İman tağutu inkarla başlar

“(Ey Peygamber!) Sana indirilen ve senden önce indirilmiş olan Kitaplara inandıklarını iddia eden şu ikiyüzlülerin hâllerine bir baksana; (hem Müslüman olduklarını söylüyorlar, hem de Kur’an’ın hükmünü terk edip) tağut’un, (yani Allah’ın hükümlerini hiçe sayan o azgın kâfirlerin ve onların oluşturduğu kurumların) hakemliğine başvurmak (ve onların egemenliği altına girmek) istiyorlar. Hâlbuki kendilerine tağut’u kesinlikle reddetmeleri emredilmişti. Ne var ki şeytan, onları (doğru yoldan uzaklaştırıp) büsbütün saptırmak istiyor.”[1]

Ayet-i kerimenin nüzulüyle ilgili şöyle bir olay nakledilir: Medineli bir Yahudi ile münafık birisi arasında bir anlaşmazlık cereyan etmiştir. Bu münafık kişinin adı Bişr idi.[2] Münafık olan bu kişi Ensar’dandı.[3] Bazı münafıklar Müslüman olduklarını açıklasalar da cahiliye hükümlerine göre davalarının görülmesini arzu ediyorlardı.[4] Yahudi, münafığa; “Seni Muhammed’in hakemliğine çağırıyorum” deyince münafık da onu Ka’b bin Eşref adlı bir Yahudi bilgini ve şairin hükmüne davet etmiştir. Çünkü münafık olan kişi Ka’b’ın rüşvet aldığını ve hükümlerinde haksızlık ettiğini biliyordu.[5]

Neden tağut denildi?

Yüce Allah, tuğyanda ileri gittiği ve Resulullaha düşmanlıkta haddi aştığı için Kab bin Eşref’e tağut adını vermiştir. Şeytana işlevsel olarak benzediği için tağut adını vermiş de olabilir.[6] Ayet, vahye karşı hüküm beyan eden Kab bin Eşref’in tağut olduğunu tescillediği gibi, ilahi kurallar varken onlara teslim olmayıp vahiy karşıtı sistemleri din yerine koyanların huzurunda muhakeme olmayı da tağutun egemenliğine boyun eğmek olarak nitelemektedir.

Unutulmaması gerekir ki Kab’a muhakeme olmak için giden zatın imanı sahih olsaydı başkasının hükmüne razı olmazdı. Zira gerçek imanın gereği, vahyin dışındakileri inkâr etmektir. Kim Allah ve Resulünün dışındakilerinin hükümlerine razı olursa şeytana itaat etmiş olur. Zaten şeytan da insanı sapıtmak istemektedir. Hâlbuki haktan ayrılmak şirktir.[7]            

Kur’an-ı Kerim’in üzerinde özellikle durup mü’minleri sakındırdığı kavramlardan biri de “tağut” tur. Kur’an-ı Kerim’de “tuğyan” mastarı 31 defa geçmektedir. Tağut kelimesi ise sekiz defa geçmektedir. Anlamı; yükseklik ve yücelik iddia etmek, kibirde haddi tecavüzdür.[8] Suyun taşmasından istiare yollu alınmış bir kavramdır. Her haddi aşana, Allah’ın dışındaki ibadet edilen her varlığa tağut denir. Tekil ve çoğul olarak da kullanılır. Her haddi aşan; sihirbaz, kâhin, azgınlaşmış cin, şeytan ve mü’minleri hayır yolundan çeviren varlıklara bu isim verilir.”[9]

Sapkınlığa ele başılk yapan herkes tağuttur.[10] Ebu Cafer Taberi (v. h. 310), tağutu şöyle tanımlamıştır: Allah’a karşı haddi aşan ve kendisine kulluk edilen her şeydir. İster bu kulluk kişinin kendi iradesi ile olsun ister zorla, fark etmez. Kendisine ibadet edilen mabudun insan, şeytan veya put olmasının da farkı yoktur.[11]

Taberî’nin tanımından da anlaşılacağı üzere tağut; hayatı anlamlandırmakta ilahlaştırılan, kendisine mutlak teslim olunan varlıklardır. Şahıs olduğu gibi tüzel kişilikler de olabilir. Bu duruma göre liderler, krallar ve önderler de tağutlaşır; devlette tağutlaşabilir. Tağutlaşmanın nedenleri; dünyayı ahirete tercih etmek,[12] Allah Teâlâ’nın insanlar için tayin ettiği istikametten sapmak,[13] helal haram demeden kapital biriktirme arzusu,[14] kişinin kendisini herşeyden müstağni görüp insaniyet sınırını tecavüz etmesidir.[15]

Kur’an-ı Kerim insaniyet sınırlarını tecavüz edip hadlerini aştıkları için Firavun’un, Kab bin Eşref’in, İblis’in, Bel’am bin Baura’nın, hahamların, rahiplerin ve yönetime yakın duran kodamanların tağutlaşmasını ayrıntılı olarak anlatır ki Müslümanlar tağutlardan uzak dursunlar.

Kur’an-ı Kerim, özellikle de tağutların veli; hâkim, eğemen güç, yönetici ve otorite edinilmesini istememektedir. Çünkü Müslümanların mutlak velisi Allah Teâlâ’dır. O, tek ve mutlak velidir. Bu bağlamda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, inananların (koruyucusu, yardımcısı, hâkimi, otorite kaynağı, dostu ve) velisidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların velisi de (Allah’ın otoritesini ve hükümlerini hiçe sayarak kendilerini ilâhlaştıran insan ve cin şeytanları veya onların oluşturduğu kurumlar yani) tağutlardır. (Bu azgın güruh) onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte bunlar, cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır!”[16] Bu ayette Yüce Allah için velayet tekil ifade edilmişken tağutlar için ise aynı kelime çoğul kullanılmıştır. Bunun anlamı; tağutların değişik isim ve formlarda çokluğunu göstermektir.

Allah’a isyanın üç boyutu

Kur’an, tağut kelimesini Allah celle celaluh’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi ve maliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kimse(ler) için kullanır. Allah’a isyan üç derecede olur:

1- Eğer bir kimse kendisinin Allah’ın kulu olduğunu kabul eder, fakat pratikte O’nun emirlerinin aksini yaparsa buna fasık denir.

2- Bir kimse Allah celle celaluh ile irtibatını tamamen veya kısmen koparır ve başka birine mutlak anlamda bağlanırsa; hayatının tüm direktiflerini ondan alır ve şahısları, kurumları şâri’ yerine korsa o zaman kâfir olur.

3- Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve O’nun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa, o zaman tağuttur. Şu ayet bu konuda çok açıklayıcı malumat vermektedir: “Allah, birbirleriyle sürekli çekişen efendilerin emri altındaki bir adam ile sadece tek kişinin emrindeki bir adamı size örnek veriyor. Düşünün, bu ikisinin durumu hiç bir olur mu? (Elbette olmaz! Unutmayın ki göklerin ve yerin hazineleri O’nun katındadır ve madem ki bütün nimetler O’ndandır, o hâlde) bütün teşekkür ve övgüler de yalnızca Allah’a (olmalı, sadece Ona kulluk ve ibâdet edilmelidir!) Ne var ki, o inkârcıların çoğu (bu apaçık hakikati) anlamaya yanaşmazlar!”[17]

Ayetten anlaşılacağı üzere tağut; şeytan, rahip, dini veya politik lider, kral veya bir devlet olabilir. Bu nedenle bir kimse tağutu reddetmedikçe gerçekten Allah’a inanmış sayılmaz. Çünkü Allah’ı inkâr eden kimse, sadece bir tek değil binlerce “tağut”un kölesi olur. Bunlardan birisi kişiyi sürekli yanlış yapmaya teşvik eden ve ayağını kaydıran şeytandır. Diğeri ise kişiyi kendi arzu ve şehvetlerinin kölesi yapan ve sapık yollara yönelten nefsidir. Birçok efendinin kölesi olan kimse bütün hayatını imkânsız olan bir şey için, yani tüm bu efendilerin hepsini teker teker hoşnut etmek uğruna harcar. Ayrıca tağut; ilahi olmayan hükümlere göre kararlar veren otorite anlamına da gelir.[18] Bu anlamda tağutî devlet veya yargı kavramları çok anlamlıdır.

Batıl olan her şeydir

Batıl olan her şeye tağut[19] denildiği gibi idlal (saptırmak) şanından olan her asi ve tuğyan edene de tağut denir.[20] Tağut, Hakka, hakikate ve imana karşı gelen, Allah Teâlâ’nın kulları için çizdiği nizamı ve sınırları aşan her şeyi kapsar.[21] Tağuta iman; insanın küfür ve batıl çizgisine bağlı bulunduğunu ve neticede Allah’ı inkâr edeceğini ifade eder. Allah’a iman; insanın bütün sorumluluklarıyla, bütün boyutları ve kapsamıyla hayattaki uygulamasında hak noktasından hareket etmesi anlamına gelir. Bu iman, derin anlamı ile Allah celle celaluh’un dışındaki her şeyi reddetmeyi, Allah’ın belirlediğinin dışında bütün planlamaları, programları ve güçleri ezip geçmeyi içerir. İman eden bir insanın kalbinde Allah sevgisi ile tağut sevgisi asla bir arada bulunmaz. Tağutu inkâr etmek akidenin rüknü olduğundan iman ancak onunla tamam olur.

Tağut şöyle de tanımlanır; Kulun haddi tecavüz ederek Allah dışında, başkalarını mabud edinmesi, başkalarına uyması veya itaat etmesidir. Bu bakımdan her kavmin tağutu denilince o toplumun Allah ve Resulü dışında hakem kabul ettikleri ya da ileriyi görmeksizin körü körüne Allah’tan başka uydukları veya itaat ettikleri şeylerdir. Bilmeden itaatte bulundukları şeyleri Allah’a itaatmiş gibi değerlendirirler.[22]

Tağutlar çoktur ama önde gelenleri beştir:

1- Allah’tan başkasına ibadete çağıran şeytan. “Ey Âdemoğulları, ben size and vermedim mi ki: Şeytana kulluk (itaat) etmeyin, çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.”[23] Ahidden kasıt Allah Teâlâ’nın kullarına emirleri ve tavsiyeleridir. Çünkü O, şeytana itaat etmeme konusunda birçok akli delille beraber sem’i delilleri de indirmiştir, Şeytana ibadet; onun vesveselerine ve kötü amelleri süslü göstermesi neticesinde yapılan itaattir.[24] Özellikle de Allah’a isyan konusunda yapılan itaat şeytana kulluktur.[25]

Kur’an şeytanlaşmayı, azgınlaşma ve Allah Teâlâ’ya karşı gelme üzerinden tanımlar. Buradan bakılınca, cinlerin şeytanlaşması olduğu gibi nitelik bağlamında beşerin de şeytanlaşması olabilir. Allah’a isyanı emreden veya isyanı farklı formlarda sunan kimselere itaat ederek hayatı anlamlandırmak da şeytana ibadettir. Hatta İblis, görevini şeytanlaştırdığı kimseler ve kurumlar üzerinden yerine getirmektedir.

2 Allah Teâlâ’nın hükümlerini değiştiren zalimler de tağuttur. Allah celle celaluh konuyla ilgili buyuruyor ki:“(Ey Peygamber!) Sana indirilen ve senden önce indirilmiş olan Kitaplara inandıklarını iddia eden şu ikiyüzlülerin hâllerine bir baksana; (hem Müslüman olduklarını söylüyorlar, hem de Kur’an’ın hükmünü terk edip) tağut’un, (yani Allah’ın hükümlerini hiçe sayan o azgın kâfirlerin ve onların oluşturduğu kurumların) hakemliğine başvurmak (ve onların egemenliği altına girmek) istiyorlar. Hâlbuki kendilerine tağut’u kesinlikle reddetmeleri emredilmişti. Ne var ki şeytan, onları (doğru yoldan uzaklaştırıp) büsbütün saptırmak istiyor.”[26]

Ayetin nüzul sebebinden yukarda kısaca bahsettik. Ana tema; Allah Teâlâ’nın hükmüne rağmen hüküm beyanının tağutlaşma (haddi aşarak fıtrata yabancılaşma) olduğunu beyandır. Ayeti nüzul ortamına ve sebebine hapsedip tarihselleştirmek, vahyi mumyalamaktır. Evrensel bir din olan İslâm adına en büyük tehlikedir.

Günümüz tarihselciliği, kapitalizmin yolunu açmak isteyen Protestan ahlakının farklı bir söylemidir. Akademyada modernizme hizmet ederek dinin, hayatın genişlik alanına müdahalesini farklı söylemlerle engellemek istemektedir. Günümüzde de Müslümanlardan çoğunun tarihselcilikten etkilenerek gayr-i İslami kuralları hayatlarında bağlayıcı prensipler olarak gördükleri müşahede edilmektedir.[27]

Ayet bağlamında söylersek, tağuta teslim olmaktadırlar. Şahsi çıkarları uğruna veya hevalarına uyduğu için ilahi hükümler yerine beşeri hükümleri tercih etmektedirler. İlahi hükümler karşısında din olma iddiasındaki bu kurallar tağutun kanunları, hazırlayıcıları da tağuttur. Eğer kişi bu hükümlerin dini hükümlerden üstün olduğuna iman ederek tağutun ahkâmını ister ve tercihte bulunursa İslâm’dan çıkar.

3- Şu ayete göre, Allah’ın indirdiğinin gayrısıyla hüküm verenler de tağuttur: “Gerçek şu ki içerisinde (hikmet dolu öğütler,) hidayet ve aydınlatıcı nur bulunan o Tevrat’ı Biz indirdik.(Nitekim Musa’dan sonra gönderilen ve Allah’a içtenlikle) boyun eğmiş olan Peygamberler, Yahudiler arasında onunla (yani Allah’ın kitabı Tevrat’la) hükmederlerdi. Ayrıca, (kendilerini Allah’a adamış olan âdil yöneticiler, yani) rabbânîler ve âlimler de ona göre hüküm verirlerdi. Çünkü onlar, Allah’ın kitabını (öğrenmek, öğretmek ve uygulamak suretiyle) koruyup gözetmekle görevliydiler ve (tüm hâl ve hareketleriyle) onun (hak bir kitap olduğuna şehadet eden hakikat) şahitleri idiler. Öyleyse insanlardan değil, Benden korkun! Benim (gerek Tevrat, gerek İncil ve gerekse Kur’an’daki) ayetlerimi, (özellikle de, Son Elçiyi müjdeleyen Tevrat ayetlerini servet, makam, şan, şöhret gibi) basit menfaatlerle değiştirmeyin! Unutmayın ki her kim Allah’ın (egemenlik yetkisini reddederek O’nun) indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa, işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir!”[28]

Konuyla ilgili müfessir Taberi şöyle demiştir: Kim ki Allah’ın kitabında indirip insanların arasında hükmetmek için gönderdiği hükümlerini gizler ve bu hükümlerin dışındakilerle hükmederse ayet-i kerimenin muhatabı olur.[29] Müfessir Âlûsi’nin beyanına göre ayetteki “her kim ki” anlamına gelen “men” edatı Allah celle celaluh’un indirdikleriyle hükmetmeyen herkesi kapsamı içerisine alır ve umumilik bildirir.

Bu ayetin Yahudiler hakkında indiğini söyleyenlere, Âlûsi’nin tefsirinde yer alan rivayete göre Şa’bi rahmetullahi aleyh şöyle cevap vermiştir: “Maide Suresi’ndeki bu üç ayet-i kerimenin (44, 45 ve 47. ayetler) ilki mü’minlerle, ikincisi Yahudilerle, üçüncüsü de Hristiyanlarla ilgilidir.” Tarihselleştirme çabaları anlam olarak erken dönemlerde başlamıştır denilebilir. Bu bağlamda bir şahıs Maide suresindeki bu ayet-i kerimenin Kitap Ehli ile ilgili olduğu görüşünü iddia etmiştir. Bu iddiaya Huzeyfe radıyellahu anh da ilginç bir cevapla reddiyede bulunmuştur. “Bu İsrail oğulları sizin için ne iyi kardeştirler (!) doğrusu. Acı olan bir şey onlara, her tatlı şey de size! Allah’a yemin olsun ki adım adım onların yollarından gidecek ve onların gördüğünü göreceksiniz.”[30] Huzeyfe radıyellahu anh bu izahıyla Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin evrensel oluşuna dikkat çekmiş ve bir anlamda tarihselci zihniyete asırlar öncesinden cevap vermiştir.

Bu ayetlerden şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Hüküm iki türlüdür;

a- Cahiliye hükmü. Batıla dayanan ve Allah’ın vahyinden uzaklaşan hükümdür. Genellikle kendi çıkar, menfaat ve enaniyetlerinden hareketle beşerin yaptığı hükümlerdir. Böyle bir hükmün kaynağı mutlak hakikat olan İslâm’ı reddetmek de olabilir. Buradan bakıldığı zaman cahiliye hükmü bir niteliktir. Zamanla ve mekânla kayıtlı değildir. Her zaman ortaya çıkması muhtemeldir.

b- Allah celle celaluh’un Resullerine vahyettiği ve kulları için uymalarını emrettiği ilahi hüküm. Bu hüküm insanın fıtratına ve yararına uygundur. Kişiyi, insanlığından bezdirip hayra yaptığı yolculuğu engelleyen olumsuzluklardan uzak bir hükümdür. Allah’ın hükmü, toplumun ana kaygısı olarak yaşamalı ve insanların uyguladığı bir unsur olarak sürekliliği teyit edilmelidir. Peygamberlerin gönderiliş amaçları; ilahi hükümlere ızdırari olarak itaat eden evrende, insanların ihtiyarına göre ilahi kanunları uygulayarak mutlak adaleti sağlamaktır.

4 Allah’tan ayrı olarak gaybı bildiğini söyleyip iddia edenler de tağuttur. Çünkü gaybı yalnızca Allah Teâlâ bilir:”“(Yaratılmışların algı ve idrâk sınırlarının ötesinde bir âlem olan) gayb’ın anahtarları O’nun elindedir; O’ndan başka hiç kimse gaybı bilemez. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilmektedir. O’nun bilgisi dışında, ne (dalından tek) bir yaprak düşer, ne de toprağın derinliklerine bir tohum; (evet, canlı-cansız,) yaş, kuru hiçbir şey yoktur ki (varlık kanunlarının yazılı bulunduğu) apaçık bir Kitapta (levh-i mahfuzda kaydedilmiş) olmasın”[31] ayeti bunu açıkça ifade etmektedir.

Daha açılmamış, meydana gelmemiş, bizim ilmimizin yetişmediği o kadar gayb hazineleri vardır ki bütün bunların kapıları veya anahtarları ancak Allah’ın yanındadır. Görünmeyen ve görülen akılla idrak edilen ve duyularla hissedilen, külli ve cüz’i şeyler, büyük küçük sessizlik ve istikrar, hareket ve hareketsizlik, hayat ve ölüm, kısacası; olmuş olacak, gizli açık her şey bütün ayrıntıları, bütün inceliğiyle gayet açık ve beliğ bir kitaptadır. Yani Allah’ın ilminde veya Levh-i Mahfuz’dadır. Hem tek tek, hem de kanunlar zinciriyle Allah katında bilinmekte ve kaydedilmiş bulunmaktadır.[32] Yukardaki ayetten ve emsali ayetlerden çıkan sonuca göre; kâhinler, sihirbazlar, falcılar ve gelecekten malumat verme iddiasındaki din baraonları da birer tağuttur. Bunlardan uzak duranlar imanlarını muhafaza ederler.

Enam suresindeki bu ayeti zihnimizde musavver hâle getirecek olursak görürüz ki dünyadaki milyarlarca ağacın herhangi birisinden bir yaprak bile ilahi iradeden habersiz düşmemektedir. Yaratandan önce izin alıyor, ömrünü tamamlayıp düşüyor. Bu ayetten anlaşılan, Yüce Allah ayrıntının ayrıntısını, tekilin tekilini bile bilmektedir. Allah Teâlâ’nın ilminin sonsuzluğuna delalet eden bu ve benzeri ayetler varken filozofların bir kısmının “Allah tikelleri ve tekilleri bilemez” şeklindeki hezeyanları marifetullah eksikliğidir.

Temelinde Allah’ı sadece “ilk muharrik” olarak gören Aristo taklitçiliği de olabilir. Onların itikadi durumlarıyla ilgili değerlendirmeyi İmam Gazzali yapmıştır. Onlara yeniden dönmeyeceğiz. Günümüzde ise bazı akademisyenlerin aynı sapkınlığı tekrarlayarak; “Allah, benim evleneceğim kızı bilmez” demeleri marifetulah eksikliği olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’e bütünlük çerçevesinde bakamamaktan kaynaklanan bir yöntemsizlik ve cehalettir.

5 Allah’tan başka ibadet edilen ve kendisi de bu ibadete razı olan kişi de tağuttur. Bu husustaki ayet şöyledir: “(Yahudiler, aşırı bir saygıyla bağlanıp yücelttikleri, emirlerini mutlaklaştırdıkları din adamları olan) hahamlarını ve (Hıristiyanlar, aynı şekilde kendi papazlarını ve) rahiplerini, (verdikleri her hükümleri Allah’ın kitabına uyup uymadığını araştırmadan doğru kabul ederek, onları) Allah’tan ayrı birer Rab konumuna getirdiler, zaten Meryem oğlu İsa Mesih’i de (yaratana iftira ederek Allah’ın oğlu diye açıkça ilâh edinmişlerdi.) Oysa onlara (Kitap da) kendisinden başka hiçbir tanrı olmayan tek bir İlah’a kulluk etmeleri emredilmişti. (Fakat onlar, “eşi ve ortağı olan, kulları arasında seçilmiş bir topluma ayrıcalıklı davranan ve özgür düşünceyi yasaklayan” bir tanrı inancı oluşturdular.
Hayır! Gerçekte Allah) onların (tasavvur ettiği noksan sıfatlardan münezzehtir, ilâhlık mertebesine yücelterek Allah’a) ortak koştukları her şeyin üzerinde ve ötesindedir, çok yücedir!”[33]

Kitap Ehli olan Yahudiler ve Hristiyanlar, genellikle Allah’ın kitabında açıktan açığa hahamların ve rahiplerin sözlerine ters düşen şeyler bulurlar. Bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların ve rahiplerin sözlerini tutarlardı. Onların bu davranışları din adamlarını ilahlaştırmaktır. Herhangi birini rab edinmek için ona mutlaka “rab” ismini vermiş olmak şart değildir.

Rab kelimesi

“Rab” kelimesi marife olarak “er-Rab” şeklinde, yalnız Allah hakkında kullanılır. Bazı İslam bilginleri, “er-Rab” isminin Allah’tan başkasına itlakında lügavi değil, dinî engel görürler. Kelimenin Kur’an-ı Kerim’de kullanılış biçimi ise şöyledir: Rab ismi, “Allah” lafza-ı celalinden sonra uluhiyyeti belirtmek için Kur’an-ı Kerim’de en çok kullanılan bir isimdir ki toplam Kur’an’da 970 defa geçmektedir. Fiil olarak yalnız iki defa varit olmuşken mastar olarak hiç örnek yoktur. Rab isminin çoğulu “erbab”, dört yerde Allah’tan başka tanrı gibi ibadet olunan, tanrılaştıran varlıklar için kullanılmıştır. Kullanılan ayetlerin biri Mekkî, diğerleri Medenî olup Ehlikitap hakkındadır.[34] “Rab” ismi Kur’an’da Mekkî surelerde %65-70 oranında kullanılmaktadır.

Mekkî surelerde “Rab” isminin daha çok kullanılmasında Allah’ı fonksiyonel açıdan daha iyi tanıtma gayesi yatmaktadır. Çünkü müşrikler, yakın komşuları olan Bizans’ın etkisinde kalarak Aristocu bir ilah anlayışına sahip olmuşlardır. Mekkeli müşrikler de evreni yaratıp sonra da mahlûkatı kendi hâline terk etmiş “emekli ilah” düşüncesi egemendi. Onlar da “tanrıyı ilk muharrik” sayıyorlardı.  Kur’an-ı Kerim, Rab isminin derinliğinde var olan anlamları zihinlere yerleştirmek suretiyle düşüncede tevhidî bir devrim yapmıştır. Buna binaen Mekkî surelerde bu ismin çok kullanılması oldukça anlamlıdır. Fonksiyonel tanıtım zihinlerde karar bulunca, Kur’an “Rab” ismi yerine lafzay-ı celali daha çok kullanmaya başlamıştır.

Burada bir ilgi kuracak olursak modern insan da Allah’ı antik (kadim) cahiliyeden farklı anlamamaktadır. Yaratmada onu kabul edip hayatın düzenlenmesinde vahye kısmi bir şekilde yer vermek veya hiç yer vermemek suretiyle politeist (çok tanrılı) bir hayatı tercih etmektedir. Zaman zaman da Allah’ın varlığını kabul edip hayata müdahil olmadığını savunan deist anlayışı öne çıkarmaktadır. Hayatı yönlendirmede icat edilen tanrı-insan(lar) mutlak otoritenin sahibi yapılarak kişiler rububiyyet makamına yüceltilmektedirler. Normatif bir dil kullanacak olursak kelami açıdan hepsi de küfürdür.

Ruhban ve Ahbar

İslâm dinine göre âlimlerin ve yöneticilerin görevi İslam’ı tebliğ etmek ve uygulamaktır. Bu açıdan onlara olan itaat, Allah’a ve Resulüne olan itaate bağlıdır.[35] Bu ölçü kâmil anlamda verilmediğinde, insanların bilgileri eksik olur ve itaat konusunda vahim sonuçlar ortaya çıkar. Kur’an-ı Kerim’in deyimiyle Allah’tan başkaları “rab edinilir.” Yukarıdaki ayette geçen “Hıbr” kelimesi Yahudi din âlimlerine verilen isimdir, çoğulu “Ahbar”dır. “Rahip” de Hristiyan din âlimi demektir. Çoğulu “Ruhban”dır. Kur’an-ı Kerim’in bu ifadesinden Yahudi ve Hristiyanların, din adamlarını tanrı veya tanrının oğlu sayacak kadar kutsallaştırdıkları anlaşılmaktadır.

Burada şu tespit önemlidir: “Kişinin, derdini Allah’a değil hahama, papaza dökmesi, Allah yerine papaza yalvarması, din adamını Allah ile kul arasında aracı yapması onu tanrılaştırmak demektir. İnsan bir noktaya gelir ki Allah’ı bırakır da kendisi gibi aciz insanı yanılmaz kabul eder. Onun her dediğine kayıtsız şartsız uyar. Dine aykırı da olsa onun sözünü yerine getirir. İşte Yüce Allah, böyle yapan insanları kınamaktadır.”[36]

Hatta ayet-i kerimenin arka planı ile ilgili şöyle bir olay anlatılır: Resulullah’ın daveti kendisine ulaştığında Şam’a kaçıp Hristiyan olan Adiy bin Hatem, daha sonra kız kardeşinin gayretiyle Müslüman olmak üzere Medine’ye getirildiğinde Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, mescitte Tevbe Suresi’nin 31. ayetini okuyordu. Adiy, ayet-i kerimeyi dinlemiş ve Hristiyanların, rahiplerine tapmadığını söylemiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz de; “Ruhbanlar onlara helali haramlaştırıyorlar; haramı da helalleştiriyorlar. İnsanlar da bu hususta onlara itaat ediyorlar ki işte bu onlara tapınmadır.” buyurmuştur.[37] Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem bu evrensel izahında insanın rablik iddiasıyla Allah Teâlâ’ya rağmen helal ve haram tayin etme arasında ilgi kurmuştur. Bu aşırı uygulamaya gönüllü itaat ise ilah değiştirmektir; şirktir. 

Müslümanların tevhidi çizgide kalmaları ve hayatlarını iman üzerine hitam buldurabilmeleri için şu gerçeği unutmamaları gerekir: Âlim; âlim olmak haysiyetiyle ancak Hakk’ın kuludur. Başka bir şeyin kulu olamaz. O da, Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Lakin delilin şanı bizzat kendine değil, işaret ettiği hakka delalet eder ve açıklar. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise, ilmi haysiyetten uzak birer tağuttur. Âlimlere kulluk; haddinden fazla bir kıymet vermek, mesela; hatayı, doğruyu, hakkı hak olmayandan ayırmayarak hak ilminin icabı olmayan fikirlerini, sözlerini, Hakk’ın emrinden çıkarılmayan şahsi görüşlerini, heva ve nefislerine uymanın mahsulü olan keyfi fetvalarını ve iradelerini revaçlandırmak da bir şirktir.

Aynı şekilde; güya onlarda Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram yapabilecek, Hakk’ın hükmünü değiştirecek ve tahrif edebilecek bir hak ve yetki bulunabilirmiş gibi kasdi sapıklıklar şöyle dursun, Allah’ın emrine muhalif olduğu açık olan hatalarına bile itaati uygun görmek, kısacası Allah ne diyor diye düşünmeden, Allah’ın emrine uymayı hesaba katmadan tabi olmak dahi öyle bir şirk ve küfür demektir. Allah’ı bırakıp başkalarına tapmaktır.[38]

Kur’an-ı Kerim’deki tağut kavramı doğru anlaşılırsa, Müslümanların yaşadıkları siyasayı istikamet üzerine tahlil etme imkânları olur. Bu kavramın yakın tarihte içi boş slogan hâline getirilmesiyle Müslümanlar hedefe varmak yerine hedef sapmasına uğratıldı. Hâlbuki dinin amacı, tağutu tanıtıp varlık alanlarına son vermek ve İslâm’ı hâkim kılmaktır. Tağutu bilmek ve inkâr etmek kelime-i tevhidin birinci rüknüdür. Tağutu inkâr etmeyen ve hayatından çıkarmayan bir kimsenin Müslümanlık iddiası mesnetsizdir.

HATIRLATMA: Her Müslüman tağutu ve işlevini vahiy merkezli tanımak zorundadır. İmanının sıhhati tağutu tanımak ve onu inkâr etmekle mukayyettir. Ayetin yüklediği teklife göre ne kimse tağutlaştırılmalı ne de tağutlaşmalıdır. Her ikisi de şirktir. Bu anlamda hayatın genişlik alanı sürekli kontrol edilmeli ve vahye uygunluğuna veya uygunsuzluğuna göre muhasebe edilmelidir. Bir anlık boşluk insanın imanına zarar getirebilir.

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

DİPNOTLAR  
1. Nisa 4/60
2. İbni Vehb, El-Vâdıh, c. I, s. 157; 
3. Taberi, Cami’u-l Beyan, IV, 156
4. İbni Kesir, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 492.
5. Mücahid, Tefsir, s. 54; Taberi, a.g.e, IV, 155-156
6. Zemahşeri, Keşşaf, c. I, s. 514.
7 İbni, Â’rabi, Muhyiddin, Tefsir, Dar’u-l kütüb’il ilmiyye, Beyrut, c. I, s. 170
8 Elif Efendi, Hasırızâde, En-Nur’u-l Furkan, Kültür Bak. Yay. 2015, İstanbul, c. II, s. 47.
9 el-İsfahani, a.g.e, s. 521.
10 Şevkâni, Feth’u-l Kadir, s. 217. 
11 Taberi, a.g.e, III, 21; Şevkâni, Feth’u-l Kadir, s. 219.
12 Bak: Naziat 79/17
13 Bak: Hud 11/112
14 Bak: Rahman 55/8
15 Bak: Alak /6
16 Bakara 2/257
17 Zümer 39/29
18 Mevdûdî, Tefhim, a.g.e, c. I, s. 331.
19 Bilmen, Tefsir, III, 616.
20 Vehbi, Tefsir, III, 959.
21 Kutub, a.g.e, I, 292.
22 el-Kahtani, a.g.e, 23.
23 Yasin 36/60.
24 Zemahşeri, a.g.e, IV, 22.
25 Taberi, a.g.e, X, 457.
26 Nisa 4/60.
27 Fadlullah, a.g.e, VII, 208.
28 Maide 5/44.
29 Taberi, a.g.e, IV, 593.
30 Âlûsi, a.g.e, VI, 146.
31 En'am 6/59
32 Yazır, a.g.e, III, 374.
33 Tevbe 9/31.
34 Bkz. Yusuf 12/39; Âl-i İmran 3/64, 80; Tevbe 9/31.
35 İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkıîn, II,169.
36 Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, III, 1136.
37 İbn Kesir, Tefsir, II, 333.
38 Yazır, a.g.e, IV, 216.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.