hevesim, arzum burada kalmak değildi. Her akşam yatağıma girdiğimde ülkemi özler, her gün döneceğim günün planlarını yapardım; ama bütün hayallerim, heveslerim boşuna gitti, buralarda kalmak zorunda kaldım.”
Siyasete girerken ne hevesle giren nice insan Meclis kapısından içeri girdikten sonra arzularının, heveslerinin değiştiğini fark edemeden hayatının bittiğini görüyor. Ticaret yapanlar ne hayaller peşinde koşar, para kazanmak için dünyayı karış karış gezerler. Memur olanların bir kısmı makama gelmek için ne tavizler verirler. Hatta tavizler vere vere öyle bir zaman gelir ki değerleri elbise gibi üzerlerinden çıkıp gider de farkına bile varamazlar. Bunun gibi misalleri çoğaltmak mümkün ama ben size son olarak bizim Cemil’in hikayesini anlatayım. Bu Cemil de kimmiş demeyin mesaja odaklanın.
Bizim Cemil
Cemil işsiz güçsüz gezerdi, nasip oldu bir firmada çalışmaya başladı. Maaşı az, evi kira idi. Yeni evlilik yapmıştı, fazla eşyası yoktu, olanları da taksit ile almıştı. Hülasa hayatı zor şartlar altında devam ettiriyordu, fakat her şeye rağmen beş vakit namazını hiç ihmal etmiyordu. Bir gün namaz sonrası imam ile konuşuyorken; “Hocam çok zor durumdayım, bana dua edin… Rabbim şöyle yatacağım kadar bir evi bana nasip etsin” dedi. Hoca şöyle karşılık verdi: “Mevla’dan isterken küçük isteme! O, çok zengindir inşallah, sana şöyle camiye yakın güzel bir ev nasip etsin.”
Cemil borçlandı bir arsa aldı, eş-dost yardım etti bodrum katını yaptırdı. Orada yaşamaya devam ederken evinde elektriği olmayan komşusuna kendi evinden elektrik bağlayıp faydalanmasını istedi. İlginçtir ki, komşuya elektrik verirken; “Sakın duvarlara çivi çakmayın” diyordu, çünkü o evin çimentolarını başka bir komşu vermiş, ne zorlukla Bodrum’a girip kiradan kurtulmuştu.
Allah celle celaluh fırsat verdi, birinci katı yaptırdı, bir zaman sonra ikinci katı yaptırdı ve en üst katta yaşamaya başladı. Tabi bu anlattığımız olay yazdığım kadar kısa ve bu kadar kolay olmadı. Bir zaman sonra çocukları büyüdü, dertleri çoğalmaya başladı. Çocukların kimi hapse düştü, kimi iyi bir yaşam sürdü. Derken Cemil yaşlandı. Bir gece hanımını hastaneye kaldırdılar. Çok korkmuştu; “Eğer hanım ölürse benim halim ne olur?” diyordu. Bir gün sonra yatsı namazını kılarken seccadede kendisi vefat etti. Kısa bir zaman sonra hanımı da vefat etti. Şair ne güzel demiş:
Ömrümü hesap ettim yüze dayandı,
Malımı hesap ettim beze dayandı…
Aradan üç yıl geçti. Avrupa programlarından sonra Türkiye’ye dönmüştüm. Bir vesile ile Cemil’in evinin önünden geçiyordum. Gördüklerim üzerine şaşırıp kalmıştım. Evin çatısı sökülmüş, kapılar, pencereler kırılmış, o güzelim ev harabeye dönmüştü.
Hey gidi Cemil hey! Bir duvara çivi çaktırmazken gel gör evlatların evini harabeye döndürmüşler. Kendi kendime, “işte dünyanın hali bu, sen de ibret al” derken çok eskiden duyduğum bir deyiş aklıma geldi:
Asrı gurbet harap etmiş köyümü,
Bülbül gitmiş baykuş konmuş gel hele.
Ben ağayım, ben paşayım diyenler,
Kapıları kitlemişler gel hele.
Bir ev burada, bir ev karşıda kalmış,
Sorun hele bizim komşular n’olmuş,
Kırk senelik ağaç kurumuş kalmış,
Bizim köye benzemiyor gel hele.
Bizim Cemil’in duvarlarına çivi çaktırmadığı evi de viran olmuş gel hele… Çok şükür ki “evim olsun” derken asıl evini (ahiretini) de unutmamıştı. Biz en iyisi konuyu en güzel izah eden Yunus Sûresi’nin 24. âyeti ile yazımızı bitirelim: “Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (âfetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.”
Geylani Akan/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.