Öğrenciler o gün neden bayılmış?

Konya İmam Hatip Lisesi‘nde öğretmenliğimde unutamadığım bir Siyer dersimden bir hatıram ve yaşanmış bir hadiseyi dostlarımla ve öğrencilerimle paylaşmak istedim….

1984- 1985 öğretim yılı; lise 1.sınıflarda derse giriyorum, yanımda stajyer olarak benim dersime giren, daha sonra Ordu‘da İmam Hatip Lisesi müdürü de olan bir arkadaşım var, sabah birinci saat 4A sınıfına girdik. İkinci saat 4 B sınıfında konumuz Uhud Savaşı… Yalnız her iki sınıfın öğrencileri de Peygamberimiz ve onun sevgisine karşı çok duyarlılar bu anlatacağım hadise kızlar sınıfında…

Erkek öğrencilerimizin de bu konuda çok hassas olduğunu biliyorum, derslerimizde çıt çıkmaz can kulağıyla dinlerler ve ders zilinin çalmasını istemezlerdi, şimdi her bireri ülkemin mihenk taşları derecesinde görev yapıyorlar. Her birine muvaffakiyet dileklerimle selamlarımı sunarım.

Konumuz Uhud Savaşı idi

Hatırladığım kadarıyla ana hatlarıyla konuyu şöyle anlatmaya başladım: Efendimiz Uhud Savaşı öncesi son hazırlıklarını yapmaktadır. Bu arada çocuk yaştakilerin de orduya karıştıkları fark edilir. Efendimiz’in arzusu onları geri çevirmektir, ama nasıl? O minicik yüreklerdeki heyecanlarıyla kılıç kuşanmış bu küçükleri üzmeden nasıl geri gönderecekler?

Allah Resulü henüz on üç yaşındaki Sa’d bin Malik‘in yanına yaklaştı. O Sa’d ki yıllar sonra Ebu Sa’d el Hudrî adıyla en çok Hadis rivayet eden sahabiler den biri ve Medine Müftüsü olarak anılacaktır. Efendimiz Sa’d’a şöyle buyurdu: “Merhaba Sa’d ne iyi ettin de geldin, Ama Medine’de kadınlar, çocuklar var onları korumak da önemli değil mi?”

Küçük Sa’d aldığı görevin heyecanıyla gerisin geriye döndü, kumlara bata bata koşmaya başladı. Arkasından bıraktığı ayak izlerinin yanında bir de uzunca bir çizgi vardı. Bu çizgi boyu kısa olduğu için beline taktiği kılıcın yere sürterken bıraktığı izdi.

Efendimiz, Ayneyn tepesine elli kadar okçu yerleştirdi, kendisinden haber gelinceye kadar yerlerinden ayrılmamaları konusunda onları sıkı sıkıya tembihledi. Ancak okçuların çoğu savaş alanına Resulullah’ın bakışıyla değil de başlarındaki gözlerle bakınca ganimet toplarken buldular kendilerini…

Komutanları Abdullah bin Cubeyr‘in ikazları da yetmedi onları geri çevirmeye. İslam ordusu büyük bir sarsıntı geçirdi. Kâinatın Efendisi’nin yüzü ve alnı yaralandı. Bir ara mübarek dudaklarının arasından sanki kıpkırmızı bir yakut düştü. Mübarek dişi kırılmıştı.

O rahmet Peygamberi bir yandan yüzünden akıp sakalı şerifini ıslatan kanları siliyor, diğer yandan da ellerini kaldırarak; “Allah’ım kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar” diye yalvarıyordu.

Nelere şahit olmadı ki Uhud?

Bu arada öğrencilerin gözlerinden boncuk boncuk yaşların geldiğini görerek anlatıma devam ediyorum: Nelere şahit olmadı ki Uhud? Ahh bir kez dile gelebilse neler anlatır bize!

Gazilerin yaralarını sarmak için koşuşturan sahabe hanımları, Fatıma Annemizin Efendimiz’in kanayan yüzünü tedavi edişini… Hazreti Hamza’nın Vahşi’nin mızrağıyla cennete kanat açışını… Efendimiz’in halası Safiyye’nin kardeşi Hamza’nın param-parça olmuş bedenini gördüğünde; “İnna lillah ve İnna ileyhi raciûn” diyerek ortaya koyduğu benzersiz teslimiyeti…

Medine’nin kalbini İslâm’a açan Mus’ab bin Umeyr‘in şehadetini, Efendimiz’i korumak için vücudunu kalkan yaparken kolunu kaybeden Talha bin Ubeydullah’ı, evlendiği gecenin bir yarısında orduya yetişmek için, abdest almaya fırsat bulamadan evinden fırlayan ve şehid olduktan sonra cenazesi melekler tarafından yıkanan Hanzala bin Amir’i ve daha nicelerini….

Buraları anlatırken sınıftan feryat figan sesleri yükselmeye başladı şu sahne bardağı taşırdı: Savaş biraz hafifleyince Ebu Sufyan’ın karısı Hind yanında bulunan müşrik kadınlarıyla beraber şehid olan mü’minlere “müsle” yaptılar, burunlarını, kulaklarını ve dudaklarını kestiler, hatta Hint kestikleri kulak, burun ve dudaklardan gerdanlık yaptı da Hazreti Hamza’yı şehid eden Vahşi’ye verdi.

Bu da yetmedi , Seyyidüş şüheda olan Hazreti Hamza’nın göğsünü yardı, ciğerinden bir parça aldı, ağzına götürdü çiğnedi yutmağa kadir olamadı, ağzından çıkarıp yere attı… Bundan sonrasını bende anlatamadım onlar da zaten dinleyemedi. Daha sonraki derslerde hıçkırıklar arasında Uhud Savaşı’nı tamamlamış olduk.

Bu sahneden sonra düğüm koptu. Sınıfta ağlayan, bayılan, kendinden geçen, hatta stajyerim dahi bu öğrencilerimden farklı değildi. Sekiz on öğrencimizin baygınlıktan dolayı hastaneye götürüldüğünü, o gün akşama kadar o sınıfta ders yapılamadığını biliyorum… Bizzat ben hanım öğretmen nezaretinde yarı baygın halde kendi arabamla evlerine götürdüğümü biliyorum..

Her birisi pırlanta mesabesinde. O gün göz yaşı döken bu öğrencilerim, bu gün Allah’ın dininin ihyası için ter döküyorlar, başarılarını duydukça dua ve şükürlerim ziyadeleşiyor.

Bu okulun temelini atarken yapılan duaların, samimi ve ihlâslı kişilerin dualarının ne derece katkı verdiğine şahid olmuş birisiyim.. Şöyle ki eğer dersimin hakkını vermiş, öğrenciyi ilmî-imanî yönden tatmin edebilmişsem gönlümde bir inşirah ve huzur; yok dersimin hakkını verememişsem merhum Haciveyiszade Hocamızın adeta nefesini arkamda hisseder yakama yapışıverecekmiş gibi buram-buram ter dökerdim… Bunu ben müteaddit defalar yaşadım..

Nihayetinde 28 Şubat öncesi “irtica” ithamıyla dört sene bu ilim ve irfan yuvasından ayrılarak “sürgün” gitmiştim… Dönüşte inanın dostlarım; bu kapıdan içeriye girerken teşbihte hata olmasın Mescid-i Saadet’e girer gibi hissettim kendimi… Ne mutlu bu çatılar altında ilim irfan süzgecinden geçerek hayatını yaşayanlara, selam olsun tüm öğrencilerime…

Mustafa Noras/ İrfanDunyamiz.com

Şunlara Gözat

Mehmet Feyzi Efendi farklı bir zattı…

İmam hatipte okurken yaz tatillerinde İstanbul gibi manevi üstadların bol olduğu bir şehirde birçok güzel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.