Eskiden sabahları bir mahalleden geçerken, kaşık, çatal sesleri duyulurdu. Aile fertleri bir sofrada buluşur, bir taraftan çaylarını içerlerken, çocukların cıvıltıları da o sofraya eşlik ederdi. O sofrada dede ve nine de olurdu. Ne güzel günlerdi o günler, aile fertleri hep bir arada olur, ayrı ayrı yemek yemezlerdi. Evin annesi aile fertlerini bir sofrada derler toparlardı. Besmeleler seslice okunur, böylece unutanlara hatırlatılmış olurdu.
Bir kahvaltı sofrasından gelen sesler bile insana sevgiyi hatırlatıyor, muhabbeti hatırlatıyor, samimiyeti hatırlatıyor. İnsanın ruhunda bir coşku bırakıyor. Peki ya bir Kur’an sofrasından gelen sesler kim bilir neler hatırlatır? Düşünün, bir evden Kur’an sesleri geliyor. Acaba bir genç mi okuyor yoksa evin büyüğü mü derken, ardından tekbir sesi işitiliyor. Anlaşılıyor ki cemaatle namaz kılınıyor. Şu manzaraya hayran olmamak ne mümkün? Ne eşsiz bir sahne Allah’ım.
Kur’anla diriliş
İşte Kur’an’la diriliş bu kardeşlerim. Evlerde Kur’an sesleri yankılanıyor mu? Çoluk çocuk herkes, o sese kulak kesilmiş mi? O evde cemaatle namaz heyecanı yaşanıyor mu? Evin babası, eşini ve yavrularını toplamış, dede ve nine de ardında namaz kıldırıyor mu? İşte size meleklerin gıpta ettiği hatta katıldığı bir manevî ziyafet! Allah’ın huzurunda, beraberce secdeye kapanmak aile fertleriyle… Ne mutlu! Duvarların da şehadeti var, meleklerin olduğu gibi… Anlaşılıyor ki o aile Kur’an’la ve namazla dirilmiş bir aile…
“Geldi geçti ömrüm benim, Şol yel esip geçmiş gibi” dizeleri aklıma geliyor kardeşlerim. Ah Yunus sanki her birimize tercüman olmuşsun… Evet ömrümüz gelip geçiyor, çok şeylere şahit olduk. Üzerimizden çok yeller değil seller geçti adeta. Aile yapımız kan kaybetmeye başladı. Eskiden fakirlik çoktu ama dini hassasiyet çok fazlaydı. Ne günlerdi ne günler… Kur’an ile dirilirdi evler… Huzur bulurdu aileler… Ailenin dirilişi bu idi.
Allah ve Resülünün aşkıyla can bulurdu… “Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem” derken gönüller titrer, gözler yaşarırdı. Biz Hacıveyiszade efendilere, Tahir Büyükkörükçü hocalara, Osman Karabulut hocalara yetiştik; hepsinin de gözleri yaşlı idi. O ne sevgiydi öyle! İşte onu aldılar nesillerimizden… Ya şimdi ne kaldı geriye ve sonrası ne olacak? Mayamız buydu bizim. Onunla tutunurduk birbirimize… Yeniden diriliş ancak bu muhabbetle hâsıl olur… Başka türlü mümkün olmaz.
Uzak düştük
Ne kadar da uzaklarda kaldık bu manalardan! Hani sahabe-i kiram efendilerimiz, O Gül Resul geliverince, bayram ederlermiş ya! Bir daha mübarek seslerini duyalım, derlermiş ya! Nedir o mana? Ezanlarda her gün beş defa ilan edilen hakikat muştusundan bahsediyorum kardeşlerim. Dileğimiz odur ki kocaman kubbelerden eksilmesin tekbirler… Haykırsın daima ezanları minareler… İslâm’ın nakşıdır Ayasofya, Sultan Ahmed’ler… Asırlara ruh veren o Süleymaniye’ler…
Ecdadımız mü’minler camilerde buluşsun, tekbirlerle o mabetler coşsun diye dev camiler yaptırdılar. Ezan sesleri ebediyen yurdumuzun üstünde inlesin diye minareler yaptırdılar. Camilerin etraflarında talebeler yetişsin, hafızlar yetişsin diye de medreseler yaptılar. Ecdadımız özellikle de hafızlığa önem vermişler. Konya’mızın büyük velisi Mevlana Hazretleri demiş ki; “Mushafa nasıl saygı gösteriyorsanız hafızlara da öyle saygı gösterin.”
Bir hafız demek ne demek? Onu yetiştiren anne babaya hayran olmamak mümkün mü? Kolay mı bir hafız yetiştirmek? Geceyi gündüze katarak. Ya hocalarının çabası? Hayır sahipleri ve bir de onların hizmetine koşanlar? Şu zincire bir bakın! Bu zincirde bir halka olmak ne büyük nasip! Bir de hafız olan o yavruların gayretine ne dersiniz? Her ânı Kur’an… Nûru alınlarına vuran… Hafızlarımızın, hocalarımızın yetişmesi, camilerimizdeki mukabeleler hala bu ümmetin canlı olduğunun işaretidir.
Hayal edin
Kur’an’la ve namazla dirilmek için camiler karargahımızdır, diriliş oradan başlar. Tabi camileri de yetim bırakmamak lazım. Allah’a yakınlığın en belirgin ânında, mü’minlerle beraber olmak önemli… Hani hadis-i şerifte müjdelenen yedi sınıf insandan bahsediyor ya. Onlardan biri de kalbi mescidlere bağlı kişidir. (Buhari, Ezan 36) Allah’a muhabbetin doruk noktaya ulaştığı güzellikler bunlar. Allah Teâlâ bizi her gün beş vakit camiye kabul ediyorsa, bu en güzel nimettir.
Allah Resulünün hayatına baktığımız zaman merkez mescittir. Sabah akşam içerisinde zikredilen evler, namaz kılınan yuvalar da onun birer şubesidir. İslâm ailesi böyle olmalı tabii ki. Diri evler, Kur’an okunan ve Kur’an ile yaşanan, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sünnetine yapışan evlerdir. Şimdi ne kadar kaldı acaba bu diri ve canlı evlerden? Şöyle bir evlerimizi test edelim mi? Eskiden hocalar vaazlarda şöyle bir soru sorardı: “Peygamberimiz sizin evinize gelse ne yaparsınız?”
Evet, hayallerimizde canlandıralım; O Güzeller Güzeli Peygamber Efendimiz, o iki cihan serveri Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem kapımıza gelse, hangimiz tereddüt etmeden içeri alabiliriz? Aman Allah’ım! Bu nasıl bir tablodur? Sevinç ve heyecan ile; “Buyurunuz Ya Resulallah!” derken, o güzel ve sürmeli gözlerinin görmek istemediği şeyleri, apar topar nasıl toplarız acaba? Ev halkına; “Güzeller güzeli Sultanımız teşrif buyurmuşlar hanemize” diye haber verirken, evimizdeki o mahcubiyet verecek şeyleri nasıl temizleriz?
O lüksü, gösterişi, şatafatı nasıl izah ederiz? Onu da bırakın evdeki israf noktasına ulaşmış eşyaları nereye saklarız? Âh bu saltanat! Bu imkân! Bu kilimler, halılar, döşemeler! Hepsini görecek Resulullah’ımız! Ya onun o mübarek hane-i saadetleri nasıldı? Hurma lifinden bir yastık, hasırdan bir şilte… “Benim dünya ile olan bağlantım, dünyadaki konumum, bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip sonra da yoluna devam eden yolcu gibidir.” (Ahmed, Müsned, c. I, s.391) buyurmuyor muydu Peygamber Efendimiz.
Hani Hazreti Ömer radıyellahu anh onun mübarek vücudundaki hasır izini görünce ağlamıştı ya! Peygamber Efendimiz; “Niye ağlıyorsun ya Ömer?” deyince de şöyle demişti: “Nasıl ağlamayayım ki Ya Resulullah, Kayser’ler, Kisra’lar kuş tüyü yataklarda yatarken, siz Allah’ın en sevgili kulu olarak sert bir şiltede yatıyorsunuz. Mübarek vücudunuza izleri çıkmış. Ne olur müsaade buyurun da size yumuşak bir yatak edinelim.” Bunun üzerine güzeller güzeli Sultanımız Hazreti Ömer’e; “İstemez misin ya Ömer, dünya onların olsun, ahiret de bizim.” (Ahmed, II, 298) buyurmuşlardır.
Dünya bizi yuttu
Saadet asrındaki bu mübarek hatırayı insan okuyunca, hüngür hüngür ağlayası geliyor. Dini imanı kimseye bırakmayanlar, bu gidiş nereye? Bu lüks, bu şatafat, bu gösteriş nedir? Binalar mamur ama içlerindekiler bambaşka hallerdeler. Daha evdeki eşyalar ömrünü tüketmeden, onları değiştirme derdine düşen kardeşlerimiz var, acıyorum onlara. Bilmem kaç çeşit gömlek, bilmem kaç çeşit ayakkabı biriktirenler var. Allah o kardeşlerimizi de ıslah etsin. Neler gelmiyor ki aklımıza? Dünya bizi yuttu.
Namaz, edep, hayâ, tesettür nerede kaldı? Ne perişan halimiz, diye düşünüp duruyoruz öyle değil mi? Anne örtülü, babaanne örtülü, onların yanlarındaki çocuğa bakıyorsunuz, “Çocuktur bir şey olmaz” denilerek giydirilmiş? İki cihan güneşi Efendimiz hanelerimize gelse, çoluk çocuk, kadın erkek kılık kıyafetlerimizi görse, acaba ne deriz? Modaya kurban edilen tesettürü, vücut hatlarını belli eden o dar kıyafetleri nasıl açıklarız.
Ya bir de açık olan televizyonu görürse, izlenilen dizilere, yarışmalara, helal olmayan görüntülere şahit olursa ne yaparız? Hele cep telefonları ile israf edilen ömrümüze şahit olsalar acaba ne buyururlar? Sosyal medyada evinin hallerini, kızının, eşinin resimlerini paylaşanlara, gittiği düğünlerden canlı yayın yapanlara, yarı çıplak gelinlerin yanında poz verenlere acaba ne der?
Boykot ürünler
Daha neler gelmiyor ki aklımıza? Sorarlar tabii ki bütün bunları diyoruz… Âh, ne deriz, ne cevap veririz? Ya ümmetin hali? Ya kardeşliğimiz? Ya Gazze? Hani bıraktıkları dava? Hani Kur’an ve Sünnet’e sarılmak? Hani cihad, hani boykot? Evimizdeki boykot ürünleri mi ikram edeceğiz? Boykot şampuanları, diş macunlarını, boykot kıyafetleri, ayakkabıları nereye saklayacağız? Allah korusun onların kolalarını alanlar var, bütün marketler ağzına kadar dolu…
“Canım fedâ olsun Sana Ya Rasulallah” diye bazen kendimizden geçiyoruz. Ama onu evimizde misafir etmeye bile yüzümüz yok. “Benim de yüzüm yok Ya Habîballah!” dediğinizi duyar gibiyim. Bırakın evimizi, rüyamıza gelseler acaba ne deriz? Sizi bilmem ama benim yüzüm yok O Sevgiliye bakmaya! Zaten Filistin’deki kardeşlerimizi düşündükçe kahr-ı perişan oluyoruz. Elimizden gelenleri yapıyor muyuz? Çok eksiklerimiz var. Rabbim cümlemize bu eksiklerimizi giderip Efendimiz’in yüzüne bakacak yüz versin. Amin.
Muzaffer Dereli/ İrfanDunyamiz.com
Aile Okulu ↗
Mutlu evlilik ve huzurlu aile konusunu ele alan seçme yazılar okumak için tıklayın.
Çocuk Eğitimi ↗
Çocuk eğitimini batılı pedagojiyi esas almadan işleyen yazılar okumak için tıklayın.