İmam Matüridi ve bazı görüşleri

İlim Yolcuları İçin
Temel Dini Metinler 4

İmam Matüridi ve Bazı Görüşleri
MUHAMMED EBU ZEHRA

Matüridi, Maveraünnehir bölgesi kentlerinden Semerkant’ta bir mahalle olan “Matürid’de doğmuştur. Hicretten sonra, 333 senesinde vefat ettiği tespit edilen Matüridi, Hicri 3. asrin son üçte birinde ilim tahsil etmiştir. Bu dönem, Mu’tezililer’in aynı asrın ilk üçte birinde fıkıh ve hadis âlimlerine yaptıkları kötü muameleden dolayı, halkın nefretini ve tepkisini kazandıkları döneme rastlamaktadır.

Matüridi’nin hangi tarihte doğduğu, kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, anlaşılan o ki, Matüridi, 3. asrin ortasında doğmuştur. Çünkü Matüridi’nin H. 268’de vefat eden Nasr bin Yahya el-Belhî’den Hanefi Fıkhı ve Kelam ilmi okuduğu kesinlik kazanmıştır.

Maveraünnehir bölgesi, Fıkıh ve Usul-i Fıkıh alanında münazara ve tartışmaların çokça yapıldığı bir bölge idi. Bu fıkhi münazaralar, genellikle Hanefi ve Şafiî fakihler arasında yapılırdı. Öyle ki, matemler bile, mescitlerde yapılan münazaralarla şenlenirdi.

Fıkıh ve Hadis âlimleri ile Mu’tezililer arasındaki çatışmalar şiddetlenince, önceden Fıkıh ve Usul-i Fıkıh alanında yapılan tartışmalar, yerini “Kelam ilmi” alanında yapılan tartışmalara bıraktı. İşte Matüridi, üstünlüğün akli ve fikri ürünlere ait olduğu böyle bir ortamda yaşadı.

Ebu Hanife’nin Mezhebindendi

Matüridi, Hanefi mezhebindendi. Usulü’ddin (Kelam) konusunda olduğu kadar, Fıkıh ve Fıkıh Usulü konusunda da araştırmaları vardı. Matüridi, usulüddin ilmini kullanarak, Fıkıh ve Hadis âlimleri ile münazaralar yapıyordu. Ancak, ortaya koyduğu metod, Eş’ari’nin metodundan farklı idi. Fakat yine de, tümünde olmasa da çoğu sonuçlarda Eş’ari ile birleşmiştir.

Hanefi âlimlerinin çoğu, İmam Matüridi’nin vardığı sonuçların, Ebu Hanife’nin akaid konusunda ortaya koyduğu neticelerle tam olarak uyuştuğu görüşündedirler. Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’in usulüddin (Kelam) konusunda araştırmaları vardı. Bu ilim dalında, parmakla gösterilecek seviyeye gelmişti. Bunu bizzat kendisinin ifade ettiği de anlatılmaktadır.

Ebu Hanife’nin, akaid konularında tartışma yapmak üzere, yirmi iki defa Basra’ya yolculuk yaptığı rivayet edilmiştir. Ebu Hanife’nin verdiği bu uğraş, kendisini tümüyle fıkhi incelemelere adamasından öncedir. Anlaşılan onun eski araştırmalarından tümüyle koptuğu söylenemez. Özellikle de onun döneminde İslam akidesini yıkmak isteyen zındıklar ve benzeri gruplar tarafından ortaya atılan fikri fitneler göz önünde bulundurulursa…

Ebu Hanife’den, bu ilim dalına ait küçük risaleler kalmıştır. Bu risalelerin kapsamındaki bilgilerin Ebu Hanife’ye ait olduğu kesinlik kazanmışsa da, bunların Ebu Hanife tarafından kaleme alındığı, âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. Bu risalelerden bazıları şunlardır: 1- El-Fikhu’l Ekber 2- El-Fikhu’l-Ebsat 3- Risaletu Ebî Hanife ila Osman El Bettî 4- Vasiyyetu Ebî Hanife li-tilmizihi Yusuf Bin Halid Es-Semtî 5- Kitabu’l Ilm; berren ve bahren, şarkan ve garben, bu’den ve kurben

Bu risalelerin toplamından, Ebu Hanife’nin ortaya atılan tüm konularda müstakil bir görüşü olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, sıfatlar, imanın hakikati, Allah’ı bilmenin akıl ile mı, yoksa şeriat ile mi gerekli olduğu, fiillerin kendinden güzellik ve kendinden kötülük taşıyıp taşımadığı, Allah-u Taâlâ’nın tüm mahlûkat üzerindeki mutlak otoritesine karşı gelmemekle beraber; insanın fiilleri ve bu fiillerin insana nisbet derecesi, kaza ve kader ve diğer meseleler…

Irak fakihlerinin hocası Ebu Hanife’den gelen bu görüşlerle, Ebu Mansur el-Matüridi’nin kendi kitaplarında ortaya koyduğu görüşler ilmi açıdan karşılaştırıldığında, bu görüşlerin genel olarak “usûl”de birleştikleri anlaşılmaktadır. Bu nedenle âlimler, Ebu Hanife’nin akaid konusundaki görüşlerinin, Matüridi’nin görüşlerine kaynaklık eden “kök” durumunda olduğunu söylemişlerdir.

Irak âlimleri ve o çevrede bulunan Şamlı ve diğer âlimler, Ebu Hanife’nin fıkhi görüşlerini teferruatlandırmaya çalışmışlar, onun itikad hakkındaki görüşlerine ise, aralarında yaygın olan fıkıh ve hadis âlimlerinin görüşleri ile daha sonra da İmam Eş’ari’nin görüşleriyle yetinerek pek önem vermemişlerdir.

Ancak Maveraünnehir âlimleri Ebu Hanife’nin fıkhı görüşlerine verdikleri önemin yanı sıra, onun akaid konusundaki görüşlerine de özel bir önem vermişler, bu görüşleri yorumlamaya ve şerh etmeye, bunları akli delillerle ve mantıki kıyaslarla desteklemeye çalışmışlardır.

Matüridi de kendi görüşleriyle Ebu Hanife’nin görüşleri arasındaki ilişkinin miktarını araştırmayı bize bırakmamış, Ebu Hanife’nin şu kitaplarını rivayet ettiğini açıkça ifade etmiştir. Bu kitaplar: el-Fıkhul Ebsat, Risale ile’l-Betti, El-Alim ve’l Müteallim ve Vasiyyetuhu li-Yusuf Halid’dir. Matüridi, bu kitapları hocası Ebu Nasr Ahmed bin Abbas el Beyadi, Ahmed bin Ishak El Cûrcani ve Nasr Bin Yahya El-Belhi’den rivayet ettiğini; bunların da Ebu Süleyman Musa El Curcani’den; bununda hocası Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî’den rivayet ettiğini anlatır. İşarâtü’l-merâm adlı kitabın yazarı, bu rivayet zincirinin sonunda söyle der: “Matüridi, bu kaynakları kendi eserlerinde kesin deliller kullanarak işlemiş ve bunları açık delillere dayandırarak, sağlam bir şekilde detaylandırmıştır.”

Dostumuz, merhum Zahid El Kevseri, İşarâtü’l-Meram adlı kitabının mukaddimesinde şöyle demektedir: “Maveraünnehir bölgesi, bidat ve heveslerden uzak bir bölge idi. Çünkü burada Sünnet’in nefisler üzerinde kesin bir etkisi vardı. Burada, hadisler nesilden nesle naklediliyordu. Nihayet, İmamü’l-hüda diye bilinen Ehl-i Sünnet imamı Ebu Mansur Muhammed El Matüridi ortaya çıktı ve kendisini Sünnet’in meselelerini incelemeye, delillerini tetkik etmeye adadı. Matüridi, yazdığı eserlerle hem akıl ehlini, hem de şeriat ehlini memnun etti.”

Bundan anlaşılıyor ki, Ebu Mansur el-Matüridi, akaid konusundaki tezlerini, Ebu Hanife’den rivayet ettiği bu risalelerde yer alan görüşlere dayandırmış ve bunları detaylandırma yoluna gitmiştir. Bu risalelerde yer almayan hususları da, yer alan hususların ışığında geliştirmiştir. Matüridi, kendisini araştırmaya adadığı konular hakkında birçok eser vermiştir. Bu kitaplardan bazıları şunlardır. 1- Kitabu Tevîli’l Kur’an 2- Kitabu Me’hazi’ş Şerâi’ 3- Kitabü’l Cedel 4- Kitabu’l Usûl fi Usûliddin 5- Kitabü’l Mekalât fil Kelâm 6- Kitabü’t Tevhid 7- Reddu Evaili’l Edille li’l Ka’bî 8- Reddu Tehzîbi’l Cedel li’l-Ka’bî 9- Kitabu Reddi Usuli’l Hamse (li Ebî Muhammed El Bâhili) 10- Reddu Kitabi’l İmame (li ba’di’r-revâfid) 11- Er-Red ale’l-Karâmita

Bazı alimler. Matüridi’nin Ebu Hanife’ye ait olduğu söylenen “El-Fukhu’l Ekber”e bir şerh yazdığını söylemişlerse de; yapılan ilmi inceleme neticesinde, bu şehrin, tanınmış Hanefi alimi Ebu’l-Leys es-Semerkandi’ye ait olduğu anlaşılmıştır.

Matüridi’nin Metodu ve Görüşleri

Ebu Mansur El Matüridi ile Ebu’l-Hasan El-Eş’ari, aynı dönemde yaşamış ve her biri, diğeriyle aynı amaç uğruna çalışmıştır. Ancak, bunlardan biri, düşmanın kışlasına daha yakın idi. Bu, Eş’ari idi ve Basra’da ikamet ediyordu. Bilindiği gibi Basra, Mu’teziliğin vatanı ve türediği yer idi. Fıkıh ve Hadis âlimleri ile Mu’tezililer arasında süren savaş, Basra’nın da içinde bulunduğu Irak bölgesinde geçiyordu.

Ebu Mansur El Matüridi ise savaş alanından uzakta idi. Ancak savaşın yankısı, bulunduğu bölgeye kadar ulaşıyordu. Maveraünnehir kentlerinde de Irak Mutezile’sinin sözlerini tekrarlayan Mu’tezilîler bulunuyordu. Bunlara da Matüridi karşı koyuyordu. Matüridiler’in metodunda aşırı gidilmeden ve tökezlemeye neden olunmadan, akla büyük bir yetki verildiğini söyleyebiliriz. Eşariler ise, nakle bağlı kalmışlar ve bunu da fiille (geçmişteki uygulamalarla) destekleme yoluna gitmişlerdir.

Matüridi, “Kitabu’t Tevhîd” adlı eserinde bu iddiayı şöyle reddeder: “Bu iddia, şeytanın akla getirdiği bir kuruntudan ibarettir. Çünkü akli nazarı reddedenin elinde, akli nazardan başka delil yoktur. Bu bile, bunların akli nazara ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. O halde, akli nazarı nasıl reddederler? Kaldı ki, Allah-u Taâlâ, kullarını akılla nazar etmeye çağırmakta, onlara düşünmelerini ve tefekkür etmelerini emretmiş, öğüt ve ibret almalarını istemiştir. Bu da, akli nazarın ve düşünmenin, ilmin kaynaklarından biri olduğuna delildir.”

Görülüyor ki, Matüridi, akaid ilmini elde etme konusundaki ihtilafın özüne iniyor ve şunu tartışıyor: Nakil, tek başına yeterli bir kaynak mıdır? Yoksa naklin yanı sıra “akıl” da diğer bir kaynak mıdır? Bu noktada onun, “nakli” kaynak olarak kabul ettiğini, ama “aklı” da aynı şekilde kaynak saydığını görüyoruz. Matüridi, bu konuda şöyle der: “Kim, nakille beraber ihtiyatlı olmayı reddeder, gizli kalanı sırf akılla çözmeye kalkışır ve Rabbani hikmetlerin tümünü, ilahi bir işaret (rasûl) olmaksızın, eksik ve sınırlı aklıyla kuşatmayı hedeflerse; o kimse, akla zulmetmiş olur ve ona taşımayacağı bir yük yüklemiş olur.”

Bu sözlerden, şu sonuç çıkmaktadır: Matüridi, şeriata aykırı düşmeyen konularda aklın vereceği hükmü kabul etmektedir. Şeriata aykırı düşen hususlarda ise şeriatın hükmüne boyun eğmeyi gerekli görmektedir.

“Naslarla yardımlaşarak akli delillere başvurmak” şeklinde ifade edilen bu ilke, Matüridi’nin, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ederken de yol göstericisi durumundadır. Matüridi, Kur’an’ı tefsir ederken, müteşabih (manaca kapalı) olan ayetleri, muhkem (manaca açık) olan ayetlere götürmüş ve “müteşabih” olanı “muhkem” olanın ışığı altında yorumlamaya çalışmıştır. Ona göre, eğer müminin akli gücü te’vile yetmiyorsa; doğru olan, meseleyi (Allah’a bırakmaktır. Matüridi, elinden geldiğince Kur’an ayetlerini, yine Kur’an ayetleriyle tefsir etmeye çalışmıştır. Çünkü Kur’an, ayetleri arasında bir çelişki yoktur. “Eğer Kur’an, Allah’tan başkasına ait olsaydı, onda çok çelişkiler bulurlardı.” (Nisa Suresi, 82)

Hakkında nas bulunmayan temel meselelerin tümünde, Matüridilerin nakilden uzaklaşmayan, akla dayalı bir açıklama getirdiklerini görüyoruz. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Matüridi, vardığı çoğu sonuçlarda Eş’arı ile birleşmiş, ancak bazı konularda ona muhalefet etmiştir.

Matüridi, Allah’ı bilmenin gerekli olduğu ve bu gerekliliğin aklen anlaşılabileceği görüşündedir. Nitekim Allah-u Taâlâ birçok Kur’an ayetinde, bakıp düşünmeyi emretmiştir. İnsanlara, göklerin ve yerin azametine bakarak düşünmelerini emretmiş ve onları akla yöneltmiştir. Kur’an’a göre, akıl, arzulardan ve taklitten uzak bir şeklide doğru bir istikamet tutturabilirse, Allah’a imana ve Allah’ı bilmeye (marifete) ulaşabilecektir. Akla bu işlevi kazandırmak, Kur’anî naslardan elde edilmektedir. Aklın bu işlevini kaldırmak ise, Kur’an ayetlerinin ihmali demek olacaktır. Çünkü Allah’ı bilme yolunda akla itibar etmemek, Cenab-ı Allah’ın, bakıp ibret almaya bağladığı sonuçları boşa çıkarmak demek olur. Allah’ı bilmek akli araştırmayla olmaz demek, kesin olarak, Cenab-ı Allah’ın akli araştırmanın bir neticesi olarak saydığı bu “neticeyi” reddetmek olur. Ancak, Matüridi’ye göre, akıl tek başına Allah’ı bilmeye yetiyorsa da; akıl, tek başına sorumlu olduğu hükümleri anlamaya güç yetiremez. Bu da Ebu Hanife rahmetullahi aleyh’in görüşüdür.

Matüridiler, eşyada bir “kendinden kötülük” (kubhu zati) olduğu u ve aklın bazı şeylerdeki “iyilik” veya “kötülük”ü fark edebileceğini ileri sürmüşlerdir. Matüridiler, bir bakıma eşyayı üç kısma ayırmışlardır: 1- Beşer aklının tek başına, iyiliğini fark edebileceği şeyler. 2. Beşer aklının tek başına, kötülüğünü fark edebileceği şeyler. 3- İyilik veya kötülük yönü kapalı olan şeyler. Bu gibi şeylerde veya “kötülük” yönü, ancak şariin bildirmesiyle bilinebilir.

Mu’tezilîler de “eşya” hakkında aynı taksimi yapmaktadırlar. Nitekim bunu daha önce, Ebu’l-Hasan el-Eş’ari’nin hocası Ebu ali el Cübbai’den nakletmiştik. Ancak bununla beraber, Matüridiler bu taksime Mu’tezililerin yüklediği sonucu yüklememişlerdir. Çünkü Mu’tezililer bu taksime şu sonucu yüklemişlerdir: “Aklın güzel (iyi) gördüğü şeyi yapmak, yine aklın getirdiği sorumluluk ile vaciptir. Aklın kötü gördüklerinden de, (aynı gerekçeyle) kaçınmak gereklidir.” Matüridi ise, bu çizgiyi takip etmemiş ve İmam Ebu Hanife’ye uyarak şöyle demiştir: “Akıl idrak etse de, teklif (sorumluluk) ancak şeriatın yüce sahibinden gelebilir. Akıl, dini sorumluluğu anlamada, hiçbir zaman tek başına yeterli değildir. Çünkü dini sorumlulukta tek hâkim, Allah-u Taala’dır.”

Matüridi’ye göre, Allah-u Taâlâ, abes (saçma, absurd) iş yapmaktan uzaktır. Onun yaptıkları, hikmetin gerektirdiğine uygundur. Çünkü O, kendisini tanıttığı şekilde sonsuz hikmet ve bilgi sahibidir. Allah-u Taalâ, koyduğu tüm sorumluluk hükümlerinde ve tüm yaratma fiillerinde, bu hikmeti dilemiş ve amaçlamıştır. Ancak, Allah-u Taala, bunu bir zorlanma ve mecburiyet karşısında yapmamıştır. Çünkü O, istediğini diğer ve dilediğini yapar. Bu sebeple, “uygun olanı” veya “daha uygun olanı yapmak, ona vaciptir, denemez. Çünkü vücûb (zorunluluk), iradeye aykırıdır ve başkasının (Allah üzerinde) söz sahibi olmasını gerektirir. Allah-u Taâlâ ise, kullarının üstündedir ve yaptıklarından sorulmaz. Bir şeyi ona vacib görmek, O’nun, yaptıklarından sorulabileceğini gerektirir. Allah-u Taâlâ, bundan uzaktır, yücedir.

Matüridi Allah-u Taala’nın bütün varlıkları yarattığını, varlık âleminde bulunan her şeyin Allah’ın mahlûku olduğunu ve bu konuda hiç bir ortağı bulunmadığını, bir başkasına “yaratma hakkı vermenin, Allah’a ortak koşmak anlamına geleceğini ve bunun makul ve makbul bir durum olamayacağını söylemiştir. Ona göre, Allah Taala’nın hikmeti, ancak kulun kendi ihtiyarı (seçiciliği) ile yapacağı hayırlı işlere sevap verilmesini ve tabii ki, ancak kulun kendi ihtiyarı (seçiciliği) ile yapacağı kötü işlere ceza verilmesini gerektirir. Aslında bu, hikmetin gereğinin de üstünde, adaletin bir gereğidir. Bu esasa göre, kulların fiilleri Allah tarafından yaratılmaktadır. Bu söz, aynı zamanda şu ayet-i kerimenin de tatbikidir: “Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (Saffat Suresi, 96)

İşte, Matüridi ile Mu’tezililerin arası, bu noktadan sonra daha da açılmaktadır. Çünkü Mutezililer, kulların işlerinin, Allah’ın verdiği bir güçle, kullar tarafından yaratıldığını söylerler. Fakat kulun ihtiyarı (seçiciliği) ile beraber, fiilin Allah’ın kudreti tarafından yaratıldığını söylemek, nasıl bağdaştırılabilir? Matüridi, bu konuda Eşari’nin dediğini der. Kulun kesbi vardır ve kul bu kesbinde ihtiyar sahibidir. Kul, bu kesb ile sevap ve cezaya nail olur.

Matüridi, Allah’ın kendi nefsini onlarla tanıttığı tüm sıfatları ve tüm haller kabul eder ve bu sıfatları reddetmek suretiyle aslını değiştirmeye kalkışmadan, Allah Taâlâ’nın ‘cismiyet’ten, “mekân” ve “zaman”dan uzak olduğunu söyler. Ancak Matüridi, zahiren Allah Taâlâ’ya organ isnad eden ayetlerdeki “yüz”, “el, “göz” ve benzeri sıfatlar konusunda, bir te’vilci edasıyla duraklar ve daha önce değindiğimiz prensibine göre hareket eder. Bu prensip, Kur’an’ın müteşabih (manaca kapalı) olanını, muhkem (manaca açık) olanına götürmek idi.

Eş’ari’den ise, bu konuda iki görüş nakledilmiştir. Birinci görüş, “El İbane”de açıkladığı üzere, bunların tę’vil edilmeyeceği yolundadır. Tersine Eş’ari, Allah’ın bilmediğimiz şekilde bir “el”i olduğunu, ancak bunun yaratılmışların eline benzemediğini ifade eder. Çünkü Allah-u Taala şöyle buyurmuştur. “O’nun hiçbir benzeri yoktur..” (Şura Suresi, 11) Eş’ari, “el-Luma” adlı eserde belirttiği ikinci görüşünde, içinde teşbih kokusu olan ifadelerin yer aldığı ayetlerin, Matüridi’nin metodunda olduğu gibi, muhkem ayetlerle izah edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bu görüşün, Eş’ari’nin son görüsü olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Eş’ariler de bu görüşü benimsemişler ve Allah’a “el” veya “yüz” isnad edenin “müşebbihe”den sayılacağını söylemişlerdir. Ayrıca, bu son görüş Matüridi’nin görüşüyle de tam anlamıyla birleşmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de, Allah Taâlâ’nın (ahirette) görüleceğine dair nasslar vardır. Örneğin, “O gün, yüzler vardır, parıldarlar ve Rablerine bakarlar.” (Kıyame Suresi, 22-23) İmam Matüridi de, tıpkı İmam Eş’ari’nin yaptığı gibi, bu tür naslara dayanarak, Allah Taâlâ’nın ahirete görüleceğini kabul etmiştir. Mutezililer ise bunu mümkün görmemişlerdir. Çünkü onlara göre, “görmek’ hem görenin hem de görülenin, bir “mekan”da bulunmasını gerektirir. Bu durum, kaçınılmaz olarak Allah Taâlâ için de, bir mekân” bulunmasını gerektirecektir. Allah Taâlâ ise bir mekânda bulunmaktan ve zamanla değişime uğramaktan münezzehtir.

Allah’ın kıyamet gününde görüleceğini ifade eden Matüridi, kıyamet gününde Allah’ı görme olayının, kıyametin hallerinden olduğunu; kıyamet hallerinin nasıllığını ve niceliğini bilmeninse, Allah’ın bilgisine has olduğunu, bizim bu “görme” olayı hakkında, mevcut nasların “ibareleri” dışında bir “nicelik” bilgisine ulaşamayacağımızı söylemektedir. Matüridi, Mu’tezililer’e de şu eleştiriyi getirmektedir: Mu’tezilîler, bunun da ötesinde, Allah’ın görülmesini cisimlerin görülmesiyle kıyaslıyorlar. Böylece, “cisim” olmayın bir şeyin görülmesini “cisim olan” bir şeyle kıyaslıyorlar. Bu ise, unsurları yetersiz bir “kıyas” olmaktadır. Çünkü gaib olan (hazır olmayan) bir şeyin, göz önünde olan bir şeyle kıyas edilebilmesi, ancak “gaib” ile “hazır”ın hemcins olması şartıyla caizdir. Bu ikisi aynı cinsten olmadıkları zaman, kıyasın unsurları eksik kalır. Temeli sağlam bir “kıyas” olamaz.

Maturidî, buna göre “görme” olayını sabit görmekte ve bunun; kıyametin, hesap gününün, sevap ve ceza gününün hallerinden olduğunu söylemektedir. Ona göre, bu “görme” olayının “keyfiyetini” konuşan ve olumlu-olumsuz, bu “keyfiyeti” öğrenmeye çalışan kişi haddi aşmış ve bilgisi bulunmadığı bir konuyu öğrenmeye kalkışmış demektir. Oysaki Allah Taâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hakkında hiç bilgi sahibi olmadığın konuları diline dolama! Çünkü kulak, göz ve kalb; işte bunlar, yaptıklarından mesuldurlar.” (İsra Suresi 36)

Hariciler ve Mu’tezilîler, ameli imandan bir cüz (bölüm) kabul etmişlerdir. Eş’ariler ve Matüridiler ise, ameli imandan bir cüz olarak kabul etmemişlerdir. Bu nedenle, onlara göre büyük günah islemek, insanı iman dairesinden çıkarmaz. Ancak, bu insan hesaba çekilecek ve cezalandırılacaktır. Belki de Allah, rahmetiyle onu da affedecektir.

Bu nedenle Matüridi, büyük günah işleyen kimse tevbe etmeden de ölse, ateşte ebedî olarak kalıcı değildir, görüşünü ortaya koymuş ve bu konuda şöyle söylemiştir: “Allah-u Taâlâ, Kur’an-ı Kerim’de, kötülüğe ancak misliyle mukabele edeceğini belirtmiştir. Bu husustaki ayet şöyledir: “Kim bir kötülükle gelirse, ancak onun misliyle cezalandırılacaktır. Onlara haksızlık edilmeyecektir.” En’âm Suresi, 160

Matüridi, -Allah ondan razı olsun- şöyle devam eder: “Günahkâr müminler hakkında doğru olan, bunların durumunu Allah’a havale etmektir. Eğer Allah, dilerse, kendi fazlından ve rahmetinden bir iyilik olarak, bunları affeder. Dilerse de, bunlara günahları kadar azap eder ve bunları ateşte ebediyyen tutmaz. Böylece, iman ehli (sürekli olarak) “korku” ile “ümit” arasında bulunur. Çünkü Allah Taâlâ’nın küçük bir günahtan ötürü cezalandırması ve (dilerse) büyük bir günahı dahi affetmesi mümkündür. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: Şüphesiz ki, Allah, kendisine ortak (şirk) koşulmasını affetmez. Bunun altında kalan günahları dilediği kimse için affeder. Kim, Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz ki, büyük bir günah uydurmuş olur.” (Nisa Suresi, 48)

Kaynak: Bu yazı “Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, Tercüme; Sıbğatullah Kaya, s.183,196” kaynağından kısaltılarak iktibas edilmiştir.

İrfanDunyamiz.com/ Kaynak Metinler

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Zannetmeden önce bir düşün…

2024 yılı Ramazan ayı… Ruhların manevi baharı… Allah nasip etti Ramazan’ın ilk günlerinde yine güzel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.