Kur’an bilgisi öne geçirir…

Yaratmada Allah’ı kabul etmek kişinin Müslüman olması için yeterli değildir. “Yaratma ve emretmenin”[1] arası açılır, birincisi Allah’a verilirken emretme bir başkasına veya kurumlara verilirse bu davranış gerçek şirktir. Kur’an-ı Kerim, bize koyu müşriklerin bile Allah’ı yaratıcı ilah olarak kabul ettiklerini şu ayette haber vermektedir: “De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Onlar; ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: ‘Peki, siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?”[2]

Müşrikler de, ilk yaratılışın Allah tarafından başlatıldığını ve ilahların bunda dahlinin olmadığına inanıyorlardı. Dolayısıyla Allah’ın varlığını kabul hususunda müşriklerin problemleri yoktu. Onlar, ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allah’ın rububiyetini kabullenmiyorlardı.[3] Bilgi kaynaklarında vahyin olmayıp olaylara rasyonel veya sansualist bakışları onları hem inkâra hem de bağnazlığa sürüklemiştir. Yukarıdaki ayette de geçtiği üzere Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar yaratıcı ilah olarak Allah’ı kabul etmelerine rağmen emredici ve hayata hükmedici varlık olarak Allah’a inanmıyorlardı ki bu nedenle kendilerine müşrik denilmiştir. Aristocu ilah anlayışının etkisinde kalarak Allah Teâlâ’nın hayatın ayrıntılarına müdahalesini şiddetle reddetmişlerdir. Aynı sapık anlayıştan dolayı modern hayat da cahiliyeye dâhil olmuştur.

Rubibiyet alanı

Emretme alanında Allah Teâlâ’yı kabul etmeme, insanlığın içine düştüğü yeni bir inkâr türü değildir. Tarihte hep var olmuştur. Günümüzün bu bağlamdaki en önemli sorunu, hayatın genişlik alanında Allah’ın hâkimiyetini bilerek veya cehaleten reddedenlerin kendilerini hâlâ Müslüman saymalarıdır. Siyaset, hukuk, eğitim-öğretim, sosyal ilişkiler, iktisat ve diğer alanlarda Allah’ın hâkimiyetine sınırlama getirmenin insanı Müslümanlıktan çıkaran şer’î bir suç olduğunu insanların çoğunun bilememeleridir veya bilmelerine rağmen menfaatleri nedeniyle batılı içselleştirmeleridir.

Elbette bu cehalette veya kasıtlı yanlış yapmakta ilim ehlinin büyük payı vardır. Zira ülkemizde Kur’an ve Sünnetteki tevhidin hakikati halkımızın seviyesine indirilerek yalın bir dille anlatılmadı. Tevhidin özellikle rububiyet alanı yeterince vurgulanmadı. Kelâm tarihi okutmakla akaid ilmi öğrenmek birbirine karıştırıldı. Kimse okuduğu kelâm tarihinde toplumun inanç yapısını veya kendinin îmanî durumunu göremedi. Ülkemizdeki Kelam ilmi akademisyenleri laiklikle ilgili gerçek değerlendirmeyi yapamadılar. Kemalizm ile alakalı bir şey söylemediler. Yeni fırka, mezhep ve ideolojilerin itikadi hükümlerine dair ortaya bir hüküm koyamadılar. Fetva ehli sustu ve ümmeti aydınlatamadı. 

Şunu da itiraf edelim ki bu konularla ilgili yeni çalışmalar yapılmadı ve ideolojilerin itikadi sonuçlarıyla ilgili nihai çıkarımlar netleştirilmedi. Veya netleştirilenler bile topluma deklare edilmedi. Bunun nedeni, ideolojik bir zemine oturan modern devlet, yapılacak itikadi bildirimle meşruiyetini kaybedecektir. Ona destek veren kitleler irtidat suçuyla karşı karşıya geleceklerdir. Bütün bunlarla ilgili metodik ve yerinde söylemi yapacak ehliyetli zevat olmadığı için toplum yanlış gidişinden rücu etmedi.

Bunları konuşmakla tekfir hastalığı arasında ilgiler kurularak kimsenin düştüğü itikadi yanlışlarla alakalı âlimler(!) ağızlarını bile açmadılar. Kısacası sözde ulema, milletimizin içine düştüğü siyasal şirk başta olmak üzere toplumun günahlarının ortaklarıdırlar.  Zira boşlukta kalan kimseler böyle ilmi bir durumu değerlendirecek hâlde olmadıkları için verili durumu Müslümanlık zannettiler. “İnandık demekle kurtulacaklarını” zannettiler. Konuyla ilgili kitabi yorum yapanlar ise “radikal” söylemle suçlanıp susturuldular.

Suskunluktan yararlanan sistem yanlıları ise toplumsal sapmaya meşruiyet(!) aradılar. Netice-i kelam; bugünkü yaşanan sapıklıklarda bilip de hakikati söylemeyen ilim ehlinin vebali çok büyüktür. Daha totoliter ülkelerdeki Müslüman ilim adamları laisizim vb. konularda kitaplar yazmalarına ve araştırmalarını toplumlarıyla paylaşmalarına rağmen ülkemiz ulemasının suskunluğunu ve sözde İslâmcı aydınların laikliğe getirdikleri kendilerinden menkul tanımları anlamak mümkün değildir.[4] Burada şu hususu yinelemek isteriz; ülkemizde laiklik vb. ideolojilerin itikadi değerlendirilmesinin yapılmaması garip değil mi?

Tevhidilik prensibi

Tevhidilik prensibi, hayatın genişlik alanı içerisinde yer alan her türlü işte Allah Teâlâ’nın emirlerini mutlak bağlayıcı kabul edip bireysel ve toplumsal gidişatı vahye göre anlamlandırmaktır. Siyaset alanı da buna dâhildir. Yüce Allah bireyin ve toplumun ideal biçimde yönetilmesini Kur’an’da emretmiş, prensiplerini koymuş, peygamberinin uygulamalarıyla da ideal yönetimi insanlığa göstermiştir. “Camiye siyaset girmez” diyenler dinin siyasetle alakalı emirlerini hiçe sayan ve kendilerinin dinin süzgecinden geçirilmesine razı olmayan zavallılardır. Dinin konuşma alnına sınırlama getirmek isteyen emperyalizmin kuklalarıdırlar.

Camide doğup kurumlar oluşturan bir dinin camiden bile bir kısmının kovulması çok acı bir durumdur. Camilerin var oluş amacı Allah’ın dinini sahih bir biçimde tebliğ etmektir. Siyasetteki tevhidilik ilkesinin ehliyetli ilim adamları vasıtasıyla camilerde halk ile buluşturulması Müslümanları sağ ve sol partilere ucuz oy deposu olmaktan kurtarmanın yegâne yoludur.

Dünya sistemini ülkemize yerleştirmek ve milletimizi dinine yabancılaştırmak isteyenler camide tevhidin siyasi boyutlarının konuşulmasını yasaklamışlar ve bir zamanlar ceza hukukuna bu konuda ağır maddeler (163. Madde) koymuşlardır. Bizim düşüncemiz, konuyla ilgili hamasi fikirler beyan etmek yerine, Müslümanların daha mükemmel ve insanca nasıl yönetileceğine dair kuralları vahiy eksenli olarak projelendirmek ve ümmetle buluşturmaktır. Henüz bu konularda ciddi adımların atılmadığını şimdilik söyleyebiliriz.

Siyasette vahdet, birlikte çay ve çorba içmek gibi basit bir eylem değildir. Tevhidi noktada oluşacak bilinç hâli vahdetin; birlik ahlakının anahtarıdır. Tabanda ve siyaset yapanlarda oluşmamış bu tevhidi bilinç ülkemizdeki politik kurumların içerisinden İslâmî bir hareketin de doğamayış nedenidir. Bu bilinç hâlini yakalamadan meydana gelen birlikteliklerin tamamı yapaydır. Ülkemiz insanı particilik anlayışını dininin önüne geçirdiği ve siyasete tevhidi bakışı etkin kılmadığı müddetçe vahdet ahlakı sadece hayaldir.

Kurtuluş çaresi

Velayet ve siyasetle alakalı kötü ahvalden kurtulmanın çaresi; hayatın her alanında Kur’an-ı Kerim’i uygulamayı en büyük değer haline getirmektir. Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, risaleti boyunca bunun mücadelesini vermiştir. Kur’an-ı Kerim’i anlamayı ve hayata vahiyden çözüm üretmeyi biricik kriter olarak anlatmıştır. Buna bağlı olarak, “Kur’an’ın bir nameye, sadece zevk alınan okuyuşa/mezamire” çevrilmesini büyük bir tehlike saymış[5] ve şu anlayışı tüm insanlığa yerleştirmeye çalışmıştır. “Kur’an amel edilmek; hayatın her alanında kendisiyle uygulama yapmak için gelmiş bir kitaptır.” Kur’an-ı Kerim yalnız inanç kitabı değil; hem inanç, hem şeriat hem de kanun kitabıdır. Kur’an’ın bu özelliği onu öteki kitaplarından ayıran özelliklerin en önemlisidir.[6]

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, Kur’an’ın hayatın her alanında uygulanmasını her fırsatta vurgulamıştır. “Başınıza bir köle de geçse, Allah’ın kitabını uyguladıkça dinleyin ve itaat edin.”[7] buyurmuştur. Yöneticilere itaati Kur’anı uygulamakla kayıtlamıştır. Kur’an’ı bilmeyi ve uygulamayı onun gönderiliş gayesi olarak kabul etmiş ve bu hakikati sık sık tebliğ etmiştir. Kendisi de Medine’de bir İslâm devleti kurup atamalar yapmaya başladığında, Kur’an bilmeyi, iyi anlamayı, hayta onunla anlam vermeyi, içerisindeki ayetlerden hükümler çıkarabilmeyi görevlendirmelerde en önemli ehliyet sebebi saymıştır.

Kur’an öne geçirir

Konumuzla alakalı şu örnek, İslâm siyaset ilminde çok önemlidir. Tüm zaman ve mekânlara mesajlar vermektedir. “Tebuk seferinde Neccaroğullarının sancağı Umare bin Hazm radıyellahu anh’a verilmişti. Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, onun yanına varmış ve sancağı ondan alıp Zeyd bin Sabit’e vermiştir. Umare radıyellahu anh, ‘Ya Rasulallah! Bir hatamı yaptım ki benden sancağı aldınız’ deyince, Peygamberimiz şu mukabelede bulunmuştur: ‘Hayır, hiçbir hata yapmadın. Fakat Kur’an, hep öne geçirir (çok bileni liderlik konumuna yükseltir). Zeyd de senden daha çok Kur’an biliyor.”[8]

Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem, “Kur’an-ı Kerim’i en iyi bilenleri bir kenara bırakıp da Kur’an bilmeyenlere görev vermeyi Allah’a, Resulü’ne ve bütün mü’minlere yapılmış bir ihanet”[9] saymıştır. Peygamberimizin bizzat kendisi Kur’an bilgisini öne çıkardığı için bireysel karizma, yaş, kabile asaleti vb. unsurlar onun için bağlayıcı olmamıştır. Konuyla ilgili şu uygulama bunun kanıtıdır. Osman bin Ebi’l-As anlatıyor. Kabilemizle beraber Resulullah’a gelmiştik. Bizleri Kur’an bilgimizle imtihan etti. Ben Bakara Suresi’ni de bilerek kabilemdeki kimselerden öne geçtim. Bunun üzerine Resulullah; “Sen onların emirisin” buyurdu. İmamet atamalarında da aynı usulü takip eden Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem, en çok Kur’an bilenleri bu göreve vazifelendirmiştir.[10]

Çünkü Kur’an bilgisi hem insanı dalaletten korur hem de siyasi konularda yeterlilik kazandırır. Allah Resulü bu ölçüye göre, Habeşistan’a giden heyete Cafer bin Ebi Talib’i reis seçmiştir. Nitekim o da Hazreti İsa aleyhis selam ile ilgili konuları Necaşi ile tartışırken Kur’an bilgisinde ne kadar derin ve yetkin bir insan olduğunu göstermiştir.[11] Hazreti Cafer’in Meryem Suresi’nden yaptığı istişhatlar Necaşi’yi çok etkilemiş ve Müslümanlara sahip çıkmıştır.

Helali haramı bilmek

Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem; “Ümmetimin helal ve haram konularını en iyi bileni Muaz bin Cebel’dir.”[12] buyurmuştur. Peygamber Efendimiz dönemi Kur’an muallimlerinden olan[13] Muaz bin Cebel, Resulullah tarafından çok önemli görevlere getirilmiştir.[14] Bu önemli görevlerden birisi de Yemen valiliğidir. Kur’an muallimi olarak yanına Ebu Musa el-Eş’ari’yi de katmıştır. Çünkü Ebu Musa’nın Kur’an ilimlerindeki üstünlüğü malumdur.

Yemen’e vali olarak tayin ettiği Hazreti Muaz’a, “Sana bir mesele gelirse nasıl çözeceksin?” deyince Muaz; “Allah’ın kitabına göre çözerim.” cevabını vermiştir. Resulullah’ın “onda bulamazsan?” sorusuna “Allah’ın Resulü’nün sünnetine göre çözerim.” demiştir. “Onda da çözümünü bulamazsan” buyurunca Muaz, “kendi içtihadımla hallederim.” demiş ve bu cevaptan Resulullah çok memnun olmuştur.[15] Zira bu cevapta Müslümanların sorunlarını muallakta bırakmamak vardır. Bu cevapta hayatın her alanında İslâm’dan çözümler üreterek insanları boşlukta bırakmamak ve dini hayatın öznesi yapmak anlayışı hâkimdir.

Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem; “Kur’an’ı bir ucu Allah Teâlâ’nın bir ucu da insanların elinde olan ipe benzetmiş ve ona sıkı tutununuz. Eğer sıkı tutunursanız, ebediyen sapıtmaz ve helak da olmazsınız.”[16] demiştir. Bu buyruğun hitap alanına bütün yaş grupları, cinsiyet türleri, yerleşim yerleri ve görev alanları girmektedir. Uhud Savaşı sonrasında olduğu gibi insanları mezara korken bile Kur’an bilgilerini önceleyen Resulullah[17] başta siyasi atamalar olmak üzere Kur’an’a vukufiyeti en büyük değer ölçüsü yaparak ümmetine ve ümmetinin işlerini üstlenenlere model olmuştur.

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

1 Araf 7/54.
2 Yunus 10/31.
3 Mevdudi, Tefhim, II,309.
4 Laisizim konusunda merhum Muhammed Kutup ve Yusuf el-Kardavi’nin özgün çalışmaları ve değerlendirmeleri vardır. Konuyla ilgili değerlendirmeleri görmek isteyenler bu kitaplara bakabilirler. (M. S.)
5 İbni Hamza, Esbabu Vuridi’l-Hadis, c.II, s.229.
6 Yusuf Musa, Muhammed, Fıkh-ı İslâm Tarihi (ter: Ahmet Meylani), Arslan yay, İstanbul, 1973, s.22.
7 Ahmed, Müsned, c.VI, s.402; İbni Mace, Cihad, 39, h.no: 2860, c.II, s.955.
8 Hakim, Müstedrek, Marifetu’s-Sahabe, h.no: 5778, c.II, s. 476.
9 Heysemi, Zevaid, c.V, s.211.
10 Bak: Abdurrezzak, Musannef, Salat, h.no: 3810, c.II, s.390; Ahmed, Müsned, c.IV, s.114; Müslim, 5, Mesacid, 53, h.no: 672, c.I, s.674; Heysemi, Zevaid, c.II, s.63; İbni Mace, İkame-i Salat, h.no: 980, c.I, s.613.
11 İbni Kesir, el-Bidaye, Kahire, 1932, c.III, s.70.
12 İbni Sa’d, Tabakat, c.IV, s.164.
13 İbni Ebi Şeybe, Musannef, c.VII, s.173.
14 Bak: Kettani, el-Teratibu’l-İdariyye, c.I, s.125.
15 İbni Ebi Şeybe, Musannef, c.VII, s.13; Ebu Davud, 18, Akdiye, 11, h.no:3592; c.IV, s.18; Tirmizi, 13, Ahkam, 3, h.no: 1327; c.III, s.616; Ahmed, Müsned, c.V, s.236, 242.
16 Heysemi, Zevaid, c.I, s.169.
17 Abdurrezzak, Musannef, h.no: 6356, 6379, c.III, s.469, 472; Buhari, 73, Cenaiz, c.II, s.93; Ebu Davud, 15, Cenaiz, 31, h.no:3136, c.III, s.499; Nesai, Cenaiz, 21, h.no:87, c.III, s.81.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Firavun’un ilahlık iddiası…

Kibirlenmek, büyüklük taslamak, ayetlere karşı aldırışsız davranmak, hakikate kulak tıkamak da fısktır. Kibirlenmek (istikbar); büyüklük gösterisinde …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.