
Yanılmıyorsam bir Aralık ayında âhirete intikal eden Ankara Hacı Bayram Camii başimamı Hafız Zekâî Sarsılmaz Hocaefendi merhûmu, câmi – cemaatle biraz münasebeti bulunan, yerli yabancı tanımayan yoktur. O, bir ocak idi. Isınmaya ihtiyaç duyan herkesin bir yerlerden ocağa elini uzatmaya çalışması gibi, hocanın sohbetleri ve ikramıyla gönül pasını silmek isteyenler, bilhassa çeşitli sebeplerle Anadolu’dan Ankara‘ya gelenler Hacı Bayram Camii civarında bir otelde kalarak hocanın elini öperler, iltifat ve latîfelerine marûz kalmaktan dünyalar verilmişçesine mutlu olurlar, o çevrede bulunan pek çok kimse ile tanışma fırsatını da böylece yakalarlardı. Hoca merhûm, Nasreddin Hoca’nın biraz değişik devamı gibi idi.
Aslen Konyalı olan hocaefendi, hayatının bir kısmında 15 yıl kadar Suûdî Arabistan’da müderrislik yapmış; bir ara Kıbrıs’da bulunmuş; eski tabirle sâldîde (yılları görmüş tecrübeli) biri idi. Hoş bir zât idi. Tokalaşmada (musafaha) insanlardan bazılarına duyulan bir sıcaklık vardır ve bu bağı koparmak kolay olmaz. İşte hoca bu kuvvetli bağın son temsilcilerinden biri idi. Güçlü bir sesi vardı. İhtiyar olmasına rağmen, bu güçlü sesin gençlik hâlini tahmin etmek hiç de zor olmazdı. Bilhassa farzlardaki iftitah tekbirini söylemesi ile Hacı Bayram Camii’nin çatısının (kubbeli değildir) çatırdadığını sanırdınız.

İmamlık bir bakıma liderlik, emir komuta zinciri içinde, komutanlık demektir. Hoca’nın tekbir komutunda bu hal tam manasıyla yaşanırdı. Onu yakınen tanımayarak tesadüfen bu camiye gelenler, onu bu güçlü tekbiri ile tanırlar ve memleketlerine döndüklerinde böylece anlatırlardı. Hoca merhûm camiye girerken olsun, çıkarken olsun devamlı eli öpülürdü. Bu tanışma zamanlarını hoş latîfeleriyle öylesine süslerdi ki onları unutmak mümkün değildir. Meselâ, elini öpen birine, “Ben falan yerdenim.” demesiyle, “Ne bileyim oradan olduğunu, oranın meşhûr şusu nerede bakayım…” der, latîfe ile hediyesini isterdi. Nerenin nesi meşhûrsa hepsini bilirdi.
Birine kartvizitini vermiş de o kişi ile tekrar karşılaşmalarında, “Hoca bana kartınızı vermiştiniz.” derse, hazırcevaplılıkla, vehleten, “Evlâdım bizde kart bulunmaz.” deyiverirdi. Hocanın şaka ile hediye istediğini duyunca, sakın onun avantacı, cemaatin sırtından geçinen biri olduğu sanılmasın. Çünkü merhûmun hiç unutulmayan tarafı, yukarıdan beri yazdıklarım ve daha da yazacaklarımın ötesinde, cömertliği, kapısının nerede ise 24 saat, tabiri câizse bu camiye yolunu uğratan herkese, dolayısıyla dünyaya açık olması idi. Çünkü Arap ülkelerinden gelenlerin sayıları da epeyce yekun tutardı.
Eskiden meşrûta (lojman) olan evi (caminin batı cephesinde, aşağıya inen merdivenlerin ortasında ve sağ tarafta) üç öğün değil, inanınız her zaman, ama ortalama günde beş defa sofranın açıldığı, her defasında en az on kişinin bulunduğu bir Halil İbrahim Sofrası gibi idi. Camiden çıkınca, yukarıda bir kısmı anlatılan latife yollu tanışmayı müteakib, Hocaefendi’nin evine gidilir ve sofrasına oturulurdu. Tabiî bu arada gelen hediyeler de, “Kısmetin varsa seni yerin altında veya dağın tepesinde de olsa bulur” kabilinden, ortalıkta hemencecik tüketilirdi. Hocanın bu yükünü çekmek her yiğit hanımın kârı değildi. Onun evliliklerinin sayısı biraz fazla idi ve hanımlarından bazılarının, evin işinin üstesinden gelemedikleri için kaçtıkları anlatılırdı.
Merhûmun kendine has Kur’ân ve Mevlid okuyuşu vardı. O âşık biri idi ve cezbeye de kapılırdı. Gözlerinden yaşlar akıverirdi. O yıllarda cenaze namazları % 90 Hacı Bayram Camii’nde kılınırdı ve öğle ile ikindi vakitlerinde, ortalama beş cenâzeden aşağı olmazdı. Tabiî ki hatimler, mevlidler, sene-i devriyeler… Hoca öyle cerrâr takımından olmadığı gibi karakter ve mizacı da aslâ buna yatkın değildi. Zuhurat tabir edilen bu yan gelirler, eğer parayı seven birinin eli altında olsaydı, onun için, hele hele o yıllarda, cami çevresinde bir kaç işhanı; adedi onları bulacak dükkân; bir iki daire değil, bir kaç apartman almak içten değildi.
Fakat o, emekli olup, camiin meşrutasından çıkmaya mecbur kalınca, Dışkapı’da taşındığı daireyi bile zorlanarak ve borçlanarak alabilmişti. Fakülte öğrencisi olduğu yıllarda hoca, ikinci imam idi. Başimam olan Mustafa Efendi âlim bir zât idi. Ancak hocanın aksine, biraz cimri tanınırdı. Ama Zekâî Hoca ona hürmet ederdi.
Hocanın cenaze namazı kıldırması da çok heyecanlı ve komutları mükemmel olurdu. Bana öyle gelirdi ki, bazıları ölmekten kurtuluş yoksa, cenazelerinin hoca merhûmun nöbetçi olduğu gün ve vakitlerde kaldırılmasını niyaz ederlerdi. Kendisinden bizzat, defalarca duyduğum şu olay, onun nüktedânlığına da güzel bir örnektir. Camiye bir albayın cenazesi getirilir. Askerî tören de yapılacaktır. Müezzin efendi, “Allah için namaza, meyyit için duâya, er kişi niyyetine…” der demez, hoca tekbir alacakken bir binbaşının; albayın, er olarak âhirete gitmesine gönlü razı olmadığı için olacak, hocanın kulağına, “Hocam! Er değil, albay idi” demesiyle, hoca da onun kulağına “Peki oğlum, albay niyyetine…” deyip tekbir alması unutulmayacak olaylardan biridir.
Hoca misafirliğe gittiği evlerde, eski geleneğin bir devamı olarak, bir vesile ile pencere kenarına, kapı pervazına, ya da duvarın uygun bir yerine; bir âyet, bir hadîs veya Arapça bir ibâre, yahut bir beyit yazarak güzel bir hatıra bırakırdı. En çok da “Dünya hayatı bir saat (tan ibaret)tir, onu ibâdetle geçir.” anlamına gelen Arapça ibâreyi yazardı.
Hoca merhumun cüzdanının içinde bir “Hiç” yazısı bulunur, zaman zaman kim olduğunu soranlara onu gösterir ve “Hiç” derdi. Bu, onun lâkabı, mahlâsı, imzası gibi idi. Misafir olduğu evlerde uygun bir yere hâtıra olarak bir ayet, bir hadis veya Arapça, Osmanlıca bir ibâre, bir beyit yazar, altına Hiç diye imza atar ve tarihi de ayı günüyle kaydederdi. Hatta Yozgat’da Şeyh Ahmed Ergin Hocaefendi’nin evinde de görmüştüm. Kastamonu’da bizim eve de yazmıştı.
Hocanın yanına uğrayanlardan yardıma muhtaç olanlara, memleketine dönüş parası bulunmayanlara yaptığı ve vesile olduğu yardımların miktarını ve sayısını bilebilmek gerçekten zordur. Onun en büyük ikrâmlarından biri de, bir namaz vaktinde ehl-i Kur’ân birine gözünün ilişmesi halinde namazın akabindeki mihrabiyeyi mutlaka ona okutması olurdu. “İmamın ikrâmı mihraptır.” derler. İmamlığı birine bırakması olarak yorumlanan bu durumu, hoca belki de hissi kablel vukû (altıncı his) ile çok iyi bilir, ama öyle mihrabı herkese teslim etmezdi; mihrabiyye okutmaktan da geri duramazdı. O, nerede ise Türkiye’nin her il ve ilçesinden gelip de cemaat arasında bulunan hamele-i Kur’ân’ı, şaşılacak bir şekilde çok iyi tayin eder ve tanırdı.
Zekâî Hocaefendi son hanımı itibariyle, meşhûr mühendis hoca İsmail Turan Efendi’nin bacanağıdır. Emekli olmasıyla zar zor aldığı dairede de aynı katta komşuluk etmişlerdir. Emekli olmasıyla çok hareketli bir hayatın içinden çekilip evinde kapalı kalmaya mahkûm olan merhûmun, bu hâl hiç de hoşuna gitmiyordu, fakat çaresiz kabul etti. İlerlemiş yaşı itibarıyle hastalık dönemi başladı, hatta gezici iskemleye mahkûm oldu. Böyle dönemlerde vefalılar ve vefasızlar da gündeme geliyor. Ben kendisini arasıra ziyaret eder, evini bilmeyenleri ve gitmeye arzuluları arabamla götürürdüm.
O yılların son memur intibaklarında merhûmu 3/1’ine intibak ettirmişlerdi, bundan daha fazla şanslı görülmüyordu. Bu hali Diyanet’ten bazılarına telefonla anlatmıştı, ama ciddî olarak kimse ilgilenmemişti. Hattat Hasan Çelebi ile Hafız İlhan Tok hocaları, bir Ankara’ya gelişlerinde, hocayı ziyarete götürmüştüm. İçeriye alındık. Bir müddet sonra seyyar iskemlesi içinde yanımıza getirildi. Boynunda serkisof (veya şimendifer) saati asılı idi, fakat kurulması unutulduğu için olacak, 16.55’de donmuştu. O an saat 15 suları idi. Bir ara saatine bakınca bu hali görüp “İşte bizim vakit tamam. Allahu a’lem bu dakika vuslat ânıdır” dedi. Söz intibaktan açılmıştı.
Biraz sonra günün Diyanet İşleri Başkanı Dr. Lütfi Doğan‘ı telefonla arayarak, latifeci üslûbuyla aynen “Oğlum Lütfi! bu işi hallet.” dedi. Tabiî ki her defasında olduğu gibi aynen kaldı. Bir ziyâretimde kendisinden aldığım ön bilgilerle bu işi halledeceğimi kestirerek söz verdim ve devreye girdim. Ortada diploması yoktu. Konya Dârül’hilâfesi’nden mezun olduğuna dair, arşivden kütük defteri kaydını getirterek tahsil durumunu çözdük. Mesele böylece hallolmuş, birinci dereceye intibakını yaptırmak ve geçmiş haklarını tahakkuk ettirmekle duâsını almıştım.
Yaşımız ilerleyince, kaybettiklerimize teker teker Fatiha okumaya zamanın yetmediği bir dönemin içine girdiğimiz şu günlerde, hatırladıkça ruhuna gönül huzuru içinde Fâtiha hediye ettiklerimden biri de merhum Zekâî Sarsılmaz Hoca‘dır. Kendisini bu yılki sene-i devriyesinde de rahmetle hatırlarken, hamele-i Kur’ân olan merhûmun şefaatini talep ederek satırlarıma son veriyorum.
Not: Bu yazı merhum Abdulkerim Abdulkadiroğlu’nun “Zekai Sarsılmaz Hocaefendi’nin Hatırasına” adlı Altınoluk Dergisi, Ocak, 2000, Sayı 167’de yayınlanan yazısıdır. İzin alınarak iktibas edilmiştir.)
Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu/ Altınoluk Dergisi
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.