
Yıl 1979… Konya Merkez İmam-Hatip Lisesi’nde öğrenciyim. Gençliğimin en saf, en heyecanlı yılları… Edebiyata içten bir meylim var; kelimelerin büyüsüne kapılmışım. İmkânlarım elverdiğince, Pakdil’in Edebiyat’ını, Karakoç’un Diriliş’ini, Kabaklı’nın Türk Edebiyatı’nı, Çınarlı’nın Hisar’ını bulur bulmaz okurum. Yaz tatillerinde ise köyüme dönerim; çocukluğumun toprağına, rüzgârına, kokusuna…
O zamanlar elimde bir transistörlü radyom vardır, en değerli yoldaşım. Bağda, bahçede, hayvanların peşinde ya da harman yerinde çalışırken hep yanımdadır. TRT’nin cızırtılı dalgaları arasında Yavuz Bülent Bakiler’in sesi duyuldu mu, dünya durur benim için. Haftada bir saat süren o edebiyat-sanat programını hiçbir zaman kaçırmam. Kırda, bayırda nerede olursam olayım, radyomu kulağıma dayar, o sesi dinler, kelimelerin sihirli dünyasında kaybolurum.

Bir yaz günü
Yine böyle bir yaz günüydü… Güneş, köyün toprak yollarına sıcaklığını bırakmış, rüzgâr buğday tarlalarının başaklarını yavaşça okşuyordu. Ben ise elimdeki küçük transistörlü radyoya kulak kesilmiş, dünyanın sesini susturup o tanıdık frekansa odaklanmıştım. Yavuz Bülent Bâkiler’in sesi yankılandı radyodan; derin, içten, sanki yüreğe dokunan bir tınıyla. Programına kendi şiiriyle başlamıştı: “Sivas’ta Yoksul Çocuklar.” O an hâlâ kulaklarımda çınlayan o dörtlüğü okudu:
Sivas’ta Ulu Camii avlusunda çocuklar
Yalvaran gözlerle etrafa baka baka
Açıyorlar küçük esmer avuçlarını:
Emmilerim sadaka! Emmilerim sadaka!
Bâkiler, bu şiiri o kadar derin bir duyguyla okudu ki, sanki her mısrada kendi çocukluğumun gölgesini gördüm. O esmer çocuklar, o yalvaran gözler, o avuçlar… Belki de o an, ben o çocukların içindeydim. İçimde bir şeyler kımıldadı; kelimelerin gücüyle sarsıldım, şiirin sessizliğinde kendi sesimi duydum.
Şiirin ardından, Bâkiler bu toprakların ruh kökünü İslam’la yoğuran merhum Necip Fazıl’dan bahsetti. Onun şiirlerinden örnekler okudu. O an içimde bir sevinç dalgası yükseldi. Çünkü Necip Fazıl, lise yıllarımın en güçlü sesiydi; düşünce ufkumu aydınlatan, kalbimdeki kıvılcımı tutuşturan bir rehberdi. Büyük Doğu’nun son sayılarını büyük bir heyecanla takip etmiş, ardından Rapor 1 ile başlayan o küçük ama derin bültenleri elime geçtikçe defalarca okumuştum.
Daha da ötesi, bir lise talebesi olmama rağmen, bir gün cesaretimi toplayıp İstanbul Erenköy’deki evinde Necip Fazıl’ı bizzat ziyaret etmiştim. O günü, o bakışı, o konuşmaları asla unutamam. Hatta yazdığım bir mektuba, Raporlar’dan birinde uzun uzun cevap vermişti. Genç bir yüreğe verilen o cevap, bana hem onur hem umut olmuştu.
Kağıda sığmaz
Bu anılar, o yaz gününün sıcaklığıyla, radyodan yükselen o sesle iç içe geçti. Yıllar geçse de, her yaz günü güneş bu kadar parlak doğduğunda, sanki o an yeniden yaşanır içimde. Rabbim, o güzel insanlara rahmet eylesin. Yavuz Bülent Bâkiler’in o unutulmaz programını dinledikten sonra, içimde tarifsiz bir heyecan doğmuştu. Henüz bir lise öğrencisiydim ama hislerim kâğıda sığmayacak kadar büyüktü.
O akşam, duygularımı dizginleyemedim; içimden gelen saf bir teşekkür ve hayranlık duygusuyla oturup Bâkiler’e bir mektup yazdım. Ne bir beklentim vardı, ne de bir karşılık umuyordum. Sadece yüreğimde biriken minnettarlığı, genç bir kalbin samimiyetiyle kâğıda dökmüştüm. Aradan çok zaman geçmedi. Bir gün postacı, üzerinde tanıdık bir isim yazan bir zarf getirdi: Yavuz Bülent Bâkiler.
Heyecandan ellerim titredi, kalbim sanki göğsümden taşacak gibiydi. Mektubu açtığımda içinden sadece sıcak, samimi bir cevap değil; onun kaleminden çıkan iki eser de çıktı: “Türkistan Türkistan” ve “Üsküp’ten Kosova’ya.” O an yaşadığım mutluluğu kelimelere dökmek zor… Sanki yıllardır uzaktan dinlediğim bir ses, bana ilk kez doğrudan hitap etmişti.
O kitapları elime aldığımda, sadece sayfaları değil, bir yazarın gönül dünyasını da okur gibiydim. Genç bir lise öğrencisi için bundan daha büyük bir sevinç olamazdı. Yıllar geçti, mektuplar sarardı, kitapların sayfaları yaş aldı ama o anın sıcaklığı hâlâ ilk günkü gibi içimdedir. Her hatırladığımda, o genç yüreğin saf sevincini yeniden yaşarım.
Sivas günleri
Kader bizi Sivas’a taşıdı… Yıl 1995. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak atanmıştım. Yeni bir şehir, yeni bir hayat, ama gönlümde garip bir tanışıklık duygusu vardı. Sanki Sivas, yıllar öncesinden kalbime ince bir iz bırakmış, beni çağırmıştı. Fakülte kütüphanemizin görevlisi, aynı zamanda “ayaklı kütüphane” olarak tanınan kıymetli Kasım Demir abimiz, bir gün bana kitapların büyük kısmının bağışlarla toplandığını anlattı. Bağışçılardan birinin de Yavuz Bülent Bâkiler olduğunu söylediğinde içimde bir sıcaklık yükseldi.
Kütüphanenin o köşesinde, onun kitaplarının dizili olduğu rafları gezdim. Sayfaların arasında onun parmak izlerini, okuduğu satırlarda ruhunun iz düşümünü hissettim. O an, yıllar önce bir lise öğrencisi olarak ona yazdığım mektup geldi aklıma… Sanki zaman, bir daire çizmiş ve beni o gençlik hatıramın merkezine geri döndürmüştü.
Aradan çok geçmeden fakültemizde bir haber yayıldı: Yavuz Bülent Bâkiler fakültemizi ziyaret edecekti. Haberi duyar duymaz içim kıpır kıpır oldu; heyecan, sevinç, biraz da mahcup bir gurur… Nihayet o gün geldi. Bâkiler hocamız içeri girdiğinde, sanki kelimeler bile onun etrafında anlam kazanıyordu. Arı duru Türkçesiyle konuşuyor, kelimeler ağzından bir çağlayan gibi akıyordu. Dilden, tarihten, köklerimizden bahsediyordu, o kendine has coşkulu üslubuyla.
İnce bağ
Ben, uygun bir anda söz alıp yıllar önceki o hatırayı anlatmaya başladım. Daha cümlemin başında heyecanla bana döndü: “Hocam, bir dakika… Ben sizin mektubunuza cevap vermiş miydim?” diye sordu. “Evet, vermiştiniz,” dedim. Yüzünde bir huzur tebessümü belirdi. “Çok şükür,” dedi, “ihmal etmem ama yine de merak ettim.” O an, yıllar öncesinin o ince bağı yeniden kurulmuştu. Aradan geçen bunca zamana rağmen, bir mektubun sıcaklığı, bir insanın içtenliği hâlâ aynıydı.
O akşam Kültür Merkezi’nde programı vardı. Sahneye çıktığında her zamanki zarafetiyle, heyecanla konuştu. Ve bir anda, o gençlik hatıramın içinden çıkıp yeniden o anın içine düştüm. Çünkü o, konuşmasının bir yerinde bizden bahsetti… Ardından, fon müziği eşliğinde “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” şiirini bir kez daha, bu kez bana ithafen okudu. Salonda sessizlik oldu; sadece onun sesi, Sivas’ın rüzgârıyla birleşip kalplere dokunuyordu.
O gece, gençliğimin hatırası Sivas’ın bağrında yeniden can buldu. Ve şimdi… Bu satırları yazarken, o asil sesi, o vakur duruşu, o gönül insanını rahmetle anıyorum. Bu toprakların sesi, soluğu, yüreği olan Yavuz Bülent Bâkiler’e Rabbimden rahmet; yakınlarına ve sevenlerine sabır diliyorum. Mekânın Cennet, makamın âlî olsun. Nûr içinde yat güzel insan…
Prof. Dr. Ramazan Altıntaş/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.