İlk kıblemiz Kabe mi? Mescid-i Aksa mı?

Filistinli Müslümanlara işkencenin doruk noktasına çıkmasından ve Kudüs dâhil vatanlarının Yahudiler tarafından işgal edilmesinden beri Müslümanları bu topraklara karşı teyakkuz hâlinde tutabilmek ve Kudüs davasına sahip çıkarabilmek için “Mescid-i Aksa ilk kıblemiz” şeklinde bir ifade Müslümanlar arasında daha da yaygınlık kazanmaya başladı. Eskiden çok az kullanılan bu ifade popüler hâle geldi. Bazı şairlerin şiirlerine ve sanatçıların ezgilerine de bu şekilde konu oldu. Bir nesil Kudüs ve Mescid-i Aksa ezgileriyle dini şuur kazandı.

“Mescid-i Aksa ilk kıblemizdir” hüküm cümlesi ne zamandan beri Müslümanlar arasında yaygındır kesin olarak bilmiyoruz. İlmî bir ifade olmaktan ziyade kültürel tarafı daha ağır basmaktadır. Oldukça da duygusal bir söylemdir. Sonraki süreçte öyle bir algı oluştu ki bazı akademisyenler bu bağlamda makaleler bile yazdılar. Bu çalışmamızda bu ifadelerin gerçek, tarihi ve ilmi bir değeri var mıdır? Buna cevap arayacağız. Vereceğimiz cevapla Kudüs davasına elbette zarar vermeyeceğiz. Zira Müslümanların fethedilen bir karış topraklarını başkalarına vermeleri haram olduğu gibi bu toprakları geri alabilmek için cihadın farz-ı ayın olduğuna inananlardanız.

Birçok peygamberin tevhid mücadelesine merkez olan Kudüs’ün Müslümanlar nazarında elbette ayrı bir yeri vardır. Amacımız; bu ifadeler Kur’an ve Sünnet’ten mi mülhem, yoksa duygusal söylemler midir? Bunu delilleriyle ortaya koymaktır. Araştırmamızı ilk kaynaklar üzerinden yapacak ve ilmi değeri olan kaynakları esas alacağız. Klasik kaynakları tercih edeceğiz. Araştırmamızda batılı oryantalistlerin bu konuda neler dediklerine yer vermeyeceğiz. Çünkü konu ilk ve klasik kaynaklardan araştırılıp neticeye varılması gereken bir konudur. İlk kaynaklar ise elimizdeki ilk dönem rivayet kitapları ve tefsir kaynaklarıdır.

İlk mabed

Elbette klasik kaynakların kritiği ve rivayetlerin tenkidi üzerinden söz söyleyen sonraki dönemler İslâm ulemasının ilmi eserlerine de başvuracağız. Çalışmamızda her hangi bir şekilde kıbleyle ilgili fıkhi tanımlara ve ayrıntılara da girmeyeceğiz. İsteyenler konuyla ilgili fıkıh külliyatına müracaat edebilirler.1 Hatta Hanefi âlimlerinden İbni Âbidin’in mufassal açıklamalarından bir kitapçık bile ortaya çıkabilir.2 Mesele çok teferruatlı şekilde izah edilmiştir.

Kur’an-ı Kerim, yeryüzünde yapılan ilk mescidin Mekke’deki Mescid-i Haram (Kâbe) olduğuna şu ayetlerle işaret etmiştir: “İnsanlar için (kıble ve mabet olarak) kurulan ilk ev, Mekke’deki (Kâbe)dir. (Mescid-i Aksa’nın yapımından yüzyıllarca önce, bizzat Hazreti İbrahim tarafından inşa edilmiş olan Kâbe) bütün insanlar için hem bir bereket kaynağı, hem de bir yol göstericidir. Orada, (Allah’ın kudret ve merhametini hatırlatan, ayrıca geçmiş Peygamberlerin hatıralarını canlandıran nice işaretler, alâmetler) apaçık deliller vardır. Örneğin, İbrahim’in (namaz kılmayı âdet edindiği makamı (ki sizlere emanet ettiği tevhid inancının sembolü) oradadır. (Tüm Arap Yarımadası’nda vahşet ve anarşi kol gezerken) oraya giren kişi huzur ve güvene kavuşur. Oraya gitmeye gücü yeten herkesin (hac veya umre amacıyla) Kâbe’yi ziyaret etmesi, Allah’a karşı mutlaka yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Her kim (bu hac görevini terk ederek verilen nimetlere) nankörlük ederse, (yalnızca kendisine zarar vermiş olur. Öyle ya) Allah hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir.”3

Ayetin akışına baktığımız zaman görürüz ki Kâbe’nin, Hazreti İbrahim tarafından yeryüzünde inşa edilmesine işaret edilmektedir. Malum olduğu üzere Kâbe, yeryüzünde ibadet amacıyla inşa edilen ilk mescittir.4 Bu ayetlerin tefsiriyle ilgili ilk müfessirlerden Mukatil bin Süleyman (ö. 150/767) şöyle bir nüzul sebebi ve açıklama sunmaktadır: “Kâbe’ye yönelerek namaz kılmak hidayettir. (Kıble tahvil edildikten sonra) Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılmak dalalettir. Rivayet edilir ki Müslümanlar ve Yahudiler kıble konusunda tartışma yaptılar. Müslümanlar kıblenin Kâbe, Yahudiler de Beyt’ü-l Makdis olduğunu söylediler. Yüce Allah bu ayeti cevaben indirdi ve şu gerçeği bildirdi: Yeryüzündeki ilk mescit Kâbe’dir. Harem halkı için Beytin bizzat kendisi kıble, yeryüzü halkları için de Harem’in tamamı kıbledir.5

Kâbe’den önce yeryüzünde evler yapılmış ama ibadet niyetiyle ilk yapılan ev Kâbe’dir.6 Taberî’deki bir rivayette, Hazreti Âdem aleyhis selam’ın Kâbe’yi tavaf etmesinden bahsedilir. Hazreti Âdem’den sonra da tarih içerisinde Müslümanlar tavafa devam etmişlerdir. Nuh aleyhis selam dönemindeki tufanda, Kâbe’nin hürmeten yeryüzünden kaldırıldığından bahsedilir. Yüce Allah daha sonra İbrahim peygambere Beyt’in yerini vahiyle bildirerek Kâbe’yi yeniden inşa ettirmiştir.

Ebû Zer el-Gıfari radıyellahu anh’tan gelen rivayette, Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem’e ilk mescidin hangisi olduğu sorulunca; “Mescid-i Haram” cevabını vermiştir. Kaynaklarda, ayetteki Bekke’nin beytin olduğu alan, Mekke’nin ise Mescidin dışındaki alan olduğu ifade edilmiştir.7 İnsanlar hac esnasında birbirlerinin üzerine izdihamla yığıldıkları için Bekke denildiği de söylenmiştir.8 Bu mukaddes alanda zalimlerin ve zorbaların burunları sürtülüp zillete düştükleri için fiilin kökünden türetilerek Beyt’in bulunduğu yere Bekke adının verildiği de söylenmiştir.9

Konuyla ilgili İmam Maturîdî’nin (ö. 333/944) şu nakli oldukça önemlidir. Hazreti Âdem burayı hac ile emir olunmuştur. Cebrail aleyhis selam da Âdem Peygamber’den iki bin yıl önce meleklerle beraber burada haccetmiştir.10 Benzeri bir Rivayet İbni Kesir tefsirinde şöyle geçmektedir: Yüce Allah, Cebrail’i Âdem ve Havva’ya Kâbe’yi bina etmeleri için gönderdi. Emir edildiği üzere bina ettiler, sonra da tavaf etmeleri emir buyuruldu. İlk tavafı onlar yaptılar.11 Daha sonra da gelen diğer peygamberler Kâbe’yi tavaf ettiler.12 Buna göre İbrahim Peygamber kendi zamanında Kâbe’yi yenilemiş veya yeniden inşa etmiştir.13 Tarihte zaman zaman yıkıldığında Cürhümlüler, Amalika ve Kureyş kabileleri yeniden yapmışlardır. 14 Müfessir Âlusi, Kabe’nin Hazreti Şit aleyhis selam tarafından da yenilendiğini söylemiştir.15

Diğer peygamberler

Buraya kadar yazılanlardan şöyle bir kanaate varabiliriz: Namaz, Yüce Allah ile kurulan en önemli irtibat yollarından biri olduğu için, sadece Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in ümmetine değil, daha önceki ümmetlere de farz kılınmıştır. Kuran-ı Kerim bizlere, Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail’e,[16] Hazreti Şuayb’a,[17] Hazreti Musa’ya,[18] Hazreti Lokman’a,[19] Hazreti Zekeriya’ya,[20] Hazreti İsa’ya[21] ve tüm İsrail oğullarına farz kılınan namazlardan bahseder.[22]

Hazreti Yakup’tan Hazreti İsa’ya kadar gönderilen peygamberlerin hepsinin İsrail oğullarından olduğunu düşünürsek bu sürecin uzunluğunu daha iyi kavrarız. Şu ayet bu konuda çok önemli bir delildir: “Bir zamanlar İsrail oğullarından yalnızca Allah’a ibadet edeceksiniz, ana-babaya, yakınlara, kimsesizlere, yoksullara iyilik yapacaksınız, insanlara güzel söz söyleyeceksiniz, namazı istikametle kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz diye söz almıştık. Sizden birkaç istisna dışında hepiniz sözünüzden dönmüştünüz. Siz gerçekten pek dönek bir toplumsunuz.”[23] 

Namaz, sadece yukarıda sayılan peygamberler ve ümmetleri ile de kayıtlı değildir. Hazreti Âdem aleyhis selam’dan Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’e kadar peygamberlerin hepsinin şeriatında namaz vardır. Namazın olmadığı ne bir peygamber ne de hak bir din söz konusudur. Hasan el-Basrî’nin (ö: 110/728) ifade ettiği gibi hiçbir peygamber yoktur ki Allah Teâlâ ona namazı emretmiş olmasın.[24] Kısacası, namazsız şeriat yoktur.

Yukarıda isimleri geçen peygamberlerden Hazreti İbrahim, Hazreti İsmail, Hazreti Şuayb ve Hazreti Musa, Beyt’ü-l Makdis’i yenileyen Hazreti Süleyman’dan önce gönderilmiş peygamberlerdir. Ayrıca hiçbir kaynakta Hazreti Süleyman’ın Mescid-i Aksa’yı kıble edindiğine dair bir rivayet yoktur. Muhtemeldir ki o da kıble olarak Kâbe’ye yönelmiştir. Kaynaklardan izah ettiğimiz üzere peygamberlerin hepsi de Kıble olarak Kâbe’ye yönelmişlerdir.

İslâm, Hazreti Âdem ile başlamıştır. Allah celle celaluh’un, Hazreti Musa’ya, Hazreti İsa’ya ve Hazreti Muhammed’e gönderdiği dinlerin hepsinin ortak adı İslam’dır.[25] Hazreti Muhammed’e gelen İslam, tüm orijinalliği ile kıyamete kadar bakidir. Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya gelen dinler tahrif olmuştur.[26] Musevilik ve İsevilik gibi uydurma isimler, bu dinlere insan eli değdikten sonra ortaya çıkan bid’at adlandırmalardır. Bunlar Allah katından gönderilmemiştir.”[27]

Hicri 309 tarihinde vefat eden Müfessir Ebu Cafer et-Taberi’de aynı ayetin tefsirinde; “İslâm’ı, Yahudilik ve Hristiyanlıkla karıştırmayın” demiştir.[28] Ayrıca Taberi’nin şu açıklaması da oldukça ilginçtir: İsrailoğulları Allah’ın Hazreti İsa ile gönderdiği dinini değiştirdiler. Sonra da Hristiyanlaştılar, Yahudileştiler.[29] Hazreti İsa’nın ve daha önceki peygamberlerin hepsinin dinlerinin adı İslâm’dır. Yahudilik ve Hristiyanlık diye bir din peygamberlere asla gelmemiştir.[30]

Bu durumu Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle haber vermiştir: “Peygamberler, babaları bir fakat anneleri ayrı kardeşler gibidirler. Hepsinin getirdiği din birdir (İslam). Benimle, İsa arasında peygamber yoktur.”[31] Hazreti Âdem’den itibaren bütün peygamberlerin daveti aynıdır: “Allah’a ibadet edin ve ondan başka ilah kabul etmeyin”[32]

İşte bu ortak çağrı İslâm’dır. Hazreti Âdem ile başlayan İslâm’ın diğer peygamberlerle devam ettiğini düşünürsek, tüm peygamberlerin Kâbe’ye yönelmeleri itibarıyla Kâbe, “Doğal Kıble” denilebilir. Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’den önceki peygamberlerin de kıblesidir.[33] Hatta Kâbe, ilk insanla başlayan ilk kıbledir. Hazreti Cebrail’in yukarıda ifade edildiği üzere meleklerle beraber Kâbe’yi tavaf ettiğini düşünürsek insanlıktan önceki ilk kıble Kâbe’dir. Kâbe’yi ibadet mahalli olarak tayin eden Allah Teâlâ’dır.[34]

Burada şu hususu ana kaynaklardan yola çıkarak özellikle beyan etmek istiyoruz: Hazreti Musa döneminde Firavun, iman edenlere baskı yapmaya başlamış ve onların topluca namaz kılmalarını engellemiştir. Bunun üzerine Yüce Allah Hazreti Musa’ya şu emri vermiştir: “Musa’ya ve kardeşine şöyle vahyettik: Halkınız (arasında toplumsal kulluk bilincini yeniden canlandırmak ve bu konuda inananları eğitmek) için, Mısır’da (ki yerleşim yerlerinde topluca ibadet edebileceğiniz ve zor durumlarda sığınabileceğiniz) evler hazırlayın ve bu evlerinizi kıblegâh edinin (topluca namaz kılınacak ortak mekânlar olarak düzenleyin); namazlarınızı da (bu evlerde, cemaatle ve) dosdoğru kılın. (İşte bunları yerine getirebilirseniz, zafer mutlaka ulaşırsınız. O hâlde) inananları müjdele! ”[35]

Metin ve mealini verdiğimiz bu ayetteki “Evlerinizde kıblegâh edininiz” kısmıyla ilgili müfessirlerin yorumlarını olduğu gibi aktaracağız: Mücahid (ö. 103/72), ayetteki kıble edinmekten kasıt; mescidlerinizi Kâbe’ye yönelik olarak yapınız, demektir. Hazreti Musa ve Müslümanlar, Firavun’dan korkarak ibadet mahallerinde cemaatle namaz kılarlarken, evlerini mescid edinmeleri ve Kâbe’ye yönelerek namazı eda etmeleri emredilmiştir.[36] Tabiin’in büyüklerinden olan Hasan el-Basrî (ö. 110/728), “Kâbe bütün peygamberlerin kıblesidir. Sadece Hicret’ten sonra oraya bir müddet dönülmüştür” demektedir.[37]

“Kâbe bütün peygamberlerin kıblesidir. Sadece Hicret’ten sonra oraya bir müddet dönülmüştür”

Hasan El Basri

Açıklamaya baktığımızda Mekke, döneminde Müslümanların Kâbe’ye döndüklerine işaret vardır. İlk müfessirlerden Mukâtil bin Süleyman (ö. 150/767), ayeti; “Mescitlerinizi, Mescid-i Haram’a yönelik yapınız” diye yorumlamıştır.[38] Aynı bilgileri Ferra da (ö. 207/822) vermiştir.[39] Taberî (ö. 310/923), farklı ravilerden nakillerle, Hazreti Musa’nın Kâbe’ye dönmekle emredildiğine kail olmuştur.[40]

İmam Maturîdî (ö. 333/944), Te’vilat’ında; Hazreti Musa ve Müslümanların Kâbe’ye müteveccihen namaz kılmakla emir olunduklarını belirtmiştir.[41] Zemahşerî (ö. 538/1144)[42] İbni Kesir (ö. 774/1373) ve Hazin (ö. 741/1341) de aynı kanaatedirler.[43] Hatta İbni Kesir ve Hazin, böyle bir rivayete Abdullah bin Abbas’ı ravi olarak vermişlerdir.[44] Bize göre bu bilginin önemi şudur. Resulullah’ın Mekke’de Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kıldığı rivayeti de İbni Abbas’a aittir. Hazreti Musa’nın Kâbe’ye yöneldiğini söyleyip Hazreti Peygamber’in Beyt’ü-l Makdis’e döndüğünü söylemek çelişkidir. Dolayısıyla İbni Abas’a ait olduğu söylenen bu tek rivayet detaylıca tahkik edilmelidir. Tek bir rivayet üzerinden hüküm cümlesi oluşturmak birçok hatayı içinde barındırabilir.

Ebussuud Efendi (ö. 982/1574), “Hazreti Musa, Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılıyordu” diye açık ifade kullanmıştır.[45] Detaya girmeden Bagavî (516/1122),[46] Âlusî (ö. 1270/1854),[47] Şevkânî (ö. 1250/1834)[48] gibi müfessirlerin de Hazreti Musa’nın kıblesinin Kâbe oluşunu açık beyanları vardır. Tüm bu rivayetler Kâbe’nin tarihte ilk kıble oluşunun farklı ifadeleridirler.

İlk Müslümanların durumu

Meseleyi doğal kıble bağlamında ele aldıktan sonra Peygamber Efendimiz’e ilk vahyin gelmesi ve namazın emredilmesiyle beraber Müslümanlar nereye yönelmişlerdir. Peygamber Efendimiz’in şeriatında kıble neresidir? İkinci olarak bu sorunun doğru cevabını bulmamız gerekmektedir. Peygamberimiz ilk vahiyle beraber namazla da memur olmuştur. Namaz, onun getirdiği şeriatta ilk teşri kılınan ibadettir. Hatta bir kimse Müslüman olduğunda Resulullah’ın o kişiye ilk öğrettiği şeyin namaz olduğu rivayet edilmiştir.[49]

İnsanı zihnen ve amelen tezkiye eder. Manen yüceltir. Namaz, risaletle beraber farz kılınmıştır. Risaletle beraber farz kılınan zaten iki ibadet vardır; namaz ve cihad. Burada cihadla bu ibadetin; tebliğ, davet, marufu emretmek, münkeri yasaklamak, küfre karşı tavırlı olmak, tebşir ve inzar türlerini kast ediyoruz. Çünkü cihadın mukatele (savaş) türüne Medine döneminin ikinci yılında izin verilmiştir.

Namazın risaletle beraber başladığını ilk gelen surelerden Müzzemmil Suresi 2-4. ayetler ile 20. ayeti açıkladığı gibi, Müddessir Suresinin 43. ayeti de yeterli bilgiyi vermektedir. Nüzul sırasına göre sure taraması yapacak olursak delillerimizi daha da çoğaltabiliriz. İslâm’ın ilk yıllarında namaz üç vakit olarak farz kılınmıştır. Miraç gecesinde ise beş vakit olarak düzenlenmiştir. Kıyamete kadar da beş vakit kalacaktır. “Namaz Miraç gecesinde farz kılınmıştır”[50] demek ilmi bir hatadır. Kur’an-ı Kerim’e ve Sünnet’in verilerine aykırıdır.

Miraç olayının Hicret’ten yaklaşık bir buçuk sene önce gerçekleştiğini kabul edersek, Müslümanlar on küsur sene namaz kılmadılar mı, sorusu akla gelir. Yukarıdaki ayetlerin delaletleri ve nakledilen rivayetler Müslümanların risaletin gelişiyle beraber namaz kıldıklarına işaret etmektedir. Miraçtan sonra ise yeni bir düzenleme yapılmış ve Müslümanlar beş vakit namazla mükellef tutulmuşlardır. Bu durumu Peygamber Efendimiz şu hadislerinde yeterince açıklamıştır.

“Cibril aleyhis selam geldi ve bana imam oldu. Onunla beraber ayrı vakitlerde beş vakit namazı kıldım.”[51] Cebrail’in Peygamber Efendimize imam olması, namazın niteliğinin akılla bilinemeyeceği hakikatinden kaynaklanmaktadır. Peygamberimiz, Cebrail’den öğrendiklerinin aynısını ümmetine öğretmiştir. Her namazın ilk ve son vakitlerini de yine Cebrail, Peygamberimize talim etmiştir.[52] Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem, namazı nasıl ki Cebrail aleyhis selam’dan öğrendi ise Cebrail de namazı Allah Teâlâ’dan alıp öğrenmiştir.[53] 

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, bu dönemde yani Mekke’de namaz kılarken ne tarafa yönelmiştir. Kıble olarak nereyi tercih etmiştir. Bu konuda bir ayet yoktur. Kıblenin değiştirilmesi, sünnet ile sübut bulmuş bir hükmün ayet ile nesh edilmesine de güzel bir örnektir.[54] Şöyle bir açıklama teşri’ tarihi bakımından daha doğrudur. Önce sünnet sünnetle, sonra da sünnet Kur’an ile nesh edilmiştir. Çünkü Mekke’de Kâbe’ye dönülerek namaz kılınacağına dair de bir ayet yoktur.

İlk vahyin başlangıcında kıble tayini ile ilgili bir ayetin olmaması, Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in Kur’an vahyi dışında da Yüce Allah ile irtibat kurduğunu gösterir ki bu aynı zamanda sünnetin önemini ortaya kor. Nitekim abdest de öyledir. Maide suresinin 6. Ayeti olan abdest ayeti Medine döneminin sonlarında nazil olmuştur. Abdesti Mekke’de Peygamberimize kim öğretmiştir? Bu bağlamda şu rivayet oldukça önemlidir. Vahyin nüzulüyle beraber Cebrail aleyhis selam, yerden su çıkarıp abdest almış ve abdest almayı Peygamber Efendimiz’e de öğretmiştir.[55] Zaten akılla bilinmesi mümkün değildir. Konuyla ilgili İmam Maturîdî’nin şu naklini bir defa daha hatırlayalım. Hazreti Âdem, Kâbe’yi hac ile emir olunmuş ve Cebrail aleyhis selam da iki bin yıl önce meleklerle beraber burada haccetmiştir.[56] Böyle bir rivayet, Cebrail’in Peygamber Efendimiz’e bu ibadeti öğretirken namaz esnasında döneceği yönle; kıbleyle ilgili de ipucu da vermektedir.

Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in namaz esnasında Mekke’de kıble olarak nereye döndüğünü, Medine döneminin ilk bir buçuk yılını ve sonrasını ancak rivayet kitaplarından tespit edebiliriz. Elbette bu konudaki kaynakların güvenirliği, ravilerin hangi dönemde Müslüman oldukları, bilgilerini kimlerden aldıkları ve olaya şahitlik edip etmedikleri de önemlidir. Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili ayetler Bakara Suresi’nin 142 ile 150. ayetleri arasında geçmektedir. Bu ayetler grubunda hem kıblenin değişimi, hem Peygamberimizin Kâbe’ye yönelme arzusu, hem de kıbleyi tayin etme hususunda içtihat hatası olduğunda durum beyanı ele alınmaktadır. Bu tespitimiz tüm tefsir kaynaklarında vardır. Kıblenin değişimi şu ayetlerde açıklandığı üzere Medine’de büyük gündem oluşturmuştur:

“İnsanlar arasından, (‘seçkin ve ayrıcalıklı toplum olma’ saplantısından bir türlü kurtulamamış Yahudilerden  bazı cahiller ile imanın bir türlü kalplerine yerleşmediği münafıklardan bazıları; ‘Şu Müslümanları, öteden beri yönelmekte oldukları kıblelerinden çeviren sebep nedir?’ diyecekler. (Onlara cevaben) de ki: ‘Doğu da Allah’ındır, batı da. Aslında herhangi bir yönün diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Önemli olan doğuya veya batıya yönelmek değil, Allah’ın emrini yerine getirmek, gönderdiği dini hayata egemen kılmaktır. Ve O’nun dini, hiçbir ırkın veya sınıfın imtiyazı altında değildir. Zira) O, (hangi ırktan, hangi toplumdan, hangi cemaatten olursa olsun, samimî olarak hakikate yönelmek) isteyeni dosdoğru yola iletir. (Ey müminler!) İşte böylece sizi, (her türlü aşırılıklardan uzak, vahye dayalı, dengeli, ölçülü, uyumlu, âdil, iyiliksever ve) orta yolu izleyen bir ümmet yaptık ki, tüm insanlığa karşı (hakikate şâhitlik eden güzel örnekler ve âdil) şâhitler olasınız ve bu Peygamber de size karşı (güzel bir örnek ve) şâhit olsun. Ey Muhammed! Senin daha önceleri Mekke’de iken yönelmiş olduğun kıbleyi, (yani Mescid-i Haram’ı şimdi size) kıble yaptık ki Elçinin izinden gidenleri, gerisin geriye (küfre) dönecek olanlardan ayırıp açıkça ortaya koyalım.  Doğrusu bu (imtihan) Allah’ın yol gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelecektir. (Bu arada) Allah, (daha önceleri Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılmış olduğunuz namazları elbette kabul edecek, ihlâs ve samimiyetle O’na bağlandığınız sürece) sizin imanınızı asla boşa çıkarmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah, insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. ”[57]

İlk kıble Kabe’ydi

Evvela şu tespiti yinelememiz gerekiyor: İlk dönem müfessirlerinden ve tabiinin en büyüklerinden olan Hasan el-Basrî, kıblenin tahviliyle alakalı müşriklerden tarihi bir tespiti nakletmiştir. Bu nakle göre müşrikler derler ki: “Muhammed, babalarının kıblesinden yüz çevirmişti, şimdi tekrar ona döndü.”[58] Bu ifadeler Peygamberimizin ve ilk Müslümanların Mekke döneminin on üç yıllık sürecinde Kâbe’ye yönelerek namaz kıldıklarına işaret etmektedir. Çünkü Kâbe İbrahim Peygamber’in ve tüm peygamberlerin kıblesidir.[59]

İbni Vehb (ö.h: 308) Mekke’de inen bir sure olan Enam Suresi’nin 71. ayetinin tefsirin i yaparken Müslümanların kıblelerinin Kâbe olduğunu ifade etmiştir.[60] Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili en geniş malumat veren müfessirlerden biri de Müfessir Taberî’dir. Konuyla ilgili yaklaşık 40 sayfa malumat vermiş ve tüm rivayetleri, hikmetleri ve tarihi arka plânı toplamıştır.[61]  Bu çalışmasında İbni Cüreyc’den (ö: 150/767) yaptığı şu nakil çok önemlidir. “Peygamber sallellahu aleyhi ve sellem önce Kâbe’ye doğru namaz kıldı, sonra Beyt’ü-l Makdis’e yöneldi. Resulullah Medine’ye geldikten sonra 16 ay kadar böyle devam etti. Daha sonra Yüce Allah, kıble olarak Kâbe’ye çevirdi.”[62]

Taberî kıbleyle ilgili açıklamalarını Bakara Suresi’nin 146. ayetinde de sürdürür. Bu ayetteki “mübhem” zamiri Kâbe olarak kabul eder. Kitap Ehli’nin, “Kâbe’nin kıble oluşunu öz oğulları gibi tanımalarına rağmen gizlediklerini” söyler. O’na göre Kâbe, aynı zamanda tüm peygamberlerin kıblesidir. Hazreti Muhammed’den önceki peygamberler de kıble olarak Kâbe’ye yönelmişlerdir.[63] Bazı son dönem çalışmalarında, Taberî’nin Bakara Suresi’nin 146. ayetindeki “yarifunehu” kelimesindeki zamirin Kâbe’ye atfedilmesinde tek kaldığını söyleseler de bu doğru değildir. İlk dönem müfessirlerinden sayılan ve Taberî’den yaklaşık 160 sene evvel vefat eden Mukatil bin Süleyman, Bakara Suresi’nin 146. ayetini tefsir ederken ayetteki zamiri Kâbe şeklinde açıklamış; “Kâbe’nin kıble oluşu Tevrat’ta da İncil’de de yazılıyken ve siz de bu hakikati kendi öz oğullarınızı bildiğiniz gibi bilmenize rağmen gizlediniz” demiştir.[64]  

Dil tefsirinde önemli bir yeri olan Ferra da (ö. 207/822), bu ayetin tefsirinde; “Kitap ehlinin kıble olarak Kâbe’yi bilmelerine rağmen hakikati gizlediklerine” işaret etmiş ve Kâbe’nin, İbrahim peygamber dâhil tüm peygamberlerin kıblesi olduğunu belirtmiştir.[65] Bu ayetin neredeyse aynısı, Mekkî surelerden olan Enam Suresi’nde de nazil olmuştur. Taberî, Enam Suresi’nin 20 ayetindeki “yarifunehu” kelimesindeki zamiri Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem olarak beyan etmiştir.[66] Bizim kanaatimize göre, Taberî ayetlerin nüzul ortamını ve siyakını gözeterek uygun anlamı takdir etmiştir. Yukarıda açıklandığı üzere görüşlerinde tek de kalmamıştır.

Kâbe’nin ilk kıble oluşu dil ve kelamî tefsirin öncülerinden olan Zemahşerî (ö. 538/1144) tarafından şöyle ifade edilmiştir. Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem, Mekke’de iken Kâbe’ye yönelerek namaz kılıyordu. Hicret’ten sonra Beyt’ü-l Makdis’e yönelerek namaz kıldı. Kâbe’ye yönelerek namaz kılmak asıl emir, Beyt’ü-l Makdis’e yönelmek ise bir gayenin tahakkuku için arızi bir uygulamadır.[67]

Aynı ifadeler Beyzavî’nin (ö. 685/1286) tefsirinde de vardır.[68] Beyzavî de ilk kıblenin Kâbe olduğunu kabul edenlerdendir. Meşhur tefsirlerden Lübab’u-t Te’vil’de Hazin de (ö. 741/1341), Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in Mekke döneminde Kâbe’ye doğru namaz kıldığını kaydetmiştir.[69]

Aynı konuyla alakalı Bagavî (ö. 516/1122) şu açıklamayı yapmıştır: Şeriatın emirlerinden ilk nesh olan Kıble meselesidir. Resulullah salellahu aleyhi ve sellem ve sahabesi Mekke’deyken Kâbe’ye müteveccihen namaz kılıyorlardı. Hicretten sonra Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kıldılar.[70]

Muhtasar tefsirin en güzel örneklerinden olan Celaleyn tefsirinin iki müellifinden biri olan Celaleddin Mahalli (ö. 864/1459) Peygamber Efendimiz’in Mekke’de Kâbe’ye müteveccihen namaz kıldığını sarahaten beyan etmiştir. Beyt’ü-l Makdis’in ikinci kıble olduğunu söylemiştir.[71]

Osmanlı dönemi müfessirlerinden Ebus Suud Efendi’nin (ö. 982/1574) tefsirinde de Peygamber Efendimiz’in Kâbe’ye doğru namaz kıldığına dair kanaat vardır.[72] Aynı cümleler ve rivayetler Şevkânî (ö. 1250/1834) tarafından da kabul edilmiştir.[73] Âlusi (ö. 1270/1854) ilk kıblenin Kâbe oluşunu meşhur tefsirine almıştır.[74] O da ilk kıblenin Kâbe olduğu görüşünü tercih etmiştir.

Konuyu Cemaleddin Yusuf es-Safedî’nin ((ö. 696/1296) sadra şifa olan ve ikna edici görüşleriyle noktalayalım: Bilinen meşhur görüşe göre Kâbe, Hazreti İbrahim ve İsmail peygamberlerin kıblesidir. Bu nedenle Araplar, Hazreti Peygamber elçi olarak görevlendirilmeden önce de Kâbe’yi tazim ediyorlardı. Bu konuda zaten nas da vardır: “Hani biz, (İbrahim’den bu yana inananların kıblesi olan) şu Evi, (yani Kâbe’yi) insanların her taraftan gelip toplanacakları güvenli bir sığınak yapmıştık. (İnsanlığı toplumsal, siyâsî, ekonomik, ahlâkî, kültürel yozlaşmadan korumak ve zulmü, haksızlığı engelleyerek güven ve huzur ortamını sağlamak üzere, yalnızca Allah’a kulluk esasına dayanan inanç sistemini tebliğ ve tatbik edeceği ve dünyanın her yerinden gelen müminlerin, sorunlarını görüşmek ve aralarındaki bağları güçlendirmek üzere her yıl toplanacakları bir merkez olarak, İbrahim’e Kâbe’yi inşa etmesini emretmiştik.) Öyleyse, (ey müminler; İbrahim’in takipçileri olduğunuzun göstergesi olarak, onun Kâbe’de namaza durduğu yerden, yani) makam-ı İbrahim’den kendinize bir namazgâh edinin! Biz İbrahim’e ve İsmail’e: (Kâbe’nin etrafında) tavaf edenler, orada ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evimi (maddî ve manevî bütün kirlerden arındırarak) tertemiz tutun!” diye emretmiştik.”[75]

Gerek Peygamberimizin gerekse Müslümanların Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılmadan önce yöneldikleri kıbleleri Kâbe’dir. Araplar zaten başka bir yöne yönelmeyi kabul etmezler. Hatta Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, Mescid’i Aksa’ya doğru namaz kılmaya başlayınca şöyle dediler: “Şayet Muhammed, kıblemize yönelseydi biz de ona tabi olurduk.” Bilinmektedir ki Müslümanların ilk kıbleleri Beyt-i Haram idi. Sonradan Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kıldılar.[76]

İşârî tefsirin öncülerinden olan Muhyiddin ibni Ârabî (ö. 638/1240) ilk değişimin Kâbe’den Beyt’ü-l Makdis’e olduğunu söylemiş ve bunun kalp makamından sır makamına geçiş olduğunu ifade etmiştir.[77] Aynı gelenekten İsmail Hakkı Bursevî de (ö. 1137/1725) Peygamberimizin yöneldiği ilk kıblenin Kâbe olduğunu söylediği gibi,[78] iki kıbleden en eski olanının da Kâbe olduğuna vurgu yapmıştır.[79]

İçtimai edebi tefsirin temsilcilerinden olan Seyyid Kutub (ö:1966) ilk kıbleyle alakalı düşüncesini Fî Zilal’de şöyle açıklamıştır: Namazın Mekke’de farz kılınmasından itibaren Müslümanlar, Kâbe’ye doğru namazlarını eda etmişlerdir. Ancak hicretten sonra emri ilahi ile Beyt’ü-l Makdis’e müteveccihen namazlarını kılmışlardır.[80]

Meallerdeki durum

“Her mealin bir tefsir olduğu” önermesinden yola çıkarak kıble konusuyla ilgili mealleri de burada vermeyi düşünmüştük. Ayetlerdeki kapalılıklar, “mübhem” zamirlere verilecek anlamlarla aşılabilirdi. Fakat bazı meal yazarlarımızın ana kaynaklara bakmayıp literal çeviriyle yetinmeleri veya meallerdeki köksüzlük, kapalılığı açmamıştır. Eldeki meallerden yola çıkarak ilmi bir sonuca varmak hatadır ve mümkün de değildir. Ana kaynaklardaki tüm nakillere bakmayıp bir birinden aşırma yapan çalışmaların olduğu da malumdur.

Araştırmamızda, bu söylemlerimizin aksine özgün çalışmalar yapan meal hazırlayıcılarımızdan Mehmet Akif Ersoy[81] ve Muhammed Hamdi Yazır’ın ayrı bir yeri vardır. Her ikisi de meallerinde Peygamberimizin ilk önce yöneldiği kıblenin Kâbe olduğuna açıktan atıfta bulunmuşlardır. Akif’in meali şöyledir: “… Yâ Muhammed! Vaktiyle karşı durduğun kıbleyi tekrar sana kıble edişimiz…” Aldığımız alıntı Mehmet Akif Ersoy’un ilk kıble olarak Kâbe’yi kabul edişine delalet etmektedir.

Muhammed Hamdi Yazır’ın mealinde ise ilk kıblenin Kâbe oluşu gayet açıktır: “Ve işte böyle sizi doğru bir caddeye çıkarıp ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine adalet numunesi, hak şahidleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahid olsun. Kıbleyi mukaddema durduğun Kâ’be yapışımız da (daha önceden kıble olarak yöneldiğin Kâbe’yi kıble yapışımız) sırf şunun içindir: Peygamberin izince gidecekleri; iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım, o elbette Allah’ın hidayet eylediği kimselerden maadasına mutlak ağır gelecekdi, Allah imanınızı zayi edecek değil, Her halde Allah insanlara re’fetli çok re’fetlidir, rahîmdir.”

Bunlardan ayrı olarak; Abdulbaki Gölpınarlı, Bahaddin Sağlam, Bayraktar Bayraklı, Hasan Basri Çantay, Hayrat Neşriyat Meali, Mahmut Kısa, Mehmet Türk, Ömer Nasuhi Bilmen, Süleyman Ateş ve Ümit Şimşek de meal çalışmalarında ilk kıblenin Kâbe olduğunu beyan etmişlerdir.

Rivayetlerden ulaşabildiğimize göre Müslümanların hem Hazreti Âdem aleyhis selam’den beri, hem de Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’den sonra ilk kıbleleri Mekke’de ki Kâbe’dir. Burada üzerinde durulması gereken husus Peygamberimiz Mescid-i Aksa’ya doğru kaç ay namaz kılmıştır? Resulullah’ın Kudüs’e doğru namaz kılmasının amacı ve hikmeti ne idi? Kaynakların neredeyse tamamına yakını Müslümanların hicretten sonra 17 ay[82] veya 16 ay[83] Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kıldıklarını belirtirlerken bazı kaynaklar ise her iki rivayeti de almışlardır.[84] Mekke dönemi, kaynaklarda ele alınmamıştır.

İbni Abbas’tan (ö. 68/687-88) gelen bir rivayet vardır. Rivayet şöyledir: “resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Mekke’de Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılardı. Kâbe önündeydi…”[85] Bu rivayeti kitabına da alan Bezzar (ö. 292/905) şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bu nakli İbni Abbas’tan Â’meş (ö. 148/765) rivayet etmiş, ondan da Ebu Avane (ö. 176/792) rivayet etmiştir. Bu rivayette şöyle bir sıkıntı vardır. Müslümanların Mekke’de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıklarını İbni Abbas görmemiştir. Zira Hicret’ten üç yıl evvel doğmuştur. Gördüyse de iki veya üç yaşında çocuk olarak görmesi gerekir ki böyle bir detayı fark etmek çocuk yaştaki biri için oldukça zordur. Abdullah bin Abbas, ailesiyle beraber Fetih yılında Medine’ye geldiklerinde on yaşlarında bir çocuktu.[86]

İbni Abbas’ın rivayeti olsa olsa sahabe mürseli olabilir. Fakat bu olay ne hikmetse Kibar-ı sahabeden kimse tarafından rivayet edilmemiştir. İbni Abbas’ın bu bilgiyi kimden aldığı malum değildir. Tüm kaynaklarda “Kâbe’nin araya alınıp Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılındığına dair tek bir rivayet vardır. O da İbni Abbas’a aittir. [87] Aşağıda değinileceği üzere olayı detaylı şekilde gören babası Hazreti Abbas’ın rivayetiyle tamamen çatışmaktadır.[88] Burada şu hususu da unutmamak gerekir: Kâbe araya alınarak Kudüs’e doğru namaz kılınınca Kâbe’nin sadece tek yönü kıble olur. Her tarafı kıble olmaz. Bunun da iddia sahipleri tarafından makul şekilde izah edilmesi gerekmez mi?

İbni Abbas’ın bu rivayetine karşın Medineli sahabi Berâ bin Âzib (ö.h: 71) Peygamber Efendimiz’in Medine’ye geldikten sonra 17 ay Beyt’ü-l Makdis’e yönelerek namaz kıldığını söylemiştir.[89] Muaz bin Cebel ve Enes bin Malik’ten de benzeri rivayetler vardır.[90] Peygamber Efendimiz’in Medine’ye hicretle beraber böyle bir karar almasının içtihadî olduğunu söyleyenler de vardır.[91] Zaten yapılan içtihat, ilahi iradeden onay aldığı için bu uygulama 16 veya 17 aylık sürede bir düzeltmeden geçmemiştir. Medine’ye varınca kıblenin seçimi ve tercihi içtihadî de olsa alınan bu kararın mutlaka bir amacı vardır. Bu amaç niçin böyle bir kararın alındığını beyan etmektedir.

Hicret Süreci

Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın gönderdiği ilahi kuralların ve güzelliklerin yeryüzünde hâkim olmasını istiyor; insanları küfrün karanlıklarından İslâm’ın aydınlığına çıkarmayı arzu ediyordu. Bu uğurda Mekke’de nasıl bir çalışma yaptığını ve Allah’ın dinini hâkim kılmak için anını bile değerlendirdiğini biliyoruz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Resulullah’ın çalışma temposunu bize haber vermiştir: “(Ey Peygamber! Kur’an’ın hakikatleri tüm insanlığı aydınlatırken, gözlerini ve gönüllerini ilahi hakikate kapamış bazı inatçı, önyargılı kimseler bütün öğüt ve uyarılara rağmen Allah’ın ayetlerine) inanmıyorlar diye, neredeyse (üzüntüden ve insanlara ilahi emirleri ulaştırma gayretinden) kendini helak edeceksin! ”[92]

Böyle bir azme ve çalışma temposuna rağmen Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem Mekke’de amacına ulaşamamıştır. Gitmediği ev ve ulaşmadığı banliyö kalmamasına rağmen neticeyi alamamıştır. Allah’ın dinini etkin ve hâkim konuma getirememiştir. Tüm bunların üzerine emniyetlerin tesisi ve dinin hâkim konuma gelmesi için hicretle emir olunmuştur. Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem, Medine’nin demografik yapısını biliyordu. Yahudilerden ve onların ticari etkinliklerinden haberdardı. Ayrıca Kitap ehli oldukları için bilgi bakımından da yerli halkı etkilemelerine muttaliydi. Peygamber Efendimiz, yeni bir uygulama ile onların gönüllerini kazanacak olursa şehirdeki üç Yahudi kabilesiyle beraber çevre yerleşim yerlerindeki Yahudiler, İslâm’ı kabul ederek Allah Teâlâ’nın dini hayata egemen olabilirdi. Peygamberimiz, vasıflarını ve davetinin detaylarını Tevrat’tan bildikleri Yahudilerin kendisini yalanlamalarını istemiyordu.[93] Bu uygulamasıyla Yahudilerin gönüllerini kazanmayı amaçlamaktaydı.[94]

Onlar böyle bir uygulamayla Müslüman olacak olurlarsa çevredeki Yahudiler ve onların etkisinde kalan ümmî Arap kabileleri de Müslüman olabilirlerdi.[95] Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem bu umutla böyle bir uygulamaya geçti. Yahudiler önceleri bu uygulamadan memnun oldular.[96] Kaynakların beyanına göre Peygamberimiz İslâm’ı yaymak için kıble değişimiyle ilgili Medine’de siyasi bir karar almıştır. Amacı yinelersek; Yahudilerden nüfus ve nüfuz olarak istifade ederek Müslümanlığı hâkim kılmaktır. Kaynaklar bunu bir sebep ve hikmet olarak vurgulamaktadırlar. Hâlbuki Mekke gibi kendilerini Hazreti İbrahim’e ve Kâbe’ye taassup derecesinde nispet eden bir yerde Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılmak, İslâm’ın yayılmasını ve kabulünü engelleyen en önemli faktördür. Resulullah böyle bir duruma niçin düşsün? Mekkeliler ile arasına kıbleyi Kâbe’den alarak niçin duvar örsün? Hikmet de, sebep de, uygulama da gayet açıktır.

Burada aydınlanması gereken bir konu var o a şudur: İbni Abbas’tan gelen rivayet nasıl gerçekleşmiştir. Kâbe Resulullah’ın önündeyken veya Kâbe’ye müteveccihken nasıl Kudüs’e de yönelmiştir. Bunun ilmi bir izahının olması gerekir. Aynı anda bunu gerçekleştirmek nasıl mümkündür. Önünüzde Kâbe varsa Beyt’ü-l Makdis’e yönelmeniz ancak niyetle olur. Fiziken imkânsız. Bu niyet sözlü veya ameli olarak hadis ve sünnette beyan edilmemiştir. Ayrıca Kâbe gibi ilk mabet ve yukarıda geçtiği üzere tüm peygamberlerin yöneldiği bir mekân varken Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem niçin Beyt’ü-l Makdis’e yönelsin? Böyle bir uygulamada Kâbe’nin tek tarafı kıble olması gerekmez mi? Bunlar ancak sahih rivayetlerle bilinir. Maalesef bu konuda yeterli ve ikna edici rivayet yoktur. “Hadis kaynaklarında ikna edici rivayetlerin olduğunu” iddia edenler delillerini ortaya koymakla yükümlüdürler.

Hazreti Muhammed sallellahu aelyhi ve sellem İslâm’ı tebliğde erkenden başarıya ulaşmak ve daveti kitleselleştirmek uğruna hicretle beraber namazda Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaza durmuştur. Hatta Ensar, Peygamber henüz Medine’ye gelmeden bir kaç ay önce başlatılmış ki Yahudilerle arada ortak bir zemin oluşsun. Bu durum başlangıçta Yahudilerin de hoşlarına gitmiştir. Bu uygulama Mekke’de kırgınlık, Yahudiler arasında sevinç doğurmuştur. Resulullah’ın bu uygulaması istenen ve beklenen neticeyi doğurmadığı gibi Yahudilere alay konusu olmuştur.[97] İslâm düşmanları yaralayıcı sözler sarf etmişlerdir.[98]

Beklenenlerin gerçekleşmemesi ve sefihlerin; Ehli Kitabın, Yahudilerin, münafıkların, Mekke müşriklerinin, cahillerin ve bütün inkârcıların[99] dine ve Müslümanlara dil uzatmalarından rahatsız olan Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, kıblenin tekrar Kâbe olmasını arzu etmeye başlamıştır.  Hatta Peygamberimiz bazı rivayetlere göre Cebrail aleyhis selam’dan kıblenin Kâbe’ye tahvilini Yüce Allah’a arz etmesini bile istemiştir. Bu talebe Cebrail aleyhis selam şu cevabı vermiştir: “Ben de senin gibi bir kulum. İsteğini Rabbine arz et.”[100]

Başka bir rivayette ise Cebrail aleyhis selam’ın şu ifadeleri de vardır: “Rabbinden, seni İbrahim’in kıblesine döndürmesini iste.”[101] Yahudilerin, münafıkların ve Müşriklerin farklı hakaretlerinden yorulan Peygamberimiz, meramını Rabbine arz etmiş, umutla ve iştiyakla ilahi çözümü beklemeye başlamıştır. İşte böyle bir anda Yüce Allah, Peygamberinin içten yakarışına ve kıble olarak Kâbe’ye dönme arzusuna şu ayeti göndererek cevap vermiştir: “(Ey Muhammed!)Biz senin, yüzünü sık sık göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Elbette seni hoşnut olacağın kıbleye yönelteceğiz: Artık (namaz kılarken) yüzünü (Mekke tarafına) Mescid-i Haram yönüne çevir! Siz de (ey inananlar) her nerede olursanız olun, (yurtlarınızın farklılığına, yönlerinizin değişikliğine; ırklarınızın, dillerinizin ve renklerinizin başkalığına rağmen, aynı hedefe yönelen, aynı hayat düzeninin egemenliğini gerçekleştirmeye çalışan bir tek ümmet olma bilinciyle) yüzünüzü o yöne çevirin! Aslında kendilerine Kitap verilen (Hıristiyan ve Yahudi)ler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pekâlâ bilirler. (Onlar, tüm inananların ortak atası olan Hz. İbrahim tarafından yapılan Kâbe’ye yönelmenin, yüce Allah’ın emrine dayalı, tartışma götürmez kesin bir gerçek olduğunu gayet iyi bilirler, fakat dünyevî çıkarlarına ters düştüğü için, bunu kabullenmeye yanaşmazlar.) Allah, onların yaptıklarından habersiz değildir.”[102]

Bu ayetin nüzulüyle beraber Kâbe ilelebet kıble olarak tayin edilmiştir. Zemahşerî’nin dediği gibi, arızi uygulama sona ermiştir. Kasıtlı şekilde Kâbe’ye yönelmeden kılınan namazların Allah Teâlâ katında da bir değeri yoktur. Naslar açıktan buna delalet etmektedir. Konuyla ilgili nasıl bir değişim oldu; Seleme Oğulları Mescidinde ve Kuba Mescidi’ndeki cemaatlerin yer değişimi makalenin konusu olmadığı için onlara girmeyecek ve yazıyı hacim olarak şişirmeyeceğiz.

Diğer deliller

Kıblenin değişimi ile ilgili ayetler geldikten sonra Yahudiler, münafıklar ve müşrikler ileri geri konuşmaya, fitne kazanını kaynatmaya başladılar. Öyle ki tutarlı bir itiraz yapamayınca, “Kıble değişmeden önce kılınan namazlar ve yeni kıbleye yönelmeden ölen Müslümanların durumu ne olacak” sorusunu toplumda yaymaya başladılar. Yahudilerin reislerinden Huyey bin Ahtap bu konuda fitneye öncülük yapıyor ve kafa karıştıracak sorular soruyordu.[103]

Yüce Allah, bu sorulara ve oluşturulan yapay gündeme Bakara suresinin 143. Ayetinde cevap vermiştir. Bu ayetin içerisindeki cevap mahiyetindeki şu bölüm çok manidardır: “Allah, (daha önceleri Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılmış olduğunuz namazları elbette kabul edecek, ihlâs ve samimiyetle O’na bağlandığınız sürece) sizin imanınızı asla boşa çıkarmayacaktır.”[104]

Allah Teâlâ hem yapılan ibadetlerin boşa gitmediğini beyan buyurmuş hem de namaza öneminden dolayı “iman” demiştir.[105] Namaza öneminden dolayı iman denilmesi çok sarsıcı bir ifadedir. Bu ifadeyi hayatında içselleştiren bir Müslümanın namaz geçirmesi mümkün değildir.[106] Namazın bu derin anlamlarına vakıf olan Medineli sahabeden bir kısmı Resulullah’a gelerek, kıblenin değişmesinden önce vefat eden Esad bin Zürare, Ebû Ümame, Bera’ bin Marur vb. Müslümanların namazlarının durumunu sormuşlardır. Bunun üzerine onlara cevap mahiyetinde bu ayetler nazil olmuştur.[107]

Burada önemli soru şudur. Niçin Medineli Müslümanlar, Ensar’dan bazılarının kıblenin değişiminden önceki namazlarının durumlarını sorarlarken, Mekkeli Müslümanlardan birisi, Müslümanlardan Mekke’deyken ölenlerin namazlarını sormamışlardır? Şayet Mekke’de Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılınacak olsaydı soru her iki dönemi kapsayacak şekilde sorulurdu. Fakat böyle bir soru sorulmamıştır. Mekke’de Kâbe’ye doğru namaz kılındığı açıkça bilindiği için böyle bir soruya mahal kalmamıştır.

Buraya kadar tefsir kaynaklarına yer vermeye çalıştık. Konunun yeterince ve ikna edici bir şekilde anlaşılması için hadis külliyatındaki rivayetleri tek tek ele almak ve değerlendirmek gerekir. Bu rivayetlerdeki ifadelerin manaya delaletleri kesin olacak olurlarsa ve rivayetlerin çoğunluğu aynı noktada birleşirlerse; “Hadis kaynaklarına göre Müslümanların ilk kıblesi Beyt’ü-l Makdis’tir” diye bir yargıya varmak mümkün olabilir. Rivayetlerin tamamına ilk yazılan tarih kitaplarından ve hadis külliyatından ulaşılmadan; sınırlı kaynakla, manaya delaleti kapalı nakillerle böyle bir sonuca varmak ilmi bir yol değildir. Bu hükme varan araştırmacıların Hadis kaynaklarının tamamına bakmadıkları ve araştırmayı sonlandırmadıkları da malumdur. Kabul ettikleri bir ön kabulü yetersiz kaynak ve araştırmayla ispata çalışmışlardır. Hâlbuki ilk İslâm tarihi kaynaklarından olan İbni İshak’daki (ö. 151/768) şu rivayet bize göre konuyu yeterince vuzuha kavuşturmaktadır:

“İsmail bin İyas bin Afif, dedesi olan Afif’ten şöyle nakletmektedir. Afif der ki: “Ben ticaretle uğraşan bir kişiydim. Hac mevsiminde Mina (kurban) günlerinde Mekke’ye geldim. Abbas bin Abdulmuttalip de ticaretle uğraşırdı. Bir şeyler almak ve satmak için onun yanına uğradım. Biz onunla konuşurken çadırdan bir adam çıktı ve Kâbe’ye yönelerek namaz kılmaya başladı. Daha sonra bir kadın ve bir çocuk da namaza durdular. Ben, Abbas’a bu din ve kişi hakkında sorular sordum. O da bu kişi Muhammed bin Abdullah’tır. Peygamber olduğunu söylüyor. Kisra ve Kayser’in hazinelerinin fethedileceğini anlatıyor. Yanındaki kadın eşi Hatice binti Huveylid, çocuk ise yeğeni Ali bin Ebûtalip’tir.”

Afif der ki: “Keşke o gün iman etseydim. İman edenlerin (büyüklerden) ikincisi olurdum.”[108] Bu rivayet birçok yönden önemlidir. Resulullah Mina günlerinde namaz kılarken Kâbe’ye yönelmiştir. Abbas bin Abdulmuttalip, herhengi bir şekilde Beyt’ü-l Makdis’ten bahseetmemiştir. Abdullah bin Abbas’tan gelen; “Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Mekke’de Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılardı. Kâbe önündeydi…”[109] şeklindeki rivayet, olayın görgü tanığı olan Abbas bin Abdulmuttalip’in nakliye çatışmaktadır. Olayı Hazreti Abbas görmüş fakat İbni Abbas hicretten üç yıl önce dünyaya gelmiştir. Hazreti Peygamber’in Mekke’deki namazını görmemiştir.

Ulaşabildiğimiz rivayet kaynaklarının muhtevasını bu konuya önem verenlerle paylaşmak istiyoruz. İlk yazılan hadis kitaplarından İmam Mâlik’in (ö. 179/795) Muvatta’ının kıble babında, def-i hacet esnasında kıbleye dönmemekle ilgili rivayetlere yer verilmiş, kıbleye karşı tükürmenin keraheti ele alınmış ve Müslümanlar Kuba mescidinde namaz kılarlarken kıblenin değiştiğini haber veren bir Müslümanın çağırısı üzerine cemaatin Kâbe’ye yönelişleri anlatılmıştır. Ayrıca Medine’de 16 ay Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılındığı rivayetine yer verilmiştir.[110]

Mekke’de Beyt’ü-l Makdis’e doğru namaz kılındığına dair bir ima bile yoktur. Kısacası, sahih kaynaklardan olan Muvatta’da konuya açıklık getiren bir delil bulunmamaktadır. İlk musannef türü hadis kaynaklarından sayılan Abdürrezzak’ın (ö. 211/826-27) Musannef’inde konu enine boyuna ele alınmıştır. Rivayetler daha çok kıbleye yönelmekte yapılan hata durumunda namazın hükmüyle alakalı nakilleri muhtevidir. Âfakiler için kıblenin doğu ile batı arası oluşuna atıflardır.[111] 

Buhari’deki (ö. 256/870) rivayetler çok önemlidir. Rivayetler “Kıbleye yönelmenin fazileti babında” ele alınmıştır. Bu bap da ki hadis konuları; kıbleye yönelmenin önemi, tuvalette kıbleye doğru dönmenin keraheti, Peygamberimiz, umre için Mekke’ye geldiğinde kıldığı namaz ve Kâbe’nin içine girip namaz kılması anlatılmaktadır. Meşhur Berâ bin Âzib hadisine de Buhari’nin Sahih’inde yer verilmiş. Hadiste, Peygamberimizin Hicret’ten sonra 16 veya 17 ay Beyt’ü-l Makdis’e müteveccihen namaz kıldıktan sonra Bakara Suresi’nin 142. ayeti çerçevesinde Kâbe’ye yönelişleri ele alınmıştır. Binit üzerinde namaz kılmak ve kıbleyi tayin edememe durumlarında yapılması gerekenler bu bablarda ele alınmıştır.[112]

Müslim’deki (ö. 261/875) hadisler de Buhari’dekilerle aynı konuları ele almaktadırlar. Hz. Peygamber’in Medine’de 16 veya 17 ay Beyt’ü-l Makdis’e yönelerek namaz kılmasını, daha sonra kıblenin değişimini anlatmaktadırlar. Müslim’de de ilk kıblenin Beyt’ü-l Makdis olduğuna delalet eden bir rivayet yoktur.[113] Geçici bir süre Kudüs’e yönelmelerinden hareketle ilk kıblenin Kâbe olduğu yorumu yapılabilir. Buhari ve Müslim’in rivayetlerine gelmişken Hâkim’in Müstedrek’ine elbette bakmak gerekir. Hâkim Nişâburî (ö. 405/1014) kıblenin değişimi ile ilgili ayeti Kitab’u-t Tefsir babında ele almıştır. İbni Abbas’tan alınan rivayet şöyledir: “Kur’an’da ilk nesh olunan kıblenin durumudur. “Doğu da batı da Allah’ındır. Ne tarafa yönelirseniz Allah’ın rızası oradadır” ayeti nazil oldu. Peygamberimiz,  Beyt’ü-l Makdis’e yöneldi ve Beyt-i atik’i (Kabe) terk etti. “İnsanlar arasından, (‘seçkin ve ayrıcalıklı toplum olma’ saplantısından bir türlü kurtulamamış Yahudilerden  bazı cahiller ile imanın bir türlü kalplerine yerleşmediği münafıklardan bazıları; “Şu Müslümanları, öteden beri yönelmekte oldukları kıblelerinden çeviren sebep nedir?” diyecekler. (Onlara cevaben) de ki: “Doğu da Allah’ındır, batı da. Aslında herhangi bir yönün diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Önemli olan doğuya veya batıya yönelmek değil, Allah’ın emrini yerine getirmek, gönderdiği dini hayata egemen kılmaktır. Ve O’nun dini, hiçbir ırkın veya sınıfın imtiyazı altında değildir. Zira) O, (hangi ırktan, hangi toplumdan, hangi cemaatten olursa olsun, samimî olarak hakikate yönelmek) isteyeni dosdoğru yola iletir.”[114]

Bu ayet gelince kıble nesh oldu ve Resulullah (tekrar) Beyt-i atik’e yöneldi.[115] Ana metindeki “Beyt-i atik’i terk etti ve Beyt’ü-l Makdis’e döndü” ifadesi Peygamberimizin önce Kâbe’ye döndüğüne işarettir. Daha önce yönelmeseydi, “Beyt-i Atik’i terk etti” şeklinde bir açıklama olmazdı. Önemli hadis kaynaklarından Dârimî (ö. 255/869), Sünen’inde ilk kıbleyle ilgili bir rivayete yer vermemiştir. Çok az sayıdaki rivayet, def-i hacet esnasında kıbleye dönmemeyi muhtevidir.[116]

İmam Beyhakî (ö. 458/1066), tüm rivayetler için yaklaşık altı sayfalık bölüm ayırmıştır. Bu rivayetler Kuba’da sabah namazında kıblenin değişimi, Beni seleme yurdundaki mescitte kıblenin tahvili, Resulullah’ın Hicret’ten sonra 16 veya 17 ay Beyt’ü-l Makdis’e doğru namazı, Bakara Suresi’ndeki kıblenin değişimi ile alakalı ayetlerin nüzul ortamı ve kıbleye yönelmenin önemi hakkındadır.[117] Tüm rivayetleri toplamaya çalışan Beyhakî’nin Sünen’inde de “Hadis kaynaklarına göre ilk kıblenin Beyt’ü-l Makdis olduğunu ifade eden bir metin söz konusu değildir. Tüm bunlardan sonra; Hadis Verilerine Göre Hazreti Peygamber’in İlk Kıblesi: Beyt-i Makdis’tir şeklindeki bir başlığın gerçeği yansıtmadığı ve tüm kaynakları muhtevi olmadığı kanaatindeyiz.[118] Çalışmamızda vardığımız sonuç da bu yöndedir.

 Sonuç

1-Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın beyan ettiği üzere yeryüzünde inşa edilen ilk mabet Kâbe’dir.[119]Kaynakların belirttiği üzere tüm peygamberlerin kıblesi de Kâbe’dir. Yukarıda bu konuyla ilgili kaynakları yeterince verdik. Kâbe’yi ilk defa Hazreti Âdem aleyhis selam yapmış ve eşiyle beraber haccetmiştir.[120] Ayrıca namaz bütün peygamberlerin şeriatlarında vardır. Onlar da kıble olarak Kâbe’ye yönelmişlerdir.

2- Müfessirlerin cumhuru ilk kıblenin Kâbe olduğunu beyan etmişlerdir. Bu görüşte olmayan müfessirler de vardır. Fahruddin Razi de (ö. 606/1210) bunlardan biridir. Fakat bu gruptakilerin sayısı oldukça azdır.[121] Razi’nin vardığı netice nakilden ziyade içtihadidir. İçtihadi olan bu yaklaşımı kendinden önce rivayet tefsirleriyle çatışmaktadır. Hadis kaynaklarında ise Mekke’de Peygamberimizin Beyt’ü-l Makdis’e yönelerek namaz kıldığına dair açık ve sağlam bir rivayet yoktur. Böyle önemli konuda İbni İshak, ibni Sâd, Malik, Buhari, Müslim, Dârimi, Beyhakî, Hâkim gibi hadis ve siyer âlimlerinin sahih bir rivayete yer vermemeleri, Bizim kanaatimize göre namazların Mekke’de Kâbe’ye doğru kılınmasıyla alakalıdır. Ülkemizde telif edilen Kur’an Yolu adlı tefsir çalışması da ilk kıble olarak Râzi’nin kanaatini almıştır.[122] Müelliflerin bütün rivayetleri toplamadan böyle bir sonuca varmaları ilmi bir yaklaşım değildir. Zihinlerde mesnetsiz bir algı oluşturmaktadır. Yukarıda kaynakçaları verildiği üzere ilk dönem müfessirleri bu konuda Râzi’nin yanıldığını ortaya koymaktadırlar.

3- Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, Kitap Ehlinin ileri gelenleri iman edecek olurlarsa Müslümanlık daha hızlı yayılır ve din hayata hâkim olur anlayışıyla böyle bir uygulama yaparak Yahudilerin gönüllerini almak istemiş ama netice tahakkuk etmemiştir. Netice olumlu yönde gerçekleşmeyince Allah Teâlâ’nın emriyle kıble yeniden değiştirilmiştir. Resulullah’ın siyaseten aldığı bir karardan yola çıkarak Kâbe’yi önemsiz gibi gösteren izahlardan kaçınmak gerekir.

4- İlk kıbleyle ilgili karışıklığa mahal vermemek ve zorlama yorumlara başvurmamak için şöyle bir ifade kullanılsaydı ilmi bir yaklaşım olabilirdi: Müslümanların Medine’deki ilk kıbleleri Beyt’ü-l Makdis’tir. Bu uygulama bile Mescid-i Aksa’ya sahip çıkma ve Yahudilere Filistin topraklarını terk etmeme hususunda Müslümanlara uyarıcı olabilirdi. Ayetle malum olan bir konu da asla tartışılmazdı. İlk Kıblenin Kâbe olduğunu kaynaklarıyla ortaya koymak, Kudüs davasına asla zarar vermez. Kudüs’ün önemini bilmenin Kâbe’nin önemine zarar vermediği gibi.

5- Beyt’ü-l Makdis’in ilk kıble olmaması Kudüs’ün öneminden bir şey kaybettirmez. Kudüs bir İslâm yurdudur. Müslümanların dışında hiçbir dini grubun orada velâyet hakları yoktur. “Üç semavi dinin ortak şehri Kudüs’tür” önermesi de külliyen yanlıştır. Çünkü tek semavi din vardır o da İslâm’dır. Bu anlamda Kudüs bir İslâm şehridir. Kudüs ve diğer İslâm beldelerinin işgaline karşı direnmek Müslümanların üzerine farz bir görevdir. Kudüs’ün İslâm statüsünü değiştirmeye çalışan tüm teklifler gayr-i meşrudur. Müslümanların elinden alınarak “üç dinin oluşturacağı bir komisyon tarafından yönetilme” teklifi de meşru değildir. Hatalı bir ifadedir. Böyle bir teklif, İstanbul başta olmak üzere diğer İslâm beldelerinin de uluslararası yönetimlere kapılarını aralar.

6- Konuyla ilgili Muhammed Abduh’un (ö: 1905) “Kâbe putlarla dolu olduğu için Mekke’de bile Müslümanlar Beyt’ü-l Makdis’e yönelerek namaz kıldılar” sözünün savunulabilir bir tarafı yoktur.[123] Çünkü bu dönemde Beyt’ü-l Makdis, “Üzeyir, Allah’ın oğludur”[124] diyen ve haklarında yüzlerce ayet bulunan ve peygamberlerini bile katleden bir kavmin denetimindeydi.[125] Ayrıca unutmamak gerekir ki hicretten 16 veya 17 ay sonra kıble değiştirildiğinde Kâbe putlardan da temizlenmemişti. Putlardan temizlenme işi fetih yılında gerçekleşmiştir. Abduh’un ve aynı görüşte olanların iddialarına göre fetih yılına kadar kıblenin değişmemesi gerekirdi. Ayrıca Abduh gibi düşünenler bilmeli ki Kâbe’nin bulunduğu mekân yerin derinliklerinden semaya kadar kıbledir.[126] Fakihler derler ki önemli olan Kâbe’nin binası değil, bulunduğu mahaldir. [127]Daha önce de değindiğimiz gibi âfakiler için doğu ile batı arası kıbledir.[128] Bu tespitler Abduh’un düşüncesinin yersiz olduğuna delalet etmektedir.

7- Beyt’ü-l Makdis’in ilk ve mutlak kıble olması hususunda en çok diretenler Yahudilerdir. Kıblenin neshini kabul edecek olurlarsa kendi şeriatlarının da İslâm ile mensuh olacağını düşündükleri için neshe ve kıblenin neshine şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Beyt’ü-l Makdis’in ilk kıble olmasını diretenler ki buna oryantalistler de dâhildir, Yahudi din kültürünün etkisiyle mi böyle bir sonuca varmaktadırlar. Konuyu İslâm kaynakları açısından ele alacak olursak, ilk kıblenin Kâbe olmasının netliğinden hareketle böyle bir sonuca varıyoruz. Bu kanaatimiz asla bir itham değildir; araştırılması gereken bir ihtimaldir. Arka plânı tarihin derinliklerinde olabilir.

İlk vahiyle beraber namazla emredilen Müslümanlar Cebrail’in talimi ile namazı Resulullah’tan öğrenmişlerdir. Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem ve Müslümanlar, Hazreti Âdem aleyhis selam’dan beri ilk kıble olan Kâbe’ye yönelerek namaz kılmışlardır. Hicretten sonra Beyt’ü-l Makdis’e yönelerek namaz kılmakla ilgili nasıl ki ayet yoksa ilk vahiyle beraber Kâbe’ye doğru namaz kılmak konusunda da ayet yoktur.

Yüce Allah, Peygamberi ile Kur’an vahyi dışında irtibat kurarak emirlerini bildirmiştir. Mekke’de on yıldan fazla devam eden bu uygulamaya davetin selameti ve başarısı için Medine’ye hicretle beraber bir fasıla verilse de amaç gerçekleşmeyince yeniden Kâbe’ye dönüşle ilgili ayetler gelmiştir. Artık ebediyen kıble Kâbe’dir. Zaten ilk kıblenin Kâbe oluşuna tefsir ve hadis kaynaklarının tamamına yakını işaret etmektedir. Hadis kaynaklarında ilk kıblenin Beyt’ü-l Makdis olduğunu iddia edenler, bu iddialarını referanslarıyla izah edemezler. Çünkü böyle bir hükme medar olacak malzeme ellerinde yoktur.

Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com

DİPNOTLAR
1 Bak:İbni Rüşd, Muhammed b. Ahmed, Bidayet’ü-l Müçtehid, Dar’u-l kütüb’ü-l İslamiyye, Beyrut, 1983, c. I, s. 137; Cezerî,Abdurrahman, el-Fıkh alâ mezâhib’i-l erbea, Matbuat’u-l islamiyyetül Kâhire, Kahire, trsz. C. I, s. 194-202; [1] Zuhayli, Vehbe, el-Fıkh’u-l İslâmî ve edilletühü, Dar’u-l fikr, 1996, Dımaşk, 1996, c. I, s. 598-604.
2 Bak: İbni Âbidin, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdilazîz el-Hüseynî ed-Dımaşkī,  Dersaadet, trsz. İstanbul, c. I. S. 313  vd.; Mavsîlî, Abdullah b. Mahmud, el-İhtiyar tağlil’ü-l muhtar,  Çağrı yay. 1980. İstanbul, c. I, s. 45-47.
3 Âl-i imran 3/96-97.
4 Hasan el-Basri, Tefsir, c. I, s. 136.
5 Mukatil b. Süleyman, Tefsir, Beyrut, 2002, c. I, s. 182-183; Hazin,  Alauddin Ali b. Muhammed, Lübab’u-t Te’vil, c. I, s. 288; Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. II, s. 221.
6 Zemahşerî,  Muhammed b. Ömer, el-Keşşaf an Hakâiki Gavamizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Akâvil,  Dâru’l-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut 1995. c. I, s. 378
7 Taberi, Ebû Cafer, Câmiu’l-Beyan, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992, c. III, s. 354-356; İbni Vehb, El-Vâdıh, c. I, s. 117; Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 378;İbni Kesir, İmaduddin Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Dâru’l-Velid, Kahire 1993, c. I, s. 363-4; Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmiu li ahkâmi’l-Kur’an, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut 1965. c. IV, s. 137.
8 Ferra, Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad, Mean’i-l Kur’an, c. I, s. 227.
9 İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 363. Kurtubî, el-Câmiu li ahkam’i-l Kur’an, c. IV, s. 138; Ebussuud, Muhammed. B. Muhammed, İrşad’u-l aklı-s selim, c. II, s. 95.
10 Mâturîdi, Te’vilât, Beyrut, 2005, D.K.İ. yay, c. II, s. 428.
11 İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 363; Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 379.
12 Kurtubî, el-Câmî li ahkam’i-l Kur’an, c. IV, s. 137.
13 Kurtubî, a.g.e. c. IV, s. 138.
14 Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 378
15 Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. II, s. 222.
16 Bak: Bakara 2/125, Meryem 19/55
17 Bak: Hud 11/87
18 Bak: Bakara 2/82; Maide 5/12; Taha 20/ 14
19 Bak: Lokman 31/17
20 Bak:Ali İmran 3/39
21 Bak: Meryem 19/31
22 Bak: Bakara 2/82
23 Bakara 2/83.
24 Hasan, el-Basrî. Tefsir, c. I, s.405.
25 Bak: Bakara 2/131-133, 136; Âl-i İmran 3/52, 67; En’am 6/14, 161; Yunus 10/ 72, 84; Kasas 28/53; Zuhruf 43/69
26 Bak: Bakara 2/75; Âl-i imran 3/78: Nisa 4/46; Maide 5/13.
27 Hasan el-Basri, Tefsir,  Dar’u-l kütübi-l ilmiye, Beyrut, 2012, C. I, s. 37.
28 Taberi, Cami’u-l Beyan, c. I, s. 293.
29 Taberi, a.g.e. C. XI, s. 690. 
30 Hazin, Lübab’u-t Te’vil, C. I, s. 265. 
31 Ahmed, Müsned, (Tah: Muhammed Şakir) c. XVI, s.107; Hakim, Müstedrek, c. II, s. 648.
32 A’raf 7/59, 65,73.
33 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s.  30.
34 Ebussuud, Muhammed. B. Muhammed, İrşad’u-l aklı-s selim, c. II, s. 94.
35 Yunus 10/87.
36 Mücahid, Tefsir, Dar’u-l kütübi-l ilmiye, Beyrut, 2005, s. 108.
37 El-Basri, Hasan, Tefsir, c. I. s. 390
38 Mukatil b. Süleyman, Tefsir, c. II, s. 102.
39 Ferra, Ebu Zekeriya Yahya b. Ziyad, Mean’i-l Kur’an, c. I, s. 477.
40 Taberi, Cami’u-l Beyan, c. VI, s. 597.
41 Mâturîdi, Te’vilât, c. VI, s. 77.
42 Zemahşerî, Keşşaf, c.II, s. 351.
43 İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. II, s. 410.
44 Hazin, Lübab’u-t Te’vil, C. II, s. 363.
45 Ebussuud, Muhammed. B. Muhammed, İrşad’u-l aklı-s selim, c. IV, s. 274.
46 Bagavî, Meâlim’ü-t tenzil (Muhtasar, Riyad, trsz.), s. 415.
47 Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. VI, s. 160.
48 Şevkânî, Feth’u-l kadir, Şam, 2009, s. 794.
49 Heysemî, Zevaid, c. I, s. 293.
50 Bak: Makale, Hadis Verilerine Göre Hz.Peygamber’in İlk Kıblesi: Beyt-i Makdis Yrd. Doç Dr. Yavuz Ünal· 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
51 Buhari, 59, Bed’ü-l hâlk, 6, c. IV, s. 81; Nesai, Mevakıt, I, c. I, s. 245-6.
52 Ahmed, Müsned, (Tah: Muhammed Şakir, Had. no: 3081) c. V, s. 34.
53 Beyhaki, 177, Had.no: 2020, c. II, s. 107
54 Mâturîdi, Te’vilât, c. I, s. 583.
55 Mukatil b. Süleyman, Tefsir, Beyrut, 2003, c. III, s. 495.
56 Mâturîdi, Te’vilât, Beyrut, 2005, D.K.İ. yay, c. II, s. 428.
57 Bakara 2/142-143.
58 Hasan el-Basri, Tefsir, c. I, s. 63.
59 Ferra, Mean’i-l Kuran, c. I, s. 85; Maturidî, Te’vilât, c. I, s. 589.
60 İbni Vehb, El-Vâdıh, c. I, s. 232.
61 Bak: Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 1-39.
62 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 7.
63 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 28-9.
64 Mukatil, Tefsir, c. I, s. 85.
65 Ferra, Mean’i-l Kur’an, c. I, s. 85.
66 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. V, s. 163-164.
67 Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 199.
68 Beyzavî, Envar’u-t tenzil ve esraru’t te’vil, (Mecma’u-t tefâsir içinde, Beyrut, trsz.) c.I, s. 214.
69 Hazin, Lübab’u-t te’vil fi mean’i-t tenzil, trsz, c. I, s. 93.
70 Bagavî, Meâlim’ü-t tenzil (Muhtasar, Riyad, trsz.), s. 54; Ayrıca bak: Et-Tâc elcâmi-u lil usul, Mansur, Ali Nasıf, c. I, s. 154.
71 Mahalli, Celaleddin, Tefsir’ü-l Celaleyn, Dar-u İbni Kesir, Beyrut, 2008, s. 22.
72 Ebussuud, Muhammed. B. Muhammed, İrşad’u-l aklı-s selim, c.  I, s. 369.
73 Şevkânî, Feth’u-l kadir, Şam, 2009, s. 120.
74 Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. I, s. 405.
75 Bakara 2/125.
76 Cemaleddin, Yusuf es-Safedî, Keşf’u-l Esrar ve Hetk’ü-l Estar, TDV. Yayınları, İstanbul, 2018, c. I, s. 188.
77 İbni Ârabî, Muhyiddin, Tefsir, Dar’u-l kütüb’ü-l ilmiye, Beyrut, 2011, c. I, s. 78.
78 Bursevî, İsmail Hakkı, c. I, s. 249.
79 Bursevî, a.g.e., c. I, s. 251.
80 Kutup, Seyyid, Fî Zilal’i-l Kur’an, Dar’u-ş şuruk, Kahire, 1996, c. I, s. 125.
81 Ersoy, Mehmet Akif, Kur’an Meali, Mahya Yay. 2013, İstanbul, s. 80.
82 Hasan el-Basri, Tefsir, c.I, s. 62;Mukâtil, Tefsir, c. I, s. 82;  İbni Vehb, El-Vâdıh, c. I. S. 50;
83 Beyhaki, Sünen, Salat, Tahvil’i-l kıble, 107, had. No: 2194, c. II, s. 4-5; Zemahşeri, Keşşaf, c. I, s. 201.
84 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 7; Hazin, Lübab’u-t te’vil fi mean’i-t tenzil, trsz, c. I, s. 93; Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. I, s. 402.
85 Beyhaki, Sünen, Salat, Tahvil’i-l kıble, 107, had. No: 2194, c. II, s. 4-5
86 Çakan, İsmail Lütfü, İbni Abbas Maddesi, TDV. İslam  Ansiklopedisi.
87 İbni Abas’ın rivayetinin benzeri bir açıklamayı son devir âlimlerinden Hindistanlı Numanî Şibli (ö: 1914), Ömer Rıza doğrul (ö: 1952) Tarafından  Türkçe’ye çevrilen Büyük İslâm Tarihi Asr-ı Saadet adlı kitağta mevcuttur. Müellif burada, Hz. Peygamber’in Mekke’de namaz kılarken Makam-ı İbrahim’in karşısında Kâbe’ye müteveccihen namaz kılıp Beyt’ü-l Makdis’e de yöneldiğini söylemiştir. Her hangi bir kaynak göstermemiştir. İki tarafa birden yöneldiği iddiası vardır. Bu imkânsız ve ispata muhtaç bir iddiadır. Kâbe’ye dönüp Kudüs’e de yönelmek nasıl olabilir? Hz. Peygamber’den sarih bir izah olmadıkça bu görüş bir anlam ifade etmez. Kalplerin içindekini yalnızca Allah Teâlâ bilir. Bak: Büyük İslâm Tarihi Asr-ı Saadet, Numanî Şiblî, terc: Ömer Rıza doğrul, Eser neşriyat, İstanbul, 1977, c. I, s. 217.
88 Muhammed b. İshak b. Yesar, Sîret-i İbni İshak, Tah: Muhammed hamidullah, Hayra Hizmet Vakfı Yay, Konya, 1982, s. 119.
89 Beyhaki, Sünen, Salat, Tahvil’i-l kıble, 107, had. No: 2190, c. II, s. 3.
90 Bak: Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 5-7.
91 Hasan el-Basrî, Tefsir, c. I, s. 62; İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 180.
92 Şuara 26/3
93 Mukâtil, Tefsir, c. I, s. 82: Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 6; Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 199; Bagavî, Mean’i-t tenzil, (muhtasar), s. 54.
94 Hazin, Lübab’u-t te’vil fi mean’i-t tenzil, trsz, c. I, s. 93; Şevkânî, Feth’u-l kadir, s. 120; Bursevî, İsmail Hakkı, Der saadet, 1330, İstanbul, c. I, s. 247.
95 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 6.
96 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 7; İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 180.
97 Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 7.
98 Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. I, s. 402.
99 Mukâtil, Tefsir, c. I, s. 83; Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 3-4; Bagavî, Mean’i-t tenzil, (muhtasar), s. 54; Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 196; Hazin, Lübab’u-t te’vil fi mean’i-t tenzil, trsz, c. I, s. 90; İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 179; Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. I, s. 401; Şevkânî, Feth’u-l kadir, s. 120; Kutup, Seyyid, Fî Zilal’i-l Kur’an, Dar’u-ş Şuruk, Kahire, 1996, c. I, s. 125.
100 Mukâtil, Tefsir, c. I, s. 83 ;
101 Vâhidî, Esbab’u-n nüzul, s. 41.
102 Bakara 2/144
103 Mukâtil, Tefsir, c. I, s. 84.
104 Bakara 2/143.
105 Mukatil, Tefsir, c. I, s. 84; Taberî, Cami’u-l Beyan, c. II, s. 3-4; Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 199; Hazin, Lübab’u-t te’vil fi mean’i-t tenzil, trsz, c. I, s. 92; İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 182; Âlûsi, Şihabuddin Seyyid Mahmud, Ruh’u-l meani, c. I, s. 406; Şevkânî, Feth’u-l kadir, s. 121; Reşid Rıza, Tefsir’ü-l Menar, Dar’u-l fikr yay., Beyrut, 2007, c. II, s. 8; Zuhayli, Vehbe, et-Tefsir’ü-l Veciz, s. 23.
106 Namazı bilerek terk eden kimselerin durumlarıyla ilgili çok önemli çalışmalar yapılmıştır. Fıkıh kitaplarında namazı terk etmenin hükmüyle alakalı bölümler yazılmıştır.  Konuyla ilgili müstakil çalışmalardan birini Hanbeli mezhebinin müçtehitlerinden İbni Kayyim el-Cevziyye yapmıştır. Es-Salâtü ve hükmü târikihâ, Kahire, 2010.
107 Mukâtil, Tefsir, c. I, s. 84; Vâhidî, Esbab-ı nüzul, s. 41.
108 Muhammed b. İshak b. Yesar, Sîret-i İbni İshak, Tah: Muhammed hamidullah, Hayra Hizmet Vakfı Yay, Konya, 1982, s. 119.
109 Ahmed, Müsned, c. II, s. 325; Beyhaki, Sünen, Salat, Tahvil’i-l kıble, 107, had. No: 2194, c. II, s. 4-5
110 Malik, Muvatta, Dar’u-l Fikir yay. Beyrut, 1989, Kıble, 1-4, had. No: 453-460, s. 120.
111 Bak: Abdürrezzak, Ebu Bekir, Musannef, Mekteb’ü-l İslâmî, Beyrut, 1983, c. I, s. 343-345.
112 Buhari, salat, Bab-u fadli istikbal-i kıble, 28, had. No: 391-401, Şirketi Erkamb. Ebil Erkam, Beyrut, trsz. S. 99-101.
113 Müslim, 2,salat, 11, had. No: 525-527, c. I, s. 374-375.
114 Bakara 2/142
115 Hâkim, Müstedrek, Tefsir, had. No: 3060, c. II, s. 294.
116 Dârimi, Abdullah b. Abdurrahman, Sünen, Dar’ü- kitab’u-l Arabî, Beyrut, 1997,  Salat, 6,  had. No: 664-667, c. I, s. 178-9.
117 Beyhaki, Sünen, Salat, Tahvil’i-l kıble, 107, had. No: 2189-2204, c. II, s. 3-7.
118 Makale, Hadis Verilerine Göre Hz. Peygamber’in İlk Kıblesi: Beyt-i Makdis Yrd. Doç Dr. Yavuz Ünal· 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
119 Bak: Âl-i imran 3/96-97
120 Taberi, Cami’u-l Beyan, c. III, s. 354-356; Mâturîdi, Te’vilât, Beyrut, 2005, D.K.İ. yay, c. II, s. 428; İbni Kesir, Ebulfida İsmail, Tefsir’ü-l Kur’an’i-l azim, c. I, s. 363; Zemahşerî, Keşşaf, c. I, s. 379.
121 Razi, Fahruddin, Mefatih’u-l gayb, Dar’u-t tabaatül amme, trsz. İstanbul, c. II, s. 8.
122 Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, DİB. Yayınları, 2006, Ankara, c. I, s. 231.
123 Rıza, Reşid, el-Menar, c. II, s. 19.
124 Bak: Tevbe 9/30
125 Bak: Âl-i imran 3/21
126 Cezerî,Abdurrahman, el-Fıkh alâ mezâhib’i-l erbea, Matbuat’u-l islamiyyetül Kâhire, Kahire, trsz. C. I, s. 194.
127 İbni Âbidin, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdilazîz el-Hüseynî ed-Dımaşkī, c. I. S. 317; Mavsîlî, Abdullah b. Mahmud, el-İhtiyar tağlil’ü-l muhtar, c. I, s. 47.
128 Zuhayli, Vehbe, el-Fıkh’u-l İslâmî ve edilletühü, Dar’u-l fikr, 1996, Dımaşk, 1996, c. I, s. 598.

İlim Hazinem ↗

Ehl-i Sünnet usulüne uygun yazılmış ilmî makaleler okumak için tıklayın

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Dişçi Mehmet Efendi’nin zikri…

Allah dostlarını sevmek ne büyük kazanç, öyle değil mi kardeşlerim. Bu, insana Allah’ın bir lütfu, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.