8 Ekim 2020 tarihinde vefat eden hayırsever iş, irfan ve gönül adamı merhum Ahmet M. Ziylan Bey, Gaziantep’te elli kusur yıl önce yaşadığı bir hatırasın anlatıyor. Öfke yönetimi ve öfke kontrolü konusunda adeta bir ders niteliğinde olan bu hatırayı siz değerli okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.
Ayakkabı üreten meslektaşlarımız; ürettikleri ayakkabıları bize getirir, belli bir ücret karşılığı, ayakkabının kenarını, topuklarını ve altını tesviye eder, düzeltir geri veririz. Buna “freze yapma” denir; makinesi var, hem güzel hem de süratli yapılır. Bizden başka yapan arkadaşlar da var.
Bu arkadaşlarla arasında bir anlaşmamız vardı. Birbirimizin müşterisini almak serbest, fakat birimize borcu olan bir esnaf ise, önce borcunu ödeyecek. Bu borcu ödemeden, başka bir üretici onu kabul etmeyecek. Bu, üretici arkadaşları koruyan güzel bir anlaşmaydı. Bir müşteri esnaf, isterse seni beğenmez, bir başkasını tercih eder, daha kaliteli, daha ucuz iş yaptırabilir. Fakat sana borcu varken, git başkasına, bir de ona borç tak, bu olmaz. Maksat bu.
İşte bu anlaşmamıza uymayan bir durum oldu. Bir müşterimiz bize yetmiş- seksen lira borç bırakıp bir başka esnafa gitmişti. Bir gün bir meslektaşımın yanına çay içmeye gitmiştim. Baktım bana borç takıp giden o müşterim oraya geldi, iş getirmiş, freze yaptıracak. Ben de hazır onu orada bulmuşken; “Bak kardeşim!” dedim; “Sen bu işi buraya getirdin ama bana borcun var.”
“Usta! Senin de haberin olsun, ya bunun borcunu vereceksin, ya da işini yapmayacaksın” diye de anlaşmaya istinâden frezeci meslektaşa söyledim. Bu söz ağzımdan çıkar çıkmaz adam öyle bir öfkelendi ki, ağzına ne gelirse saydı; “Çık dışarıya sana göstereyim” diye kavgaya davet etti. “Vermiyorum, alabilirsen al, elinden geleni geri koyma…”
Hakaretler yağdırdı. Adam tipik yürüyen; “Ben belâyım!” diyen bir tip. Kavga etsem elimde kalır, ben ondan güçlüyüm ama oradaki arkadaşlar; “Uyma!” diyerek beni teskin ettiler, kendi dükkânıma getirdiler. Allah bir sabır verdi, sustum, ona hiçbir şey demedim. Biraz da kendimi suçlu hissettim, o kadar adamın yanında onu küçük düşürücü söz söylememem lâzımdı diye düşünüyordum. Belâ bulaşmasın diye çıktım dükkânıma gittim.
Bir gün sonra ben dükkânda çalışıyorum, aynı adam dükkânın önüne gelmiş yolun ortasında duruyor, camdan içeri bakıyor. Adam da şöyle kabadayı görünümlü. Ayağında yumurta topuk ayakkabı, ökçesine basmış, ceketini sırtına atmış, bir omzunu da şöyle eğmiş. Tam belâ arayan bir görüntüsü var. Fakat korkum yok. Amma içimden; “Buna uyma!” dedim. Görmezden geldim. Baktı, baktı gitti.
Bir gün sonra yine geldi, içeride çalışıyorum. Gözümün yanı ile baktım, yolun ortasında duruyor, dükkâna bakıyor. Kafamı çevirip bakmadım, işime baktım, görmezden geldim. “Belâ” diyorum, durdu, durdu, gitti. Bir gün sonra yine geldi. Ben de bu sefer dışarıdaydım. İçeri girsem, korktu olacak. Şöyle yolun ortasında mevzuyu açmak için fırsat kollayarak bakıyor bana.
Dayanamadım; “Ne istiyorsun?!.” dedim. Çıkışırcasına söyledim. Çünkü ikide bir gelişi, bakıp duruşu kavga arayışına alâmet… “Ne mi istiyorum? Çağırıp da bir çay ikram etmez misin?” demez mi! Ardından hiç beklemediğim sözlerini sıraladı: “Gece-gündüz yemek yiyemiyorum üzüntümden, üç gündür geliyorum şurada duruyorum; ‘Acaba bir bakar da kendisinden özür dileyebilir miyim?’ diye; sen de hiç bakmıyorsun…”
“Buyur gel!” dedim. İçeri girdik ki yere yattı, ayağıma sarıldı: “İlle ayağını öpeceğim! Ne olur beni affet! Sen bana ne dedin de ben sana o kadar hakaret ettim! Yanlış bir şey de söylememiştin. O kadar hakaret ettiğim hâlde sen bana hiçbir şey demedin. Ben üç gündür; ‘Bu adamdan nasıl özür dilesem!’ diye düşünüp duruyorum. Yolunu da böyle buldum, dükkânının önünde bunun için bekliyordum.”
“Hele kalk bakalım; şöyle otur, çay iç.” Adamı oturttuk, çay ikram ettik, helâlleştik, gönderdik. İçimizde öfke, kin ve nefret nâmına hiçbir şey kalmadı. Onda da kalmadı. Hasım iken hısım olduk âdeta. Eğer o gün ona bir şeyler söyleseydik, ağzımızdan çıkan her kelime ona dokunur, kendi söylediklerini unutur, bizim söylediklerimizi büyüterek kin ve nefret besleyip bize hasım olurdu.
“Ya hayır söyle yahut da sus!” sünnetini yerine getirmenin bereketi oldu. “Gerçek pehlivan, öfke ânında nefsini yenebilendir.” düsturunu gerçekleştirmenin lutfu oldu. Hasım kazanmakla insanın eline hiçbir şey geçmez. Fakat dost kazanmak iki dünyada da berekettir, lütuftur.
Bir noktaya daha dikkat çekelim: Öfkelenmemek, sinirlenmemek demek, her şeye boş vermek demek değildir. Olumsuz şeyleri hayra yormak da yanlışları fark etmemek, düzeltmeye çalışmamak değildir. Yanlışları göreceğiz, fakat onları sinirlenmeye, boş yere gerilmeye sebep yapmayacağız; önce kendimizden başlayarak düzeltmeye koyulacağız.
Kaynak: Ahmet M Ziylan, Şikayet Yok Çare Var, Yüzakı Yayınları, s.201
İrfanDunyamiz.com
Yayın Yönetmeni Notu: Öfke yönetimi ve öfke kontrolü meselesi günümüz dünyasında en önemli meselelerden birisi haline gelmiştir. İnsan evladı ne ailede ne de okulda gerekli terbiyeyi alamayınca, nefsinin esiri olarak hareket etmeye ve adeta tehlike saçmaya başlıyor. Neticede ufak bir meseleden dolayı adam öldürenlerin, eften püften bir şey için kavga edenlerin hallerine her gün sosyal hayatta şahit oluyoruz. Gazeteler, televizyon kanalları ve internette bu ve benzeri çok sayıda haberle karşılaşıyoruz. İnsanımızın manevi bir terbiyeye ve ıslaha ihtiyacı var. Mutlaka merhum Ahmet Ziylan Bey gibi arif kimselerin tecrübelerinden faydalanmak lazım. Bir insan nasıl öfke kontrolünü başarır, nasıl nefsani pürüzlerini giderir de halim selim mübarek bir insan olur; bunu merhum Ahmet Ziylan Bey’in hayatında görmek mümkündür. O hayatı ile adeta şu ayeti tefsir etmiştir: “Onlar (takvâ sahipleri) bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar, öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah işini güzel yapanları sever.” (Ali İmran, 134)
GAZİANTEP ÇEVRESİ İRFANDUNYAMİZ
Hatıra Arşivi ↗
Alimler, arifler, hocalar ve önemli şahsiyetlerin hatıralarını okumak için tıklayın.
İyi Haberler ↗
İyiliklere, erdemlere, örnek davranışlara dair beyaz haberler okumak için tıklayınız.