Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’inde tevhit mücadelesinin önderleri olan peygamberlerinden bir kısmını zikretmiştir. Verdikleri mücadeleyi, zorluklara karşı direnmelerini, insanlardan gördükleri sıkıntıları ve Yüce Allah’ın dinini hâkim kılabilmek için çalışma yöntemlerini bizlere anlatmıştır. Yoğun bir mücadele verip “anlarını” değerlendirmelerine rağmen bazıları bir “Medine” bile kuramamıştır. Medine kuramasalar bile çalışma şekli ve hareketleri tamamen rabbani temeller üzerine oturmuştur.
Peygamberlerin çalışma şekillerine ve takip ettikleri usüle baktığımız zaman onların “azimet”le amel ettiklerine kanaat getiririz. Azimet; kasdetmek, karar vermek, yemin etmek, nefsin arzusuna bakmadan, ruhsat ve cevaz hâline iltifat etmeden şerî emir ve yasakların hem lafzına, hem ruhuna uygun bir şekilde hareket etmek, tevillerden sakınmak, ihtiyata en uygun yolu tutmaktır.[1] Bu anlamda peygamberler, zamanın fıkhına en uygun yolu takip ederek; bir an bile taviz vermeden ilahi emirler doğrultusunda hareket etmişlerdir.
Ulu’l azm
Konunun anlaşılması bağlamında şu ayeti iyi düşünmek gerekir: “Öyleyse (ey Resulüm), üstün azim sahibi o resuller nasıl sabretmişlerse sen de öyle sabret ve o inkârcılar hakkında hemen hükmün verilmesini bekleme. Onlar, kendisiyle tehdit edildikleri azabı görünce, sanki dünyada gündüz çok kısa bir süre kalmış gibi hissedeceklerdir. Kendilerine gerekli tebliğ yapılmıştır. Yoksa inanç ve davranışta yoldan çıkmış topluluktan başkası mı helâk edilir?”[2]
Onlar ne kadar eziyetlerini artırırsa sen de Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirme hususunda gayretini ve temponu artır. Nuh azleyhis selam, İbrahim aleyhis selam, Musa aleyhis selam ve İsa aleyhis selam gibi çalış.[3] Tefsir kaynakları bu dört peygamberin yanına Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’i de eklemişler ve bu peygamberlere “ulu’l-azm” peygamberler adını vermişlerdir. Esasında ise bütün peygamberler “ulu’l-azm”dir.
Yukarıdaki ayeti itinalı bir şekilde okuduğumuzda görürüz ki “ulu’l-azm” peygamberlerin iki temel özelliği vardır: Cihatlarının büyüklüğü ve sabırları. Küfre karşı verilen büyük mücadele ve bu mücadele sırasındaki sabırları; ilahi emirlere teslimiyetleri, her türlü günahtan uzak durmaları, ibadetlerini ihsan derecesinde eda etmeleri, başlarına gelen semavi belaları rıza ile karşılayabilmeleri ve küfrün baskısı karşısında yılmadan hep ileriye bakmaları onları daha farklı bir konuma yüceltmiştir. Peygamberler arasındaki derece farkını belirleyen bu nitelikler Müslümanlar arasında da niteliksel açıdan derece farkını belirler. Bu anlamda her Müslümanın sabır ve cihadı hayatlarının bir parçası hâline getirmeleri elzemdir.
Sihirbazlar iman etmişti
Kur’an-ı Kerim, azim sahibi peygamberlerin mücadelelerinden ayrı olarak bazı olaylar ve kıssalar anlatır. Bu kıssalar yaşanmış olaylardır. Mü’minler bu kıssalarla hem teselli edilir, hem motive edilir hem de en ideal olana doğru yönlendirilir. İmanda azimetle amel etme olayının en güzel anlatıldığı kıssalardan birisi, Hazreti Musa ile Firavun arasındaki mücadelede günün evvelinde Firavun’un yanında olan, sonunda ise şehadet mertebesine ulaşan sihirbazların olayıdır. İmanda sebattaki kararlı davranışlarıdır. Sihirbazlar yenilip küçük düşünce[4] yaptıkları işin bir hurafe olduğunu anlamışlardır.
Allah Teâlâ’nın birliğine ve Hazreti Musa’nın risaletine iman ettiklerinde, Firavun insanların imanını bile kendi iznine bağlamış biri edasıyla “Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi?” diye haykırmış; sonra da “Yemin olsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak kesecek ve sonra da hepinizi asacağım”[5] demişti. Bu icra edilecek tehdit karşısında en küçük bir sapma yaşamayan mü’minler; “Biz zaten Rabbimize döneceğiz”[6] diyerek ölüme ve zulme meydan okumuşlardır. Yüce Allah, hiç namaz kılamadan, oruç tutamadan veya daha başka salih amelleri yerine getiremeden şehadeti tercih ederek cenneti hak eden bu kimseleri överek örnek göstermiştir. “İş başa düştüğü zaman sizler de böyle olun.” tavsiyesini yapmıştır.
Eshab-ı Kehf ve Habib -i Neccar
Kralın dinine girip de kâfirce bir hayatı tercih yerine, dağda/ mağarada yaşamayı tercih eden eshab-ı kehf[7] de imanda azimeti seçmiş değerli iman öncüleridir. İmanlarını koruma uğruna mağarada yaşamaya başlayan genç yiğitler böyle bir hayatı tercih nedenlerini şöyle açıklamışlardır: “Çünkü eğer onlar sizin varlığınızı öğrenirlerse, ya sizi öldüresiye taşlarlar, ya da sizi (zorla) kendi inanç sistemlerine döndürürler; işte o zaman bir daha asla (zalimlerin) ellerinden kurtulamazsınız.”[8] Ebedî olan ahiret hayatına karşılık geçici dünya rahatlığını üstün tutmanın yanlışlığına vurgu yapan bu azimet sahibi gençler, tüm çağlara; özelde de gençlere imanda sebat hususunda gerekli mesajı vermişlerdir.
Zamanın elçilerine yardım eden ve bu uğurda şehadeti kazanan Habib en-Neccar[9] da imanda azimet öncülerindendir. Kavmine, imandaki salabetini/ sağlamlığını ilan etmiş ve küfür ehlinden kendine gelecek zarara önem vermemiştir. Neticede öldürülmüştür. Rivayete göre de öldürülürken; “Ey Allah’ım! Kavmime hidayet ver” diye dua etmiştir.[10] Habib en Neccar’ın yapmış olduğu imani tercih neticesinde Allah celle celaluh, şu ayette açıklandığı üzere onu cennetiyle ödüllendirmiştir: “Böylece ona (şehitler için hazırlanmış olan şu) cennete gir, denildi.”[11]
Hazreti Asiye cennet köşkü istedi
İmanda azimetle amel eden en seçkin insanlardan birisi de Firavun’un karısı Asiye binti Muzahim’dir.[12] Hazreti Asiye, Allah’ın birliğini kabul edip kocası olmasına rağmen Firavun’dan beraat etmiş, onun insanlar üzerindeki tasarrufunu ve velayetini kabul etmediği için çekmediği çile kalmamıştır. Firavun onun için yere kazıklar çaktırmış, nazik bedenini gerdirmiş ve üzerine taşınması zor taşlar koydurarak güneşin altında aç susuz bırakmıştır.[13]
Bu örnek kadın, imandaki tercih ve kararını şu dua ile bitirmiştir: “Ey Rabbim! (Zalimlerin saraylarını villalarını istemem.) Bana, katında bulunan cennette bir köşk hazırla. Allah’ım! Beni Firavun’dan ve onun yaptığı (zulüm ve haksızlıklar)dan koru ve beni bu zalim toplum (ile aynı hayatı ve aynı akıbeti paylaşmak)tan kurtar.”[14] Eşine karşı duygusal davranmayıp onun siyaset ve uygulamalarını kabul etmeyen bu hanımın davranışı bütün insanlar için hassaten de kadınlar için evrensel bir örnektir.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan ve imanda azimetle amel etme konusunda örnek verilen bu insanların yaşadıkları olaylar, Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem zamanında da olmuştur. Allah Resulü’nün arkadaşları da tevhidî konularda Eshab-ı kehf, Habib- i Neccar ve Asiye binti Muzahim gibi hareket etmişlerdir. Zira onları eğiten Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem şu emri vermişti: “Ateşlere atılıp yakılsanız da, paramparça da edilseniz sakın Allah’a şirk koşmayınız.”[15]
Cennet ucuz değil
Allah’a olan tazim ve sevginin sonunda çile bile olsa, ödülü çok büyüktür. Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem bu büyük ödülü ümmetine de müjdelemiştir: “Kim ki Allah’a olan sevgisinin uğrunda öldürülürse şehittir.”[16] Zaman zaman çilelerin ve işkencelerin dayanılmaz boyutlara uğramasıyla gevşemeler olduğunda ilahi uyarı hemen gelmiştir. Muhacir mü’minler Medine’ye hicretle beraber bazı güçlüklerle karşılaşmışlardır. Çünkü her türlü mal ve mülklerini Mekke’de bırakmışlar, Allah’ın rızasını ve resulünü tercih etmişlerdir. Bu garib mü’minlere Yahudiler her an düşmanlıklarını göstermişlerdir.
Münafıklar ise nifaklarını gizleyip gereğince amel etmeye başlayınca Yüce Allah, Müslümanların kalplerinin yatışması[17] ve bu işin öyle kolay olmadığını bildirmek için şu ayeti göndermiştir: “Yoksa siz (ey iman edenler), sizden önceki ümmetlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden (öyle kolayca) cennete girebileceğinizi mi sanıyordunuz? Sizden önceki ümmetler öyle zorluklarla, öyle sıkıntılarla karşılaşmış, öylesine (çetin imtihanlarla) sınanmışlardı ki nihayet (o zamanki) peygamber ve onunla birlikte inananlar ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek hâle gelmişlerdi.”[18]
Mekke döneminde müşrikler, Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’e ve sahabesine her türlü manevi ve fizikî işkenceyi tattırmışlardır. Bireysel anlamda her biri tek başına “ümmet” olan sahabilerden hiç kimse dininden taviz vermemiş ve irtidat etmemiştir. Konuyla ilgili gerekli malumat İslâm tarihi kitaplarından alınabilir. Hatta çocuk denilecek yaşta Müslüman olan, Peygamberimizin halasının oğlu Zübeyr bin Avvam (ö. 36 / 656) amcası tarafından hasıra sarılmış, hasırın altından ve üstünden duman verilmiştir. Küfre dönmesi için ısrar edilmesine rağmen Zübeyr radıyellahu anh bu çileyi çekmiş ama “Ebediyen küfre dönmeyeceğim”[19] diyerek imandaki sebatını ortaya koymuştur.
Sabredin ve direnin
Bedenî işkencenin en önemli mağdurlarından Habbab bin Eret (ö. 37 / 657), Peygamber Efendimiz’e sızlanıp bu çilelerin bitmesi için dua etmesini istediğinde, kararlı olmanın ve cesaretin en büyük temsilcisi Resulullah, ona şu önemli uyarıyı yapmıştır: “Ey insanlar! Takvalı olun. Sabredin (ve kâfirlere karşı) direnin. Allah’a yemin ederek söylüyorum ki sizden önceki mü’minlerden bir adamın başına demir testere konur ve vücudu ikiye yarılırdı da yine de dininden dönmezdi. Takvalı bir hayat yaşamaya devam edin. Allah celle celaluh size, San’a’ya kadar ki toprakları fethetmeyi nasip edecektir.”[20]
Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem, direnme ruhunu kıracak bir fırsat verseydi, durum daha da vahim olabilirdi. Bütün bunların farkında olan Resulullah, zaman zaman ruhsatla amel etmeye de cevaz vermiştir. Bu durum şu ayette de sabittir: “Her kim iman ettikten (ve İslâm’ın güzelliklerini bizzat yaşadıktan) sonra (yeniden küfre dönerek) Allah’ın dinini inkâr edecek olursa -tabii ki bundan maksat kalbi imanla dopdolu olduğu hâlde, baskı altında inkâr etmiş görünenler değil, tam tersine (imanın coşkusunu tatmış olmasına rağmen) gönlünü (yeniden) inkâra açıp da, (İslâm dışı herhangi bir inanç veya ideolojiyi bilerek ve isteyerek onaylayan) kimselerdir- İşte Allah’ın azabı onların üzerinedir ve onlar için korkunç bir azap vardır.”[21]
Demek ki baskı altında bulunan bir Müslüman, öldürülme veya bir uzvunun kesilmesi gibi (ikrah-ı mülcî) hayati bir tehlikeyle yüz yüze geldiğinde -her ne kadar şehadeti göze alıp direnmesi daha faziletli ise de- kendisini kurtarmak için sadece diliyle; tevriyeli sözler kullanarak inkâr edebilir. Buna, imanda ruhsat kullanma denilir. Ammar bin Yasir (ö. 37 / 657) böyle bir ikrahla karşı karşıya gelip bitkin bir vaziyette Peygamber Efendimiz’in yanına vardığında Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem ona kalbini nasıl bulduğunu sormuş, O da: “Allah’a ve Resulüne imanla dopdolu” cevabını verince, aynı işkenceyi tekrarlarlarsa onların sözlerine icabet edebileceği ruhsatını vermiştir.[22] Zira ikrah hâli geçtikten sonra kalp yeniden itminan hâline dönecektir. Çünkü akidesi kalbi olarak değişikliğe uğramamıştır.[23]
Takiye ne demek?
Burada şunu kaydetmekte fayda var; peygamberlerin ve onların işlevsel temsilcisi durumundaki İslâm âlimlerinin her ne sebeple olursa olsun İslâm’ı inkâr anlamına gelebilecek beyanatta bulunmaları asla caiz değildir. Çünkü halk, İslâm’ın hükümlerini onlardan öğrenir. Dolayısıyla âlimlerin sözleri bir anlamda huccet olduğundan ve yalnızca kendileri değil, onlara itaat etmekle yükümlü olan bütün Müslümanları bağladığından, onların dinî hükümler konusunda yalan söylemeleri kesinlikle doğru değildir. Öte yandan, eğer bir Müslüman, daha aşağı derecede bir baskı ile karşılaşırsa (ikrah-ı gayri mülcî), yalnızca diliyle bile olsa inkâr edemez.[24]
İtikadi konularda veya ibadetleri icra etmede herhangi bir ikrah-ı mülci ile karşılaşan Müslüman, kâfirlerin velayetini kabullenmeden, onlara şirin gözükmeyi yeğlemeden ve dostluklarını tercih etmeden onların tekliflerine diliyle muvafakat edebilir. Buna takiye denilir ki niyetin iyi olmasıyla beraber, ancak ölüm korkusu varsa yapılabilir. Takiye bir ruhsattır. Eğer bu ruhsatı kullanmaz, imanını izhar etmenin neticelerine katlanırsa; sabreder ve öldürülürse büyük bir sevap kazanmış olur.[25] Ahirette şehidlerle beraber olur.
Bu ifadeleri buraya taşımamızdaki neden; takiyenin bir hareket fıkhı olduğunu klasik kaynaklardan göstermektir. Şiada iman esaslarındandır diye takiyyenin ruhsat oluşunu reddetmek hem bir cehalet hem de ilmî mirası reddetmektir. Bu ruhsatı yerinde kullanabilirler diye Müslümanlara, Allah Teâlâ vermiştir. Günümüzde ise takiye kavramı anlam daraltılmasına uğratıldı ve bir ikiyüzlülük gibi sunulmaya başlandı. Müslümanların kavramlarını onların yetkili âlimleri tarif eder hükmüne göre, fasıkların, İslâmî kavramları tanımlayarak mü’minlerin kafalarını karıştırmalarına müsaade edilmemelidir.
İmanın zorunlu sonucu
Müslümanların, inançlarının gereğini sözlü ve amelî olarak ortaya koymaları imanlarının zorunlu sonucudur. Buna göre Müslüman olduğunun farkında olan bir insanın, Akabe’de biat eden Abbas bin Ubade el-Ensari radıyellahu anh’ın şu sesine kulak vermesi gerekir: “Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’e biat etmek; O’nun dinine girmek demek, kızılla ve karayla savaşı göze almak demektir.”
Müslümanlık, dünyadaki bütün şer güçlere dur diyebilmenin adıdır. Bunu, Müslümanca duruştan taviz vererek, imanı gizleyerek, batıl dinleri hak seviyesine çıkararak, dünya sisteminin rotasını kolaylaştırmak için dini kullanarak, yörünge siyasetinin halkası olarak; Müslümanlığın hayatın siyasi, sosyal, iktisadi ve hukuki cephelerini inkâr ederek yapamazsınız. İslâm, Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı ve Resulullah’ın takip ettiği yol üzere insanlığa arzedilir. Bunu yapmak en büyük ibadettir.
İslâm’ı kitlelerle buluşturmak ehliyetli insanlar ve ulema için daha da derin hükümler ve sorumluluklar içerir. İslâmî ilimlere vakıf ve müstakim çizgide bulunan Müslüman önderlerin fildişi kulelerde gereksiz ve gündem dışı malumatfuruşluk yapmak yerine Salim bin Makel radıyellahu anh’ın Yemame savaşındaki küfre karşı yiğitliğini kuşanmaları gerekir. “Senin öldürülmenden korkuyoruz.” diyenlere o şu cevabı vermiştir: “Eğer ben, korkak davranır ve şehit kardeşlerimize kavuşamazsam, ne kötü bir Kur’an-ı Kerim âlimi olurum.”[26] Bunlar, Kur’an-ı Kerim’i iyi okuyup bildiğini söyleyenlerin düşünmesi gereken cümlelerdir.
Müslümanların kafalarını karıştırmak yerine ümmetin pozitivist ve materyalist bir dünya görüşüyle kuşatıldığı bir dönemde onların itikadi, siyasi, iktisadi, ahlaki ve sosayal sorunlarına uygulanabilir İslâmî çözümler üretmek Rabbani ulemanın en temel görevlerindendir. Verili duruma teslim olup dünya sisteminin yedeğinde yol almak, Müslümanların meselelerine kayıtsız kalmak sorumlu ulemanın davranışı değildir.
Dr. Mehmet Sürmeli/ İrfanDunyamiz.com
DİPNOTLAR
1 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 78.
2 Ahkaf 46 / 35.
3 Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI / 302-303.
4 Bak: A’raf 7 / 119.
5 A’raf 7 / 123-124.
6 A’raf 7 / 125; ayrıca bak: Taha 20 / 71-73.
7 Kehf 18 / 14.
8 Kehf 18 / 20.
9 Suyûtî, Celaleyn Tefsiri, s. 441.
10 Âlûsî, Rûhu-l Meânî, XI / 399-400.
11 Yasin 36 / 26.
12 İbni Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, IV / 394.
13 Zemahşerî, Keşşaf, IV / 559.
14 Tahrim 66 / 11.
15 İbni Hanbel, Müsned, V / 237; Hanbelî, Camiu’l-Ulum ve’l-Hikem, I / 373.
16 İbni Hemmam, Musannef, X / 116.
17 Vahidî, Esbâbü’n-nüzûl, s. 58.
18 Bakara 2 / 214; ayrıca bak: Âl-i İmran 3 / 142; Tevbe 9 / 16.
19 Hâkim, Müstedrek, h. no: 5548, III / 406.
20 Hâkim, age., h. no: 5643, III / 432.
21 Nahl 16 / 106.
22 Hâkim, Müstedrek, h. no: 3362, II / 389; Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII / 651.
23 Âlûsî, Rûhu-l Meânî, VII /472.
24 Kısa, Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, s. 330-331.
25 Hazin, Lübâbu’t-Te’vîl, I / 252.
26 Hâkim, Müstedrek, h. no: 5006, III / 252.
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.
Hocam Rabbim razı olsu.Zevkle,şevkle okuyor ve müstefid oluyoruz.Teşekkürler