Meşgulüz vesvesesi…

Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a; salât ve selâm O’nun Resûlü Hazreti Muhammed’e, âline ve ashabına olsun.

Bu satırları, evvela kendime, sonra hayır ümidi taşıdığım dost ve sevdiklerime bir nasihat niyetiyle kaleme alıyorum.

İhlâsla Allah rızasını hedefleyen ilmî, edebî ve daavi bir çalışmayla ilgili olarak, değer verdiğim bazı güzide insanlara ulaşıp istişare ve fikir talebinde bulundum. Güzel hüsnüzanlarla, hayırlı bir kapı aralamaya çalıştım.

Fakat Sübhanallah…

Yukarıdaki istişareden bağımsız başka bir musibet sarmış hissettim bizi, benliğimizi..

“Meşgulüz… Meşgulüz… Meşgulüz…”

Adeta ümmetin kalbi, günübirlik işlerden başka bir şeyle meşgul olamaz hâle gelmiş! Öyle bir meşguliyet ki, bırakın bir cevap vermeyi, “Mesajını aldım, ilgileneceğim” demeyi bile hatırlayamaz olduk.

Daha kötüsü, hemen cevap vermek, karşılık vermek bile bir küçüklük olarak algılanmaya başlanmış. Biraz beklenecek, meşguliyetimiz bitti denilecek ve bir sürü önemli işler sayılacak.

Kendi kendime sordum:

Bu gerçekten bir meşguliyet mi?

Yoksa Allah, kendisini unuttuğumuz için bizi nefsimize unutturarak mı cezalandırıyor?

Nitekim Yüce Rabbimiz buyuruyor:

“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın.” (Haşr, 19)

Kendimize dönüp kalbimizi kontrol etme vaktidir, zira sonunda hepimiz Allah’ın kullarıyız. Rızasını umar, O’nun yoluna davet eden kullarından olmayı arzu ederiz. Fakat bu kimlik bir süs değil, omuzlarımızda bir emanettir.

Bir muhtaç kapımızı çaldığında, bir arayış sahibi bizden yardım ya da nasihat istediğinde; geri duramayız. Biz “Allah yolunda nöbet tutan” dava erleri olduğumuzu söylüyorsak, çağrı geldiğinde yerimizden doğrulmak zorundayız.

Belki sana küçük gelen o mesele, onun dünyasında bir kurtuluş kapısıdır. Belki senin “önemsiz” gördüğün ihtiyaç, onun için bir ölüm-kalım meselesidir. Belki de o an, onun Allah’a sığınışının zirve noktasıdır. Senin yoğunluk bahanenle geçiştirdiğin şey, Allah’ın rahmetinin vesilesi olamaz mı?!

Davet sadece minberlerde, ilmî kürsülerde yapılmaz. Asıl davet, kalbimiz bir zayıfın ihtiyacına çarptığında başlar:

Dinlemekle, destek olmakla, yol göstermekle…

Evet, herkesin meşguliyeti, öncelikleri, sorumlulukları vardır. Kendimize göre haklı gerekçelerle ihmallerimizi savunabiliriz. Ama Rabbimiz her şeyi bilir…

Neyi, neye tercih ettiğimizi…

Neyi kalbimize daha yakın tuttuğumuzu…

Kimin derdiyle ne kadar dertlendiğimizi…

Peki biz, insanlara Allah’ın bizden istediği gibi mi davranıyoruz, yoksa nefsimizin hoşlandığı gibi mi?

Gerçek samimiyet, kalabalıklar önünde konuşurken değil, sadece Allah’la baş başayken sorguladığımızda ortaya çıkar:

“Yâ Rab, Sana göründüğüm gibi mi kulum, yoksa nefsimin peşinden giden biri mi?”

Kim gerçekten Allah’a kul olmak istiyorsa, hem sevdiğine hem sevmediğine yönelmeli; zira kurtuluşu ya da rızkı bazen nefsimizin yüz çevirdiği yerde saklı olabilir.

Nice küçük görünen amel vardır ki, samimiyetle yapıldığında sahibini kat kat yüceltir.

Allah Teâlâ buyuruyor:

“Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92)

Bu nedenle karar verdim:

Yaptıklarımı yeniden gözden geçireceğim. Gereksiz mazeretleri, önceliklerimi ve zaman kullanımımı tekrar tartacağım. Rabbimin huzurunda, lüzumsuz mazeretler uydurarak ve asıl önemli işleri erteleyerek durmak istemiyorum.

Zira en zor hâllerden biri de, Rabbinin huzuruna çıkıp, sevdiğini öne almış, O’nun sevdiklerini geriye bırakmış biri olmaktır… Ve o anda hâlâ kendini mazur sanmaktır.

Yüce Allah bizi kendisine adanmış bir kullukla yaşayanlardan eylesin. Amin.

Recep Songül/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair çok güzel yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Sevgili seccadem…

Sevgili seccadem! Ne kadar ayrı kaldık seninle, ne kadar özletmişsin kendini. Hiç sormayayım seni, biliyorum …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.