Hazreti Muhammed aleyhis salâtü ves selâm cihadı “Yüce İslâm’ın zirvesi” olarak tarif etmiştir. Ve kendisine “Allah yolunda cihad”a eşit bir şey varsa bunun ne olduğu sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: “Ona eşit olarak] yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.” Bir de onun geniş anlamı vardır. Zaman zaman onu tarif için kullanılan “kâfire karşı kutsal savaş” tanımıyla sınırlı olmaktan öte, cehdetmek, çabalamak, olanca kuvvetini sarf etmek veya olabildiğince gayret etmek anlamlarına gelen ‘cehede’ kökünden türetilen cihad terimi, geniş bir anlam dizisini içerir.
Bazı âlimler cihadı, İslâm’ın emirlerini öğrenmek, başkalarına öğretmek, gerek şahsî ve gerek sosyal hayatta onları tatbik etmek ve başkalarını da böyle yapmaya teşvik etmek, sair insanları İslâm’a davet etmek, bütün bunların icrası esnasında ortaya çıkan tüm engelleri, yani hem şahsî düzeydeki, hem de içinde bulunulan toplum içerisindeki ve de onun dışından çıkan engelleri bertaraf etmek için şuurlu, faal ve daimî bir gayret olarak tarif etmişlerdir. Cihadın amacı ise şu şekilde tarif edilmiştir: “Allah’ın dinine yardım etmek ve O’nun sözünü yüceltmek” (İ’lâ-yı Kelime-tullah) ve “küfrü mağlup ederek hakkı hükümferma kılmak.”
Manevi cihad
Maddi ve manevi cihadın ikisi de farzdır. Buna dahili ve harici cihad da denir. Bu zamanda asıl mesele cihad-ı manevidir. Bediüzzaman‘ın şu sözleri dikkatle okunduğunda bu manayı müşahede etmek mümkündür.
“Seksen bir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünki asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. “Ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ” (Bkz. Enam, 104) düsturu ile ki: “Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mes’ul olamaz.”
İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”
Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi; “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.” (Emirdağ Lahikası-2, 241-242)
Maddi cihad
Maddi cihad ise gazâ, cihad ve kıtâl gibi kelimelerle ifade edilir; değişik şekillerde tarif edilmiştir. Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşmak ve bu uğurda elinden geleni yapmak şeklindeki tarif cihadın umumî tarifidir. Harbin karşılığı olan cihâd ise İslâm’a davet ve bu daveti kabul etmeyenlerle savaş diye tanımlanmıştır. Bu manada harp, normal zamanlarda Müslüman toplumun dinî görevidir. (Farz-ı kifâye); düşman İslâm ülkesine hücum ettiği zamanlarda ise savaşa ehil her Müslümanın zaruri görevi haline (Farz-ı ayn) gelir. Bu gibi durumlarda nefîr-i âmm (umumî seferberlik) dinî ve zarurî bir görevdir.
Harbin gayesi ile ilgili olarak şunlar söylenebilir: Bilindiği gibi Osmanlı devleti (umumî manâda) vatan ve ırk gibi maddî değerler üzerine değil, manevî değerler ve bütün insanlığın iki dünya mutluluğunu temin etme mefkûresi üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu manada Osmanlı Devleti’nin cihaddan gayesi, bütün insanları zorla Müslüman etmek değildir. Amaç, isteyenlerin İslâm’a girmelerini, istemeyenlerin ise İslâm’ın hâkimiyeti altında huzur ve refah içinde yaşamalarını temindir. Bu yüce gayeye ulaşmak için başvurulacak son çare cihaddır. Peygamber Efendimiz’in şu hadisi bunu gayet güzel açıklamaktadır: “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin. Allah’tan afiyet ve huzur dileyin. Düşmanla karşılaşınca da, sabır ve sebât gösterin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” (Buhari, Cihad, 112; Mülim, Cihad, 20)
Kısaca cihadın gayesi, netice itibariyle sulhdur ve tevhid inancının düsturları ile insanlığı daimi bir barışa davettir. Ehl-i sünnete göre, İslami bir toplumda, İslami bir devletin olmaması durumunda, maddi cihad, manevi cihada inkılab eder. Yani güç ve otorite İslami olana dek, manevi ve ilmi mücadele geçerlidir. İslami bir toplumda, dahilde silahlı mücadele caiz değildir. Ama hariçten gelen düşmana karşı vatan savunmasında devlete itaat edilmesi gereklidir. Zira can, namus, mal gibi şeylerin korunması ancak bağımsız bir vatanla mümkündür.
Suistimal kapısı
Maddi cihad, günümüzde çok suistimal edilmektedir. Günümüzde maddi cihad hususunda ifrat ve tefrit fikirler öne çıkartılmaya çalışılmaktadır. Bazı aşırı görüşler, cihadı zulüm ve eşkıyalıkla izaha kalkışıyor. Bazıları da buna tepki olarak maddi cihadı tamamen inkara gidiyorlar. Orta yol ise her şeyi yerli yerine koymakla olur. İslam’da maddi cihad da manevi cihad da vardır. Manevi cihad, bütün Müslümanlar üzerine farzdır. Maddi cihad ise devlet ve devletin ordusu üzerine farzdır.
Maddi cihad, şahısların altından kalkacağı bir yük değildir. Onun için bu yetki, şahıslara değil, devlete verilmiştir. Şahısların kendi başına orada burada, sivil, asker, masum, zalim ayırımı yapmaksızın, yapmış oldukları eylemler cihad değil, zulüm ve terördür. Ahirette vebali çok ağırdır. Peygamberimiz aleyhis salâtü ves selâm’ın cihad ve mücahidlerle ilgili hadisleri, şahısları cihada teşvik için değil, devletin bünyesinde savaşa giden askerleri teşvik içindir.
Bazı tefrit gruplar da İslam’daki cihad kavramını tamamen rafa kaldırıp maddi cihadın bu zamanda geçersiz olduğunu gerek kalmadığını ima ediyorlar. Halbuki ne maddi cihad, ne de manevi cihad, kıyamete kadar kalkmaz. Kalkması, kainatın kanunlarına aykırı bir görüştür. Allah Teala, kainata mübareze kanunu koymuştur. Hak ile batıl, sürekli çarpışır.
Bazen olur ki, zamana ikna, fen ve ilim hükmeder. Maddi cihadı inceltir, ama koparamaz. Bazen olur ki, maddi cihad manası hükmeder. Söze ve diplomasiye gerek kalmayacak bir vaziyete girer. Günümüzde ikna, ispat, ilim ve fen hükmettiği için, manevi cihad, ön plana çıkmıştır. Maddi cihadı yapacak askeri ve siyasi güçler oluşmadığı için, Müslümanlar, manevi cihad ile memurlardır.
Bununla beraber, devletler, kendi maddi ve askeri güçlerini sürekli arttırmaya çalışırken, Müslümanlar da manevi cihad var diyerek, o alanları boş ve zayıf bırakması akıl karı değildir. Tabi bu vazife devletindir. Biz de devletimize karşı kendimize düşen yönü ile vazifemizi yapmamız gerekir. Manevi cihad asıldır ve süreklidir. Maddi cihad ise arızalı durumlarda devreye giren geçici bir haldir. Maddi cihadı devletler yapar, fetdler ise manevi cihad ile mükelleftir.
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz/ İrfanDunyamiz.com
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.