Mahir İz hoca yetmişinden sonra derviş oldu…

Abdullah’ı da var… Mezar taşına hakkettiğimiz şekliyle: Muallim Abdullah Mahir İz…

Üniversiteye kaydolduğum ilk sene. Erenköy Galip Pasa Camii imamı İbrahim Boğalı Bey: “Seni, çok seveceğin bir zata götüreceğim” demiş ve Suadiye’de kiracı olarak oturduğu bir giriş kat dairesinde O’nu tanımayı nasip etmişti Rabbimiz. İlk nazarda heybeti, heyecanı ve lisanı ile dikkatimi çekmişti. Gençliğinde güreş de yapmış cüsseli ve sesi de cüssesi ile mütenasip derecede gür bir insan.

Haydarpaşa Lisesi’nde ders verirken bitişik sınıfta felsefe dersi veren, ses bakımından olduğu gibi her bakımdan hocamın zıddı kamili olan Hatemi Senih Sarp‘in (ders kitapları yıllarca okundu) dersi bırakıp “Çocuklar hep beraber Mahir Bey’i dinleyelim” dediğini kendisinden duymuştum. Gerçi daha sonra: İ.Ü Fen Fakültesi konferans salonunda, diğer hatipler hoparlör marifetiyle seslerini zor duyururken, hocam merhumun mikrofonu eliyle uzaklaştırarak salonu tabi sesiyle nasıl inlettiğine bizzat şahit olmuştum.

Dahası da var eski ismiyle Spor Sergi Sarayı yeni adıyla Lütfi Kırdar Kongre Salonu ki, eskisi hem daha büyük hem de sportif faaliyetler için kullanıldığından sesin ulaşmasını engelleyici pek çok amile rağmen: Mahir Hoca bu zeminde de konuşmasını mikrofona iltifat etmeden yapmıştı. Sesi fıtraten gür olmakla beraber, samimiyet ve heyecanla birleşince; muhatabı üzerinde tesiri müthiş olurdu. Mahir Bey hocamı bir defacık dinlemiş olan, çocuk da olsa O’nu bu gür sedası ile hatırlardı.

Eridi bitti

Rahmetli yatağa düştü Akciğer kanserinden, bir yıldan fazla esir-i firaş oldu, eridi, bitti… Hocanın eski dostları cüsse olarak onu yatakta ve odada adeta arar oldular. Bir ziyaret sonrası Yüksek İslam Enstitüsü hocalarından merhum Bekir Sadak Bey: “Yahu ben yatakta Mahir Hoca’yı aradım bulamadım” demişti. Evet vücutça 40 kiloya yakın kaybetmiş olan hocamızın hafızası, dikkati, İslami meselelerdeki hassasiyeti hiç eksilmemişti. Hele hele heyecanından ve ona bağlı olarak gür sesinden hiç mi hiç bir şey kaybetmemişti.

Artık son demlerinin yaklaştığı günlerdi. Erenköy’deki evinde kendisini merhum şeyh Sami Ramazanoğlu Hazretleri ile ziyarete gitmiştik. Yahut da biz posta servisi olarak üstadın Mahir Hoca’yı ziyaretine vasıta olmuştuk. İşte o, yatakta bile aranıp bulunamayan hocamız, Üstadın içeri girmesiyle yataktan ok gibi doğrulup elini öpmek istedi. Tevazuun zirvesi Şeyh Efendi ise onun elini öpmeye çalıştı, ağlaştılar ve ağlaştık… Doğrusu video çekimi yapılıp, nesilden nesile gösterilecek bir ibret sahnesiydi.

Hacısı, hocası, şeyhi ve müridi ile nefislerin mücadelesini veren bizlerin, hiç değilse her gün temaşa etmemiz suretiyle belki de kendimize gelmemize ve kıvamımızı bulmamıza ibret-i müessire teşkil edecek zayiattandır. Yaşayan güzel örnekleri ne kadar da azalmış bir cemiyetiz… Zaten bu satırların asli hedefi, bugün bize hayal kadar uzak güzelliklerin yaşanılabilirliğini kendi hayatları ile ortaya koymuşlardan ibret almak, “daha dün yaşanabilmiş bu güzellikler, bugün de yaşanabilir mesela ben ergilemeliyim bu güzellikleri” dedirtebilmektir.

Hicaz’dan açıldı sohbet

Evet cüssesi gitmiş, yani ten yükünden daha dünyada iken kurtulmuş Mahir Hoca, heyecan ve gür sedası ile yaşıyordu. Hele bir de karşısında yetmişinden sonra intisap ettiği mürşidini bulunca nasıl coşmazdı. Sohbetin bir yerinde mevzu Hicaz’a kadar aldı götürdü erenleri…

Sultan II. Abdülhamid Han’ın Medine-i Münevvere’ye kadar ulaştırdığı demiryolu sayesinde, babası Medine kadısı Abdülhalim İsmail Efendi ve efrad-ı ailesiyle, kaç gün kaç gece geçen yolculuğu müteakip nasıl O mübarek beldeye muvâsalât olunduğu mu anlatılmadı…

Medine tren istasyonuna gelmeden önce meğer tekerleklere keçe sarılırmış ki takır takır ses çıkarıp da Yeşil Kubbe altında sakin olan Rasuller Rasûlü’nü rahatsız etmesin. Buna edeb-i Osmani derlermiş… Derken söz altmış küsur sene evvelki Harem-i Şerif (Medine) hatibine geldi dayandı. Hocamız, babası Medine kadısı iken 15-16 yaşlarında hususi dersler alırmış seçkin hocalardan…

Pek tabii bunlar şer’i dersler… Mesela ciltler dolusu Hadis külliyatı olan “Kenzul Ummali” baştan sona okumuş hocası ile… İşte Mahir Bey hocamız, Şeyh Sami Efendi Hazretlerine Medine-i Münevvere hatıralarını anlatırken söz Harem hatibi Sâkıb Efendi‘nin hutbe okuyuşuna geldi dayandı.

“Hamdele, Salvele ve Ayet-i Kerimeleri okuduktan sonra, sıra günün Hadis-i Şerifini okumaya geldiğinde şöyle derdi” diyerek başladı altmış küsur sene evvel hafızasına yer etmiş Arapça hitabeyi tekrara: “Lekad verade fil haber anin nebiyyis sadikil eberr ve sahibi hazel kabril ahdar (Hatib efendi minberden eliyle kabr-i şerifi göstererek) ve huvefi kabrihi hayy… der demez Harem-i Nebi hıçkırığa boğulurdu” diye bir feryat eyledi ki hocamız; dahiliye vekâleti canibinden teslim-i ruh etti zannedildiğini öğrendik daha sonra…

Daha evvel ağır bir enfraktüs de geçirmiş olduğu için kendisinin bu fevkalade heyecanından endişe ederdik. O pek aldırmaz ise de bizlerin ısrarı üzerine, ikaz görevi yapmamıza müsaade ederdi. Bir defasın da Yüksek İslâm Enstitüsü’nde bir sınıfa tenbih etmiş ve demiş ki: “Şayet benim aşırı derecede heyecanlanıp, yüksek sesle bağırdığıma şahit olursanız, elinizi kaldırmak suretiyle beni ikaz edin.”

Hocamızın bu lafının üzerinden çok az bir zaman geçmiş-geçmemiş başlamış kükremeye… Derken birkaç kişi birden el kaldırmış… Hoca ne yapmış dersiniz… “İndirin ellerinizi, ben size sözü mü bitirmeden sual sormak yok demedim mi?” diyerek kükreyişine devam etmiş. Neden sonra anlatabilmişler meramlarını el kaldıran ikazcılar…

Mürşidini bulması

Mevzudan uzaklaşmadan şu şeyh-mürid münasebetine gelelim. Yani Mahir Hoca’nın Şeyh Sami Efendi’ye intisabının hikayesine… Hocamız, babası ve amcası kadı, dayısı şeyhülislam ve dolayısıyla çocukluğundan beri ulema, suleha, urefa, mesayih, udeba ve şuara ile hem-meclis… Yani nicelerini görmüş devr-i padişahiden beri… Sohbetlerde bu kabil zevattan sık sık bahseder ve “zeheben nas, bakiyen nennas” yani: “İnsanlar geçti gitti, meydan maymunlara kaldı” deyip hayıflanırdı.

Mürşid-i kâmil konusunda ise çok ümitsiz konuşurdu. Kendisi Yüksek İslam Enstitüsü’nde “Tasavvuf” dersi okuttuğu halde, bazen bu konuda öyle şeyler söylerdi ki hocayı tanımayanlar, onun tasavvuf, tarikat ve
meşayıhı reddettiği zehabına kapılırlardı. Bir defasında yine kendisinden dinlemiştim… Vak’a yine Enstitü’de geçiyor. Talebe zaman zaman hocamıza bir mürşide intisabın mecburiyet olup olmadığını sormuş.

O da: “İntisab bir mecburiyet değildir. Bir gönül işidir. Zorlamakla olmaz, olursa da feyz alınmaz. Siz telaş etmeyin, kısmetinizde varsa O sizi, yolda bulur, otobüste, vapurda bulur ve karşınıza çıkar” dedikten sonra, “biraz da zor çatarsınız ya” diyerek ümitsizliğini beyan edermiş. Hatta merhum derdi ki: “ya hû, bu suâl sahiplerinden öyle safları var ki, bizden bu sözü işitiyor, vapurda ve trende zuhurat bekliyor. Olmayınca da bana; hocam dediğiniz çıkmadı şeklinde sitemlerde bulunuyorlar.”

Bir telefon geldi

İşte şöyle veya böyle… Tasavvufun nazariyesini tedris eden Hoca, ameliyesinin uzağında soğuk soğuk dururken, manevi hava kendisini birdenbire ısıtıyor. Bir gün sabah telefonumuz çaldı. Aldım baktım Mahir Hoca… Böyle erken saatlerde telefon açmak, kapı çalmak merhumun hiç yapmadığı şeylerdi. Hemen heyecanla konuya girmeksizin “acele gel” dedi. Telaşlandım ve fakat bir fevkaladelik olduğunu tahmin ettim, lakin eve gidince öğrendim ki, mesele benim tahmin ettiğim gibi değilmiş. Hocam başladı pür heyecan anlatmaya…

Rüyasında gördüğü zatın şekli şemailini tasvir ediyor, fakat nasıl gördü, ne konuştular işin bu tarafına girmiyor. Bana sadece bu eşkalde bir zati tanıyor musun diye soruyor. Fakat şunu ifade edeyim ki, ben merhumu hiçbir zaman böyle bir heyecan telaş beraberliği içerisinde gördüğümü hatırlamıyorum. Cevaben: “Hocam, anladığım kadarıyla siz Sami Ramazanoğlu Hazretleri’nden bahsediyorsunuz. Biz de onun evinde kiracısıyız, komşusuyuz. Kendileri zaman zaman namaza camiye çıkarlar, ben size avluda gösterebilirim” dedim.

Hocamın beklemeye sabrı yoktu. “Sen hemen git ve Üstâda de ki Yüksek İslâm’dan Mahir sizi ziyaret etmek istiyor” şeklindeki emri üzerine; böyle sabahın erken saatinde o kapıya müracaat edilmediğini, öğleden sonra izin talebimizi arz edebileceğimizi söyledim. Hoca kükredi: “Canım, efendim şimdi git durumu arz et, bakalım ne zuhurat ile karşılaşırız” dedi. Biz de bu fevkaladelikten aldığımız heyecan ve cesaretle üstâdın kapısını çaldık.

Biz o kapıyı yıllarca aşındırmışızdır, kapıya hiç üstâd merhum çıkmamıştır. O gün ise kapıyı bizzat Efendi Hazretleri açtılar, selam ve el öpmeden sonra emaneti biraz ilave ile naklettim. Yani “Yüksek İslâm’dan Mahir” yerine “Yüksek İslam Enstitüsü hocalarından Mahir İz” dedim. “Hemen buyursun” dediler. Tekrar hocama döndüm, kiralık bir taksi ile 3-5 dakika içerisinde Üstâdın hânesine vasıl olduk. Kapıdan içeri
girerken, kendim için de destûr istedim. Müsaade etmedi ve üstâdla bir saat civarında halvet oldular. Biz dışarıda bekledik.

Olacak oldu

Hocam içeriden bir çıktı ki sanki hamamda terlemiş… Hemen tekrar bir taksiye bindik, sabredemedim ve yolda sordum. Hocam hayrola ne oldu böyle? Cevap tam Hocalık: “Olacak oldu.” “Yani yetmişinden sonra dervişlik mi göründü” dedim. Yine Mahir Hoca’ya mahsus bir “evet” çıktı ki, bunun tarz ve tonunu ancak O’nu tanıyanlar takdir edebilir. Hocamızın evine döndük, ilave malumat almak istiyorum, yok… Gördüğü rüyanın başkalarına nakline müsaade edilmemiş, anlatamıyor; neler konuştular bize intikal ettirmiyor, sadece “intisab” ettiğini söylüyor.

Yılların İz’i ismindeki kitabında hocamız bu intisabı o kadar edebi ve sanatlı anlatıyor ki; bunun bir intisap olduğunu çıkarabilmek için Osmanlılıktan biraz olsun nasiplenmek gerekli… Şu “devlet-i aliyyece”, yani imparatorca ifadeye bakınız: “İlmin kıyl û kalini her zaman bir noktada toplamak kabil olmadığından, hiçbir zaman ilmi tedkikden geri kalmamakla beraber; hakikat-i mahzaya vukufun ancak ehlinin irşadı ile mümkün olabileceğine inanırım. İşte bu sebeptendir ki, yakaza dışı bir işaretle süllem-i irademi (irademin dizginini) semay-ı marifete miraç için feyz-i Sami’ye rabt eyledim.” (bkz. Yılların İzi, Mahir İz, İstanbul, 1975, s. 396)

Bu intisabdan sonra, Mahir Hoca’yı zaman zaman üstâd’ın sohbetlerinde sağ tarafa yanı başına oturtulmuş olarak gördük. Hocamız da O’nun için: “Biz devr-i padişahiden beri nicelerini gördük. O, Hazreti Sami’dir” derdi. Bu ifadeyi bizzat hocamdan duyup, ilk nakleden fakir-i pür-taksir ise de, ne hikmettir, bazı yerlerde yazarın sanki kendisi bizzat duymuş gibi yayınlandı. Mevsukıyyetini ifade için bu izahata lüzum
görüldü.

Bu yazı Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi s.47 yıl.2021, s. 69-73’dan iktibas edilmiştir. Başlıklar ve yan başlıklar sitemize aittir.

Prof. Dr. Osman Öztürk/ Tasavvuf Dergisi

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Annem bizi namaza ağlayarak kaldırırdı…

Annemin ismi Râbiye’dir. Ne eskimez yazı ve ne de Latin harfleriyle okuma yazması olmayan ümmî …

2 Yorumlar

  1. Hocalarımıza Rabbim gani gani rahmet eylesin.İkisi de (şükür ) hocamız oldu.

  2. İBRAHİM AKYOL /ÇANKIRI

    Prof. Dr. Necdet Tosun şöyle anlatıyor: Mahir İz Hoca bir dost meclisinde Sami Efendi’ye bağlanışını şöyle anlatmıştır: Bir gece rüyamda Yunus Emre hazretlerini gördüm. Bana “Mahir Efendi! Tasavvuf dersini anlatıyorsunuz, anlattıklarınızı yaşama zamanı gelmedi mi? Mahmut Sami Efendi’ye gidip mürit olunuz.” diye tembihte bulundular. Sabah abdest alıp Sami Efendi’nin Erenköy’deki evine gittim. Kapıda Sami Efendi karşılayıp içeri buyur ettiler. “Bir kahve alır mıyız?” buyurdular. “Olur, efendim.” dedim. Kendi elleriyle iki kahve getirdiler. Birini bana ikram ettiler. Kahve içerken ben konuya nasıl gireceğimi merak ediyordum. O sırada Sami Efendi: “Mahir Efendi! Yoksa bu gece Yunus Emre Hazretleri size de mi teşrif ettiler?” deyince elimdeki kahve fincanı yere düştü. Sami Efendi: “Zararı yok, akşam biz de Yunus Emre hazretleriyle beraberdik.” Deyip dökülen kahveyi bez ile sildiler ve bana manevi ders yani zikir-evrat verdiler.” (Kaynak: Recep Garip, “Adım Müslüman” Muallim Osman Öztürk’e Vefa, İstanbul-2024, s.135-136)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.