Köyümüzde ortaokul yoktu. 5 km uzaktaki annemin köyünde vardı. Ben oraya gidip gelmeyi göze alamadım. Bir ara köyümüzde yol yapılırken bir arkadaşla beraber çalışıyorduk. O Vakfıkebir’de Hacı Ziya Efendi diye birinin nezaretinde Kur’an Kursu’nda okuyordu. Yanlış bilmiyorsam köyümüzden o şekilde beş altı kişi orada okuyordu.
Vakfıkebir ismi Arapçadan gelen bir isimdir, büyük vakıf demektir. Rivayete göre Gülbahar Hatun, Yavuz Sultan Selim’in hanımı olduğu söyleniyor, yanlış değilsem İstanbul’dan Trabzon’a giderken gemi fırtınaya yakalanıp iyice sallanmaya başlıyor. Kendisi ve çocukları çok korkuyor. “Ya Rabbi bizi sağ salim selamete ulaştırırsan, nerede selamete ulaşırsak orayı senin adına vakıf edeceğim” diyor ve Vakfıkebir’den sahile çıkıyorlar. Onun için orayı vakfetmiş, ismi de oradan geliyormuş.
Kararımı vermiştim
Vakfıkebir’e gitmeye küçük bir çocuk olarak kendi iç dünyamda karar vermiştim. Çünkü köyümüzde orada okuyan öğrenci arkadaşların anlattıklarından etkilenmiştim. Ayrıca annem ve babama, öğretmenimiz: “Bu çocuğu imkânınız varsa okutun, bu çocuk okur” demişti. Fakat onlar; “İmkânımız yok, para yetiştiremeyiz” diye beni okutmak istemiyorlardı.
Ben kararımı verdiğim için, o sene sonu her gün sabah erkenden çıkıp, yemeyi içmeyi dahi unutarak, akşamın geç saatlere kadar bahçe bahçe dolaşıp başak ettim. Fındıklar toplandıktan sonra bahçelerde kalan fındıkları toplamaya biz başak deriz, buna izin vardır, kimse bir şey demez.
Fındıkları topladıktan sonra kurutup, sattık ve 250 TL tuttu. Sene 1969’dan bahsediyorum. O paranın yarısıyla Espiye diye bir ilçemiz var, oraya gidip Elbiseci Asım Amca’dan bir takım elbise satın aldım. Diğer yarısını da harçlık yaptım. Anneme; “Bana bir yatak yapın, bağlayın, elbiselerimi de yanına koyun başka da bir şey istemiyorum” dedim. Nasıl olsa harçlığım da var, kimseye eyvallah etmiyorum.
Diğer arkadaşlarla beraber yatağımı elbiselerimi sırtıma alarak Vakfıkebir’e gitmek için Espiye’den yola çıktık. Yaklaşık 50- 60 km civarı gittikten sonra Fol Deresi kenarındaki Yeni Cami altında bulunan Kur’an kursunu bulup oraya yerleştik.
Derme çatma bir yer
Kur’an Kursu derme çatma, yaklaşık 100 -145 öğrencinin kaldığı bir mekân. Mekânda ısınma namına ne kalorifer, ne soba, hiçbir şey yok. Boydan boya 3- 4 koridor yapılmış, yerden yüksek ranzaları var. Oralara yataklarımızı seriyoruz, yatıp sabah tekrar geri topluyoruz. Yani üşüme diye de bir şey duymadım, görmedim. Herhalde o kadar insanın nefesi birbirini ısıtıyordu, bilemiyorum.
Ezan okunduğu zaman bütün öğrencilerin camiye çıkıp cemaatle kılma mecburiyeti vardı. Yoksa nöbetçiler ismini alır, kursun başkanına verirlerdi. O da ertesi gün Aziz Efendi derse geldiğinde ona verirdi. Tabii ki o korkuyu yaşamamak için kurallara uyulurdu.
Yemekhanemiz kursun dışında eğreti olarak yapılmış, tahtadan üzeri delikli sacla kaplı bir yerdi. Yemeğimize yukarıdan su damlardı. Yemekte genellikle mercimek çorbası olurdu. Sabahları biz camiye namaza çıktığımızda çorbalar tabaklarla dağıtılmış olurdu. Çorbalarımızın üzerindeki kurtçuklar rahatça görünürdü. Bu artık mercimeğin çürümüş olmasından mı yoksa başka bir şeyden mi bilemiyorum. Biz o şekilde yerdik.
Yani bunları abartarak söylemiyorum. İmkânlar yetersiz olduğu için böyle oluyordu. Eleman yok, sadece bir Aşçı Mehmet var. Aşçı Mehmet aşağı, Aşçı Mehmet yukarı… Aşçı Mehmet yemekleri pişiriyordu, nöbetçiler de tabaklara koyup dağıtıyorlardı. Öyle çok çeşitli yemek gördüğümüz olmazdı. Bazen kursa kurban bağışı olursa etli yemek çıkardı ki o zaman biraz daha sevinirdik.
Kursumuzun içinde tuvalet ve banyo yoktu. Af edersiniz, dışardaki caminin umumi tuvaletine gider, gelirdik. Gece kocaman kapılarda nöbetçiler olurdu, sabaha kadar nöbetleşe beklenirdi. Banyomuz ise başka bir âlemdi. Tuvaletin yan tarafındaki küçücük dar bir odaydı. İçinde bir su kazanı vardı, onu kendi imkânlarımızla yakardık. Ya kömür ya da tahta, odun bir şeyler bir yerlerden bulacaksın, gidip yakacaksın, ısınacak, ondan sonra gidip banyonu yapacaksın. 12 yaşındaki çocuğun yapabileceği bir şey değildi. Büyükler imkân bulup yaparlardı. Ama biz küçükler affedersiniz bitlenirdik de bitlerimizi ancak memlekete gidince annemiz yıkar temizlerdi.
Medrese dersleri okuduk
Kursta Kur’an-ı Kerim’i yüzüne okuduktan sonra Arapçaya başladık. Okuduğumuz kitaplar; Emsile, Bina, Maksut, Avamil, İzhar, Kafiye diye devam etti. İşte felsefi kitaplar, mantık, İsagoji gibi kitaplar da okuduk. Okuduğumuz kitapların bir kısmını yetişkin öğrencilerden okuduk. Son iki sene ise rahmetli Hacı Ziya Habipoğlu Hoca’dan Tefsir, Fıkıh, Akaid ve Belagat gibi dersleri bizzat okuduk.
Hocamızın aynı zamanda abileri Cemal ve Hayri ile birlikte çalıştırdığı patlayıcı maddeler üzerine bir dükkânları vardı. Kursumuz ile hocanın dükkanı arasında sadece Fol Deresi’nin üzerindeki bir köprü vardı, köprünün sol tarafında da dükkan vardı. Beni ara sıra çağırır evine gönderecek olduğu erzakları, ekmek olur, şeker olur, yağ olur, acil bir şey olur; benimle gönderirdi. Ayrıca Trabzon Bit Pazarı’nda ve Ordu’da da Trabzon Patlayıcı Maddeler diye çok daha geniş kapsamlı dükkânları vardı. Dolayısıyla Hoca oraya da gider gelirdi. Bir de inşaatları vardı, çok katlı bütün kardeşlerine ev yapılıyordu sahilde. Orayla da ilgilenirdi.
Kursumuzun finansmanını sağlamak için de şöyle bir yöntemi vardı. Hocaefendi vaiz olduğu için, hoca olduğu için çevrede Hacca gidecek olan kişiler ona müracaat eder, o da gidecek olanları toparlar, otobüs kiralar ve onları Hacca götürürdü. Onlardan elde ettiği gelirle kursun bir takım yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Sadece Hocanın gayreti ile değil ayrıca hayırseverler de yardımcı olurdu. Bizler de öğrenciler olarak öğrenci başı 60 TL aidat verirdik. Çünkü başka türlü orası yürütülemezdi.
Kütüphane dolabı yaptırdım
Kursta 13 yaşından 17 yaşına kadar okudum. Fakat çok az memlekete gidebilirdik. Sadece yaz tatillerinde, belki harçlığımız olursa bayramlarda gitme imkânımız oldu. Giderken de mutlaka harçlığımızı çıkarmak için bir takım şeyler götürüp satmaya çalışırdım. Tabi harçlığımı kazanmak için başka yollar da araştırıyordum.
Kursumuzun hafta tatili pazartesi günüydü. Bir tatil günü gezerken pazarın karşısında baktım Çelik Palas Oteli diye bir otel var, altında da çay ocağı var… “Eleman aranıyor” yazısı gözüme çarptı. O çay ocağından pazardaki pazarcılara terazide çay taşıyıp isteyenlere çay veriliyordu. Sahibi ile tanıştım, derdimi anlattım. O da bir kaç yere çay göndererek beni test etti. Kazasız belasız sınavı geçtikten sonra; “Tamam, sen haftaya pazartesi günü gel, seni işe kabul ettim, sana haftalık 30 lira vereceğim” dedi. Öyle sevindim ki anlatamam. Çünkü ayda 120 TL yapıyordu. 60 lirasıyla aidatımı veriyordum, kalan 60 lirasını da harçlık yapıyordum, bana yetiyordu. Çünkü bir şişe gazoz 25 kuruştu.
Ben çay ocağından kazandığım paranın bir kısmıyla beğendiğim kitaplardan satın alır, biriktirir, onlardan okuyabildiğimi okur, yazın köye gittiğimizde eve bırakırdım. Dört senenin sonunda köye döndüğümde baktım ki bayağı kitaplarım birikmiş. “Ben bunlarla bir kütüphane yaptırayım, küçücük bir kütüphanem olsun, derli toplu hepsini oraya yerleştireyim” diye düşündüm. Çok hevesliydim bu işlere.
Köyde kütüphane yapacak kimse olduğunu zannetmediğim için, karşıda 5 km uzakta annemin de köyü olan (sonra ilçe olan) bir belde var, oraya gittim. Orada marangoz atölyesi vardı, marangoza tarif ettim; 1. 80 boylarında, yaklaşık 80 santim genişliğinde camlı kapaklı rafları olan bir kütüphane yaptırdım.
O kütüphaneyi köye götürmek için araba yoktu. Bir tane kamyon vardı ama onun da nerede olduğu, ne zaman köye geleceği belli olmazdı. Aşağıya sahile iner, oradan kum, çakıl yükleyip taşır ya da herhangi birisinin dükkân yükü vs olurdu, ona giderdi. Baktım araba bulamayacağım dolabı iple beraber sırtıma yüklendim. 5 km yürüyerek, itina ile kırmadan evime getirip yerleştirdim.
Küçücük bir odam vardı, orası bana aitti. Diğer taraflar annem babam ve kardeşlerime anca yeterdi. Zaten evimiz toplamda 50 metrekare filandı. Şu anda orada kimse oturmuyor, artık yavaş yavaş yıkılmaya yüz tuttu, görünce içim cız ediyor. Odamın bir köşesine kütüphanemi yerleştirdim. Raflara kitaplarımı itinayla dizdim. Kapağının anahtarı da vardı, kimse karıştırmasın diye kilitlerdim. İşim olunca kapatır, geldiğimde açar hemen gönlüme göre bir kitap alır, karıştırıp, okurdum. Tekrar yerine koyardım.
Briket yaptık
Kursumuzun yokluk içinde olduğundan bahsetmiştim. Ders yapacak, dershanemiz, oturup çalışacağımız sandalye, masamız, neredeyse hiçbir şeyim yoktu. Yerde oturup diz çökerek mütalaa yapardık, ders çalışırdık. Yokluk içindeydik ama o günlerin tadını anlatmakla bitiremem.
Hocaefendi yüksek derece öğrencilerle dersini, namaz saati dışında caminin içinde yapardı. Cemaatten de isteyenler katılıp sessizce dinlerlerdi. Tabii ki onlar da nasiplenirlerdi. Bir gün Hocamız bizi topladı; “Çocuklar bu böyle olmayacak. Oturup ders yapabileceğimiz, kendimize ait bir dershanemiz olmalı. Yemekhane yeriniz de hiç uygun değil, bir de yemekhane yapmalıyız. Ben bir arsa satın aldım, bir tane de briket makinası satın aldım. Bir de işi bilen usta buldum. O dökecek sizler de taşıyıp kurutacaksınız” dedi.
Hocamızın tarif ettiği şekilde, elbirliğiyle hep beraber kursu inşa ettik bir sene içinde. Hemen kursumuzun yanı başında Hocamızın satın aldığı arsa üzerine bir katlı da olsa bir tarafı yemekhane bir tarafı dershane olarak kullanabileceğimiz bir bina inşa ettik hamdolsun. Yeni yemekhane ve dershanemizin açılış gününde ne kadar sevindiğimizi anlatamam. Yemek masalarımızı çiçekler ile olarak donattık. Bir bayram günü açılışını yaptık. Velilerimizi de davet etti hocamız. Sağ olsun gelebilen geldi ve çok güzel mutlu bir gün geçirdik hep birlikte.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.