Değerli dostlarım, her insanın bir hikayesi vardır. Bizim kuşağın hikayeleri hep birbirine benzer. Ya hasta oluruz doktor bulamayız, ya bir hocadan dayak yeriz. Bakalım okuyunca kendinizden bir şeyler bulabilecek misiniz? İnsanın bazen; “Ah bir çocuk olsaydım” diyesi gelir. Bazen de buruk hatıralar yakamızı bırakmaz. Bugün çocukluk yıllarım geldi aklıma… Sizlere biraz kendi hikayemden bahsetmek istiyorum.
Boyabat‘a 29 km uzaklıkta Çukurhan Köyü’nde dünyaya geldim. Bin bir zorlukla çocukluk dönemini geçirdik. Yine de köyde durumu iyi olan bir ailenin ikinci oğluydum. Biz Çukurhan Yaylası‘nda duruyorduk, oradan en az 3-4 km Orta Köy’e ders okumaya gidiyorduk. Elimizde birer odunla sabah erkenden gider, öğle namazından sonra azığımızı yer ikindi namazından sonra tekrar eve dönerdik.
Bana inanmadı
6-7 yaşlarında aynı zamanda dayımız olan köy hocamızdan Elifba okumaya başladık. O zaman Elif cüzü bitecek Amme, Tebâreke cüzleri bitecek, öyle Kur’an a geçiyorduk. Hocamız dersleri çok sıkı tutar, çıt çıkmadan dersler sessizlik içerisinde işlenirdi. Herkes ondan çok korkardı. Çünkü sopası pek kuvvetli idi.
Hiç unutmam, uzunca bir sopası vardı, köşede durur, konuşanların başına onunla vururdu. Bir arkadaş o sopayı yerinden oynattı. Sopa gaz lambası şişesini kırdı. Ben yakınında olduğum için Hoca benim kırdığımı zannedip elindeki sopayla beni bir güzel dövdü. Her tarafım morardı. Bir haftadan fazla derse gidemedim.
O gün bana kızgınlıkla; “Sen adam olamazsın” demişti ki bu sözü sopadan çok daha ağır gelmişti. Anam morlukları görünce çok üzüldü. Ana yüreği ile biraz söylendi ama şimdi onları anlatmaya gerek yok. O yıllarda doktor filan bulmak kolay değildi. Bir koyunun derisini yüzüp bana giydirdiler. Morlukların geçmesi için bir hafta o deri ile gezdim. Artık ağrıları unuttum, derinin kokusundan duramıyordum.
Okula başladım
Yanılmıyorsam 1969 senesinde köyümüzde İlkokul açıldı. Köy hocamız büyüklere Türkçe alfabeyi öğrettiği için büyükleri öğretmen 2. sınıfa bizleri 1. sınıfa kaydetti. Kış günü 4- 5 km yayladan dört kişi bazen belimize kadar kadar sopayla derse gidiyorduk. Orman içinden gittiğimiz için yırtıcı hayvan korkusu ile birbirimize çok yakın korka korka gidip geliyorduk. Geri gelirken de ormandan kurumuş çalı çırpıları annemize yardım olsun diye sırtımızda yüklenir evimize öyle gelirdik. Annemiz de onlarla ocak yakardı.
İlkokul 1. sınıfı bu şekilde gidip gelerek bitirdim. Derslerim de gayet güzeldi. İkinci sınıfa geçtiğimde ilk işim köyün hocası olan dayıma mektup yazmak oldu. “Sen bana adam olamazsın demiştin. Bak ben ikinci sınıfa geçtim ve bu mektubu sana kendi ellerimle yazıyorum” diye bir şeyler karaladım. Çünkü yediğim dayak bir tarafa hak etmediğim o söz çok ağrıma gitmişti. İleride o dayım evlenmeme vesile oldu; onunla da helalleştik. “Beni çocukken çok dövdün” dediğimde; “Hatırlamıyorum” diyordu.
Kayıt oldum
1970 senesinde rahmetli dedemin Boyabat Yeni Mahalle’de yaptırmış olduğu eve taşındık. Babam beni okula yazdırmak için mahallemizdeki Cengiz Topel İlköğretim Okulu’na götürdü.
Müdür Bey’in odasında kayıt oldum. Müdür Bey bir ansiklopedi çıkardı ve; “Oku bakayım evladım” dedi, ben de takır takır okuyunca bir bayan bir de erkek öğretmen vardı, ikisi de kollarımdan tutarak kendi tarafına almak için çekiştirmeye başladılar.
Erkek öğretmen Halim Büyükbostancı; “Müdür Bey geçen seferki çocuğu öğretmen hanım aldı bu öğrenciyi müsaadenizle ben alacağım” deyip beni kendi sınıfına götürdü. Artık yeni sınıfıma alışmaya çalışıyordum. Ama hani sürüye sonradan katılanı iter kakarlar ya; işte bende ilk zamanlar öyle oldum. Belli bir zaman sonra beni de kabullendiler, hem de her etkinlikte bir ve beraber olduk.
Taze simit
Dokuz yaşında ilkokula başladığım için hafta sonları aileme katkı olsun diye Simitçi Hasan’ın fırından 100 simit alıyor, Erenlik Tepesi’nden sata sata Yeni Mahalle’deki evimize geliyor, sabah kahvaltısını annem ve kardeşlerimle yapıyor, kardeşlerime birer simit veriyor kendim yemiyordum. Evden tekrar çarşıya çıkarak kısa sürede simitleri bitiriyor kazandığım parayı anneme veriyor, aile bütçesine katkıda bulunuyordum. Simit satarken şöyle bir dörtlük bestelemiştim:
Yeni çıktı fırından,
Eskişehir’in unundan,
Boyabat’ın suyundan,
Simitçi Hasan’ın fırından,
Çıtır çıtır gevrek simit.
Boyabat’ın her sene Ekim ayında panayır olurdu. Çadırlar kurulur, salıncaklar, oyuncaklar getirilir, satış yerleri, hayvan pazarları kurulurdu. Hafta sonları orada da simit satarak harçlığımı çıkartmaya çalışırdım.
Simit satarken bir arkadaşıma rastladım. Bunlar dokuz kardeş, babalarının durumu pek iyi değil… Panayıra gelmiş ama benim elimdeki simitlere gözünü dikti hiç ayırmıyor… Sordum; “Simit vereyim mi?” diye; “Ben tokum” dedi almadı. Ben durumlarını bildiğim için bir tane simit verdim almak istemedi, ısrar edince aldı.
Seneler sonra beni görünce o durumu anlattı. “O gün çok acıkmıştım, bir şey alacak param da kalmamıştı. O simidi vermeseydin kapıp kaçacaktım. Utancımdan isteyememiştim” dedi. Bunlar da bir demdi geldi geçti vesselam. Kalın sağlıcakla…
Osman Gülşen/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.