İlim Yolcuları İçin
Temel Dini Metinler 11
Ehl-i Sünnet Ve Cemaat Akidesinin Beyanı
İMAM-I RABBANİ
İnsan, öncelikle itikadını düzeltmesi gerek. Bu düzeltme de, fırka-i naciye olan Ehl-i Sünnet ve cemaatın görüşlerine uygun olarak yapılmalıdır. Allah onların hepsinden razı olsun. Zira onlar, süvad-ı âzamdır; cemm-i gafirdir. Evet, itikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felâh, ebedi necât tasavvur edile…
Kötü itikad ki, Ehl-i Sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür. Amelde müdahane (riyâkârlık, münâfıklık) ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.
Bir ayet-i kerime meali: “Allah, kendine şirk koşanı bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (4/48)
Şimdi, kısa ve öz bir lisanla, Ehl-i Sünnet itikadlarını sıralayacağız; bunların muktezâsına göre, itikadı düzeltmek gerek. Tazarru edip Sübhan Hakka yönelerek, bu devlet üzerine istikamet taleb edilmelidir.
Bilesin ki, Yüce Allah, kadim zâtı ile mevcuttur. Sâir eşya ise, onun verdiği vücud ile mevcuddur. Onun yaratması ile, ademden (yoktan) vücuda gelmiştir. Sübhan Allah kadimdir, ezelidir. Eşyanın tümü ise, yoktan var edilmiştir. O zat ki, kadim ve ezelidir; bâki ve ebedidir. Her ne şey ki, sonradan yaratılmıştır ve geçmişinde adem (yokluk) vardır, o dahi fâni ve müstehlektir. Yani zevâle yüz tutmuştur.
O Sübhan Zat, birdir, şeriki yoktur; ne vücud vücubunda, ne de ibadet istihkakında. Vücud vücubu, (yani varlığının gerekli oluşu) başkasına lâyık olmadığı gibi, onun gayrına ibadet edilme hakkı dahi yoktur. O yüce Allah’ın kâmil sıfatları vardır; onlardan bazıları şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irâde, semi’, basar, kelâm, tekvin… (Sırası ile: Diri olmak, bilmek, güçlü olmak, dilemek, işitmek, görmek, konuşmak, yaratmak). Bunların hepsi de kıdem ve ezeliyetle muttasıf olup yüce mukaddes Hazret-i Zât ile kâim bulunmaktadır.
Hadisenin taallukatı, sıfatların kıdemine halel getirmez. Hudusün mütealliki dahi, onların ezeliyetine engel olamaz. (Sonradan meydana gelenin alakaları, bu sıfatların evvelinin olmayışına, sıfatların sonradan meydana gelmenin, bu sıfatlarla alakalı olması onların ezeli olmasına engel değildir.) Felsefeciler, akıllarının noksanlığından, mutezile ise, körlüklerinden ve azgınlıklarından ötürü müteallikin hudüsünü, müteallakın hudüsüne (sonradan meydana gelmiş olanla alakalı olmayı, alakalı olanın sonradan meydana gelmişliğine) delil saydılar. Kâmil sıfatları nefyettiler.
Allah Teâla’nın ilminin cüzi’yata geçmesi, tagayyürü (gayrileşmeyi, değişmeyi) gerektirdiği içindir. Bu tagayyür dahi, hüdus emmarelerindendir. Bilmezler ki, sıfatlar ezeli olur. Onların taallukatı dahi, hadis müteallikati sebebi ile hadistir. Sıfatların noksanlığı dahi, onun zatından atılmıştır. Allah Teâla, cevher, cisim, araz sıfatlarından ve onların levâzımından münezzehtir. Yüce Allah’ın zatında zamanın, mekânın, cihetin yeri yoktur. Zira bütün bunlar, onun yarattıklarıdır.
Allah Teâla’dan haberi olmayan bir cemaât zannetti ki, Allah Teâla, arşın üstündedir. Böylelikle, onun için üst yanda bir mekân isbat ettiler. Arş ve ondan başkası, onun ihtiva ettikleri, tümden hadis olup Allah Teâla’nın mahlûkatıdır. Hadis ve mahlûk olan bir şey için ne mecal vardır ki; kadim olan yaratıcıya mekân ola, onun için karargâh ola. Amma, Arş, Allah Teâla’nın en şerefli mahlûkudur. Nuraniyet ve safâ, mümkinattan diğerlerine nazaran, onda daha ziyadedir. Dolayısı ile hiç şüphe edilmeye ki, onun için, yüce mir’atiyet (aynalık) hükmü vardır. Yani yüce Yaratıcı’nın azâmetini izhâr etmek için, yüce Zat’ın kibriyâsı onda açık bir şekilde zuhura gelmiştir. Bu zuhur sebebi iledir ki, onun için şöyle derler: Allah’ın Arş’ı… Hâlbuki Arş ve diğerleri tümden, Allah Teâla’ya nisbetle aynıdır. Hepsi de onun mahlûkudur. Ne var ki, Arşta gösterme kabiliyeti vardır; diğerlerinde bu gösterme kabiliyeti yoktur. Görmez misin ki, bir ayna insanın suretini gösterir; amma o insan için: Aynadır, denemez. Zira bu insanın aynaya olan nisbeti, onun aynadan başka eşyalara olan nisbeti gibidir. Yani kendisinin karşısına gelen eşyalara.. Aradaki değişiklik, ancak gösterme kabiliyetinin olup olmamasındandır. Şu cihetten ki, aynada sureti alma kabiliyeti vardır; amma bu kabiliyet, ondan başka şeylerde yoktur.
Allah Teâla bir cisim ve bir cisme bağlı değildir. Bir cevher ve bir araz dahi değildir. Ne mahduddur, ne mütenahi. Ne uzundur, ne de enli. Ne kısadır, ne de dar. Elbette, Allah Teâla vasidir (geniştir). Amma onun bu vüs’atı (genişliği), bizim fehimlerimizde idrak ettiğimiz vüs’at cinsinden değildir. O her şeyi ihâta etmiştir. Amma, bizim idrakimizle anlaşılan bir ihâta değil. Allah Teâla, yakındır; amma bizim akıllarımızın aldığı biçimde bir yakınlık değildir. Allah Teâla, bizimledir; amma onun bizimle oluşu bilinen bir beraberlik değildir.
Biz inanıyoruz ki Allah Teâla, vasi, muhit, karibdir ve O bizimledir. Ne var ki, bu sıfatların keyfiyeti nasıldır, onu bilemiyoruz. Bunlardan yana her ne bilecek olsak biliriz ki, onun için mücessime mezhebinde bir basamağı vardır. Yani o bileceğimizin… (Mücessime: Kur’ân-ı kerîm’deki müteşâbih (mânâsı kapalı) âyetleri, zâhir (görünen) mânâsına göre açıklayıp, Allah Teâlâ’nın el ve yüz gibi organlarının bulunduğunu, dolayısıyla madde ve cisim olduğunu iddiâ ederek doğru yoldan ayrılan bozuk fırka. Bu fırkaya müşebbihe de denir.) Allah Teâla, hiçbir şeyle ittihat etmediği gibi; herhangi bir şey dahi onunla ittihat etmiş (birleşmiş) değildir. Allah Teâla’ya hiçbir şey hulul etmediği gibi; Allah Teâla dahi hiçbir şeye hulul etmiş (içine girmiş) değildir. Yüce mukaddes Hakkın zatında, tecezzi, tabauz (parçalanma, bölünme) iki muhal iştir. Tahlil ve terkib (ayrışma ve birleşim) dahi o yüce Zât hakkında iki memnu şeydir. Allah Teâla’nın dengi, kadını, çocuğu yoktur.
Allah Teâla, zatında ve sıfatında keyfiyetten, benzerlikten, misalden münezzehtir. İlmimizin ulaştığı odur ki, Allah Teâla, zatını sena edip vasfettiği kâmil sıfatları ve isimleri ile mevcuddur. Onlarla mevsuftur. Ne var ki, fehimlerimizle, idrakimizle idrak ettiğimiz, akıllarımızla tasavvur ettiğimiz her şeyden yücedir, münezzehtir. Nitekim bu mânalar daha önce de anlatıldı. Bir ayet-i kerime meâli: “Gözler, onu idrak edemez.” (6/103) Bir şiir: Bilgin, masivayı hüccet tutanlar boş; Mevcud odur, ondan gayrı râb yok boş…
***
Bilinmesi yerinde olur ki, Allah Teâla’nın isimleri tevkifiyedir. Yani onların ıtlakı, şeriat sahibinden duyulduğu üzeredir. Hangi isim ki, onun Hazret-i Hakka ıtlakı şeriatta varid olmuştur; işte onun Hazret-i Hakka ıtlakı caizdir. Şayet şeriatta varid olmamış ise, onun ıtlakı da Hazret-i Hakka caiz değildir, isterse o isimde kemal manası münderic olsun. Bu manadan ötürü, şeriatta varid olduğu için: “Cevad” (cömert)… ıtlakı caizdir. Amma, şeriatta gelmediği için “Sahî” (cömert) ıtlakı caiz değildir. (Itlâk: Kayıtsız, sınırsız, mutlak olma; teklik, çokluk veya nitelik gibi şeylere bakılmaksızın kullanıldığı mânâya delâlet eden lâfız; kitap kelimesi gibi.)
***
Kur’an, Allah Teâla’nın kelâmıdır. Harf ve ses libasına girerek, Resulullah Efendimize inzâl edilmiştir. Allah Teâla, onunla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir. Bizler, nefsi kelâmımızı, ağız ve dil vasıtası ile harflerin ve seslerin libasında izhâr ederiz. Böylelikle de, gizli maksatlarımızı zuhur meydanına çıkarırız. Aynı mânaya benzer bir şekilde, Sübhan Hak dahi, nefsi kelâmını kâmil kudreti ile dilin ve ağzın tavassutu olmadan, harf ve ses libasında kullarına izhâr eder. Gizli emirlerini ve yasaklarını harf ve ses zımnında zuhur meydanına getirmiştir.
Kelâmın her iki kısmı da haktır. Yani nefsi ve lâfzî olanları.. Her iki kısma da, kelâm ıtlakı hakikat yolludur. Nitekim bizim iki kısım olan nefsi ve lâfzî kelamımız dahi hakikat yollu kelâmdır. Birinci kısım hakikat, ikinci kısmın dahi mecaz olduğu manası yoktur. Mecazın nefyi caizdir; o Allah Teâla’nın kelâmı olduğu halde, lâfzî kelâmı inkâr etmek küfürdür. Sair kitaplar ve sahifeler dahi, geçmişteki peygamberlere inzal olunmuşlardır. Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz ve onlara salât ve selâm. O kitapların ve sahifelerin hemen hepsi, Sübhan Allah’ın kelâmıdır. Kur’an-ı Kerim’e, o kitaplar ve sahifelere her ne ki derc edilmiştir; onların hepsi Allahu Teâla’nın hükümleri olup vakitlere ve zamanlara göre, onları kullarına teklif etmiştir.
***
Hak Teâla’yı mü’minlerin, cennette görmeleri cihetsiz, mukabelesiz ve ihatasız olarak haktır. Biz, bu uhrevi rüyete inanırız. Amma onun keyfiyeti ile meşgul olmayız. Allah Teâla’yı görmek, bir keyfiyete bağlı değildir. Keyfiyet ve misal erbabına onun hakikatinden yana bir şey zahir olmaz. Ondan yana da, imandan başka nasipleri olmaz. Felsefecilerin, mutezilenin ve diğer bid’atçıların hüsranı ne kadar büyüktür ki, körlükten, mahrumiyetten ötürü, uhrevi olan rüyeti inkâr ederler.
***
Allah Teâla, nasıl kulların yaratanı ise, onların fiillerinin de yaratanıdır. Onların fiilleri ister hayır olsun, ister şer. Bunların hepsi de, Allah’ın takdiri iledir. Lâkin Allah Teâla, hayırdan razıdır; şerden râzı değildir. İsterse, her ikisi de onun iradesi ve istemesi ile olsun. Lâyık olan odur ki, edep icabı, tek başına şer, Allah Teâla’ya bağlanmaya… Meselâ; Şerrin halikı, denmeye… Şöyle demek yerinde olur: Hayrın ve şerrin halikı… Nitekim ulema, Allah Teâla için şöyle söylenmesine kail olmuştur: Allah Teâla, her şeyin halikıdır. Amma, şöyle demenin yakışmayacağını anlatmışlardır: Kazuratın ve hınzırların yaratıcısı… Zira yüce mukaddes Hakkın zatına karşı edebe riayet böyle dememeyi gerektirir. Mutezile, kendilerindeki seneviyetten (bir manada Mecusilik) ötürü, sandılar ki, kulların fiillerinin halikı, kulların kendileridir. Hayrı ve şerri dahi, onlara bağladılar. Hâlbuki şeriat ve akıl onları tekzib etmektedir.
Evet, Ehl-i Sünnet uleması, kulun gücünün, yaptığı fiilde dahlini gördüler; onun için, kulda kesbi isbat ettiler. Amma, mürteiş (titreme, seğirme) hareketi ile muhtar (serbest, hür) olarak hareket eden arasında fark vardır. Zira irtiaş hareketinde, kudretin ve kesbin dahli yoktur. Amma ihtiyari harekette her ikisinin de dahli vardır. İşte bu kadar farktır ki, muahezeye (sorgulanmaya, azarlanmaya) sebep oldu ve sevabın ve ikabın isbâtına yetti. İnsanlardan pek çoğunun; kudretin, kesbin ve ihtiyarın kulda varlığı üzerine tereddütleri vardır. Sanırlar ki, kul aciz, mustar bir durumdadır. Hâlbuki onlar, ulemanın muradını anlayamamışlardır. Zira kudretin ve ihtiyarın kuldaki varlığı, şu manaya gelmez: Kul, her istediğini yapar; her istemediğini de yapmaz. Zira böyle bir şeye kâil olmak, kulluktan uzaktır. Onun asıl mânası şu demeye gelir: Kul, kendisine emir verilen bütün işlerin uhdesinden gelmeye güçlüdür.
Meselâ, beş vakit namazı edâ etmeye gücü yeter. Malının kırkta bir zekâtını vermeye gücü yeter. On iki aydan bir ay orucunu tutabilir. Azık ve yol işlerine gücü yeter ise, ömründe bir defa hacca gitmeye gücü yeter. Üstte anlatılan kıyas, diğer şeri’ hükümler üzerinde de yürütülebilir. Allah Teâla, tam manası ile şefkat ve merhametinden ötürü kulunun zaafına ve iktidarının azlığına bakarak, onun için suhulete ve kolaylığa gitti. Üstte anlatılan manada gelen ayet-i kerimeler şöyledir: “Allah, sizin için kolaylığı murad eder; zorluğu murad etmez.” (2/185) “Allah sizden hafifletmeyi diler; insan zaif yaratılmıştır.” (4/28) Yani Allah Teâla, güç ibâdet tekliflerini size hafifletmek murad eder. İnsanın yaratılışı zayıftır; şehevi arzularına karşı sabredemez. Ağır tekliflere de gücü yetmez.
***
Peygamberler, Sübhan Hakkın elçileridir. Halka gönderilmişlerdir ki, onları yüce Zatına davet edip onları dalâletten çıkarıp hidâyet yoluna götüreler. Onların davetini kabul eden herkesi, cennetle müjdelerler. Kendilerini inkâr edenleri dahi, cehennem azabı ile tehdid ederler. Onların yüce Hak tarafından tebliğ edip bildirdikleri doğrudur; haktır. Onda yalan şâibesi yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Allah’ın Resulü Muhammed’dir. Onun getirdiği din dahi, geçmiş dinlerin hepsini neshedip hükümsüz bırakmaktadır. Onun getirdiği kitap geçmiş kitapların en faziletlisidir. Onun şeriatı nesholmaz; kıyamete kadar bakidir. İsa aleyhis selam yere inecek ve Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şeriatı ile amel edecektir; onun ümmeti arasına girecektir.
Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahirete dair verdiği haberlerin hepsi haktır. Meselâ, kabir azâbı, lahd sıkıntısı, orada Münker Nekir’in sorgusu. Bu arada; âlemin fenâ bulacağını, semâların yarılacağını, yıldızların döküleceğini, yerin ve dağların zevâlini, onların parçalanmalarını, haşri, neşri, ruhun cesede iâdesini, kıyâmet sarsıntısını, kıyamet günü sıkıntılarını, amellerin hesabını yapılan amellere uzuvların şahadetini, sağdan soldan gelecek iyi kötü amel defterlerini, artık eksik yanlarının bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin tartılmasına mizan kurulmasını sayabiliriz. Hasenat gözü ağır gelir ise, necât alâmetidir; hafif gelir ise, hüsrana alâmettir. O mizanın ağırlık ve hafiflik değerlendirilmesi dünya mizânı değerlendirilmesinin aksinedir. Orada yüksekte kalan göz, ağır olur; aşağı düşen göz ise, hafif kalır.
***
Başta enbiyanın, ikinci olaraktan da; salih kulların mü’minlerin âsilerine Malik-i Yevmi’d-din olan yüce Sultan Zat’ın izni ile şefaâtları sabittir. Bu mânada Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir.”
***
Sırat köprüsü, cehennem üstüne kurulacaktır. Mü’minler, onun üzerinden geçip cennete gideceklerdir. Kâfirlerin dahi, ayakları kayar; oradan cehenneme düşerler.
***
Cennet mü’minlerin nimetlendirilmesi için hazırlanmıştır. Cehennem dahi, kâfirlere azab edilmesi için hazırlanmıştır. Her ikisi de, şu an yaratılmışlardır. Sonsuzlara kadar da baki kalacaklardır; fâni olmazlar. Mü’minler muhasebe edildikten sonra, cennete girince orada dâim kalırlar; oradan çıkarılmazlar. Küffar dahi, cehenneme girdikten sonra, orada dâim kalırlar. Sonsuzlara kadar orada azab görürler. Onlar için azabın hafifletilmesi câiz değildir. Bu manada bir ayet-i kerime şöyledir: “Onun içinde ebedi kalacaklardır. Onlardan azabı hafifletilmez. Kendilerinin yüzlerine de bakılmaz.”(2/162) Kalbinde zerre miktar imanı olan bir kimse, masiyette ifratı sebebi ile cehenneme girerse, isyanı kadar orada azab görür. Sonunda çıkar. Kâfirlerinki gibi onların yüzleri kararmaz. İmanına hürmeten, kendisine bukağı ve zincir vurulmaz. Yani kâfirlere olduğu gibi…
***
Melekler, Sübhan Allah’ın mükerrem kullarıdır. Allah Teâla’nın onlara emrettiği şeye âsi gelmezler. Emrolunduklarını yaparlar. Kadınlık, erkeklik vasıflarından beridirler. Tevalüd ve tenasül (doğma, doğurma ve üreme) onlar hakkında yoktur. Allah Teâla, onlardan bazılarını, elçilik vazifesi için seçmiş; vahiy tebliği ile şereflendirmiştir. Enbiyanın kitaplarını ve sahifelerini getiren bunlardır. Onlara salât ve selâm olsun. Bunlar, hatadan ve halelden mahfuzdurlar, düşmanın hilesinden ve mekrinden masumdurlar. Onların, Allah tarafından tebliğ ettiklerinin hepsi de doğrudur; tamamdır. Onda hata ve şüphe ihtimali, şâibesi yoktur. Bu büyükler, yüce Hakkın azametinden korkarlar. Onlar için, yüce Allah’ın emrini yerine getirmekten başka meşguliyet yoktur.
***
İman, kalb ile tasdik, dil ile de ikrardır. Yani tevatür ve zaruret olarak, dinden yana bize tebliğ edilenlere. Azalarla amel etmek, imânın kendisinden hariçtir. Lâkin bu ameller imanda kemali artırır; ona güzellik getirir. İmam-ı Azam Kûfi (Rh.) şöyle dedi: “İman, ziyâdeyi ve noksanı kabul etmez.” Zira kalben tasdik, kalbin yakîninden ve onun iz’anından ibarettir. Onda ziyâdelik ve noksanlık için bir değişiklik olma mecâli yoktur. O ki, tefavüt (farklılık) kabul eder; o şey, zân ve vehim dâiresine dâhildir. İmanın kemali ve noksanı taat ve hasenât itibarına göredir. Taat arttıkça, imanın kemali de artar. Avam mü’minlerin imanı, enbiyanın imanı gibi olamaz. Onlara salât ve selâm olsun. Zira onların imanı, kemal zirvesine ulaşmıştır. Bu da, taata iktiran (yakın olma) sebebi iledir.
Avamın imanı, kemalin kendisinden nice merhale uzaktır; onun zirvesine ulaşmak şöyle dursun; isterse, her iki zümrenin imanı da tasdikte müşterek olsun. Ne var ki, enbiyanın imanı, taata geçtiğinden, bir başka hakikat arız olmuştur. O kadar ki, avamın imanı, o imanın sanki bir fer’i dahi değildir. Her iki iman arasında bir benzerlik ve ortaklık dahi yoktur. Görmez misin ki, her ne kadar insaniyetin kendisinde, avam mü’minlerin enbiya ile iştiraki olmasına rağmen; bir başka kemalât, enbiyayı yüksek derecelere ulaştırmıştır. Onlar için, bir başka hakikat isbat eylemiştir. O kadar ki onlar, müşterek oldukları hakikatin dışındadırlar. Belki de asıl insan onlardır. Onlara göre avam ise, NESNAS hükmündedir. (NESNAS: Bir manaya göre, denizde veya bir adada bulunan mahlûktur. Şekli insan şekline benzer. Amma, onlardan her birinin bir eli, bir ayağı, yarım başı ve bir gözü vardır. Bu kelime burada şu manaya kullanılmış olabilir: — Yarım adam…)
***
İmam-ı Azam şöyle dedi: “Ben, hakka (gerçekten) mü’minim..” İmam-ı Şafii ise şöyle dedi: “İnşaAllah ben mü’minim.” Allah Teâla her ikisine de rahmet eylesin. Her iki cümlenin de, bir tevil ciheti vardır. Hal itibarı ile caizdir ki: “Ben, hakka (gerçekten) mü’minim..” Söylene.. Sonuç ve gelecek itibarı ile de: “İnşeAllah ben mü’minim, demek sahih olur. Ne var ki, hangi şekilde olursa olsun, istisna suretinden kaçınmak gerek.” Masiyetleri irtikâp etmek, büyük günah olsa dahi, mü’mini imandan çıkarmaz; küfür dairesine sokmaz.
Şöyle anlatıldı: İmam-ı Azam, ulemadan bir topluluk ile oturuyordu. Bir şahıs geldi ve şöyle dedi: Haksız yere babasını öldürüp başını koparan, onun kafatasında şarab içtikten sonra anası ile de zina eden fasık bir mü’min için ne dersiniz? Bu kimse, mü’min midir, yoksa kâfir mi? Ulemadan her biri tek tek konuştu. Amma doğru olmayan bir şekilde.. Hepsi de yanıldılar. Bu arada İmâm-ı Âzam şöyle dedi: “O kimse mü’mindir. Bu büyük günahları işlemek, onu imandan çıkarmaz.”
İmam-ı Azam’ın bu sözü, ulemaya ağır geldi. Kendisine dil uzatıp sataştılar. Ne var ki, İmam-ı Azam’ın sözü doğru olduğundan, sonunda hepsi de kabul edip o sözün gerçek olduğunu itiraf ettiler. Âsi olan mü’min, can boğaza gelmeden evvel tevbeye muvaffak olur ise, tevbenin kabulü vaad edildiği için, onun için büyük bir necât ümit ederiz. Eğer tevbe edip Allah’a dönmek şerefine nail olmazsa; neticede, Allah dilerse affedip cennete koyar, dilerse mâsiyeti kadar onu cehennem azabına veya başka bir azaba atar. Ne var ki, onun işi, sonunda necata varıp geleceği de cennettir. Zira ahirette Allah’ın rahmetinden mahrum kalmak, küfür ehline mahsustur. Amma, zerre miktar imanı olan, mağfirete ve rahmete müstahak olur. Her ne kadar masiyet illeti sebebi ile kendisine başta rahmet ulaşmasa da, Sübhan Allah’ın inayeti ile sonunda rahmet şumulüne girer. Bir ayet-i kerime meali: “Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra kalplerimizi kaydırma… Katından bize rahmet hibe eyle. Sen hibesi en bol olansın.”(3/8)
***
İmâmet ve hilâfet bahsi, ehl-i sünnet katında her ne kadar dinin asıl meselelerinden değil; itikada dahi taalluk etmemekte ise de; lâkin Şia bu babda azıtıp ifrata ve tefrite düştüklerinden dolayı ehl-i sünnet uleması bu bahsi zaruri olarak, kelâm ilmine katıp işin hakikatini beyân ettiler. Hatemü’r-rüsûl Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizden sonra hak üzere imam, mutlak halife Hazret-i Ebu Bekir Sıddık, sonra Hazret-i Ömer’ül Faruk, sonra Osman Zinnureyn, daha sonra Ali bin Ebi Talib’dir. Allah onların hepsinden de razı olsun. Bunların daha faziletli oluşları dahi, bu hilâfet tertiplerine göredir.
Hazret-i Ebu Bekir‘in ve Hazret-i Ömer‘in daha faziletli oldukları, sahabenin ve tabiinin icmâ kararı ile sabittir. Nitekim böyle olduğu, imamların büyüklerinden nakledilmiştir. Onlardan biri de, İmam-ı Şafii’dir. Ehl-ü Sünnet’in reisi, Şeyh Ebü’l-Hasan Eş’ari şöyle dedi: “Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in kalan ümmet üzerine daha faziletli olduğu kâfidir. Bunu, ya cahil olan inkâr eder yahut mutaassıp.” Allah onlardan razı olsun. Hazret-i Ali radıyellahu anh dahi şöyle dedi: “Bir kimse, beni Ebu Bekir ve Ömer üzerine daha faziletli görür ise, o müfteridir. İftiracıların dövüldüğü gibi, onu kamçı ile döverim.” Şeyh Abdulkadir Geylâni Allah sırrının kudsiyetini artırsın, dahi GUNYE adlı kitabında, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizden naklederek şöyle dedi: “Semaya çıkarıldığım zaman, Sübhan Allah’tan diledim ki: Benden sonra, Ali bin Ebi Talib‘i halife kıla… Bunun üzerine, melekler şöyle dedi: Allah’ın dilediği olur; senden sonra halife Ebu Bekir’dir.”
Hazret-i Ali radıyellahu anh’ın dahi şöyle dediğini Hazret-i Şeyh anlattı: Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz, dünyadan ayrılmadan evvel, benden şu yolda söz aldı: “Benden sonra Ebu Bekir halife olur; sonra Ömer, sonra Osman, ondan sonrada sen olacaksın.” Allah onların hepsinden razı olsun.
İmam-ı Hasan, İmam-ı Hüseyin’den daha faziletlidir. Allah ikisinden de razı olsun. Ehl-i sünnet uleması, Hazret-i Aişe’yi, Hazret-i Fatıma’dan ilim ve içtihadda daha faziletli bulmaktadırlar. Şeyh Abdulkadir Geylani, -sırrı mukaddes olsun- GUNYE adlı eserinde Hazret-i Aişe’yi Hazret-i Fatıma’dan önde görmektedir. Allah onlardan razı olsun. Fakir’in inancı da odur ki: Hazret-i Aişe, ilimde ve içtihadda daha ileri olup, Hazret-i Fatıma dahi zühdde ve inkıtada (kesilmede, tükenmede) daha kıdemlidir. Bunu mana icabı olarak, Hazret-i Fatıma için: “Betül, denmiştir. Bu lâfız, inkıtada mübalağayı ifade eder.” (Betül: Dünyadan tamamen kesilip Allah’a yönelen.) Hazret-i Aişe, ashabın fetva mercii idi. Bilmek işinden, onlar her ne gibi bir müşkilleri olsa, onun halli Hazret-i Aişe’de idi. Allah onların hepsinden razı olsun.
Cemel ve Sıffıyn muharebesi gibi, ashab-ı kiram arasında vukû bulan münazaa ve muharebelere gelince, yerinde olur ki, bunlar, doğru yoldan iyiye yorula… Bu hususta, ashab-ı kiram, nefsanî hevesten ve taassubdan (batıl saplantıdan) uzak görüle… Zira o büyüklerin nefisleri, Resulullah’ın sallellahu aleyhi ve sellem sohbeti ile hevâ ve hevesten tezkiye edilmiştir; kinden ve hasetten dahi temizlenmiştir. Eğer onlardan bir musalâha vaki olmuş ise, Hak içindir. Şayet onlardan bir münazaa ve çekişme zuhur etmiş ise, bu dahi yine Sübhan Hak içindir. Onlardan her fırka, kendi içtihadının muktezasına göre amel etmiştir. Hevâ ve taassub şâibesi olmadan muhalif işleri kendi nefislerinden atmışlardır. Onlardan her kim, içtihadında isabetli ise, onun için sevap olarak iki derece vardır. Hatalı olan için dahi, sevap olarak bir derece vardır. Bu içtihad işinde, yanılan dahi, yanılmayan gibi ayıplanmaktan uzak görülmektedir; hatta onun için, sevap derecelerinden bir derece vardır.
Ulema, bu manada şöyle dedi: “Bu muharebelerde, hak Hazret-i Ali tarafından idi. Muhalifler dahi, doğrudan bir tarafta idiler” (hataları ictihâd hatası idi). Durum böyle olunca, taana uğramayacakları gibi; onları ayıplamanın yeri de yoktur. Onlara küfür ve fısk nisbeti bir yana. Nitekim bu manada, Hazret-i Ali radıyellahu anh şöyle dedi: “Kardeşlerimiz bize karşı geldiler; amma onlar ne kâfir idi ne de fasık. Çünkü onlardan küfrü ve fıskı atacak tevil yolları vardı. Bu mânada, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: Bilhassa, ashabım arasında geçenlere karşı kendinize sahip olunuz.
“Yerinde olur ki, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin tüm ashâbına tâzim edile. Onların hepsi de hayırla anıla… Onlardan hiçbirine kötü zan beslenmeye. Onların münazaası (nizâsı, kavgası), başkalarının müsalahasından (sulhundan, barışmasından) daha faziletli görüle… İşte necât ve felâh yolu budur. Zira Resulullah’ın sallellahu aleyhi ve sellem ashabına karşı beslenen sevgi, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimize olan sevgi sebebi iledir. Onlara beslenen buğz ise, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimize buğza çeker. Bu mânada, büyüklerden biri şöyle dedi: “Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin ashâbına tazim etmeyen, Allah’ın Resulüne imân etmemiştir.”
***
Muhbir-i Sâdık Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin haber verdiği kıyamet alâmetlerinin hepsi haktır. Onlarda yalan ihtimali yoktur. Onlar arasında şunlar vardır: Alışılmışın aksine, güneşin mağripten doğması, Mehdinin zuhuru, Ruhullah İsa’nın nüzulü. Resulullah Efendimize ve ona salât ü selâm. Deccâlin çıkması, Ye’cuc ve Me’cuc’un zuhuru, Dabbe-i arzın çıkması, Semâdan bir dumanın zuhuru ile insanları kaplayıp onlara elim bir azab ile azab etmesi. O kadar zorlanacaklardır ki, artık insanlar şöyle diyecekler: “Rabbimiz, bizden azabı aç; biz mü’minleriz.” (44/12) Kıyâmet alâmetlerinin sonuncusu odur ki: Aden tarafından bir ateş çıkacaktır. Cehaletten dolayı, Hindistan ehlinden bir şahıs, kendisi için: “Mehdi, iddiasında bulundu diye, onu vaad edilen mehdi sandılar.
”Onların zannına göre, mehdi vefât etti; geçti gitti. Onun kabrinin dahi Kurre’de olduğunu iddia ederler. Hâlbuki bu babda gelen sahih hadis-i şerifler meşhurdur. Hatta tevatür-ü manevi derecesinde olup bu taifenin sözlerini tekzib etmektedir (yalanlamaktadır). Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Mehdi’nin alâmetlerini beyan etmiştir. Bu alâmetler, o şahısta olmadığı halde, onu Mehdi sanmaktadırlar. Bir hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: “Mehdi çıkacaktır. Başının üstünde de bir parça bulut olacaktır. Orada da bir melek bulunacak ve şöyle nida edecektir: Bu şahıs, Mehdi’dir kendisine tâbi olunuz.” Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: “Tüm olarak, yeryüzünün meliki dört tanedir. Onların ikisi mü’minlerden, ikisi de kâfirlerdendir. Zülkarneyn ve Süleyman mü’minlerdendir. Nemrud ve Buhtunnasır ise.. kâfirlerdendir. Yere, beşinci olarak ehl-i beytimden biri sahip olacaktır..” Yani: Mehdi.
Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: “Allahu Teâla, ehl-i beytimden birini çıkarmadıkça, dünya çökmeyecektir. Onun ismi ismime uyar, babasının ismi dahi babamın ismine uyar. Daha önce zulüm ve adaletsizlik dolduğu gibi, onun gelmesi ile dünya adalet ve hakların yerini bulması ile dolar.” Bir başka hadis-i şerifte ise, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: “Ashab-ı Kehf, İsa’nın yardımcıları olacaklardır.”
İsa aleyhis selam Mehdi zamanında yere inecektir. Mehdi, Deccal’ın katlinde İsa aleyhis selam muvafakat eder. Onun saltanatı zamanında, ramazan ayının on dördünde güneş tutulacaktır; o ayın ikisinde ise, ay kararacak. Bunların oluşu, âdetin ve müneccimlerin hesabı hilâfına olacaktır. Şimdi, insaf edilmelidir. İnsaf nazarı ile bakılmalıdır. Bu alâmetler, o ölü şahısta var mıdır, yok mudur? Muhbir-i Sadık Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bildirilen, daha çok alâmetler vardır ki, anlatılanlardan başkadır. Şeyh İbn-i Hacer, Mehdi’nin alâmetleri üzerine bir risâle yazdı ki, onlar iki yüz alâmeti bulur. Vaad edilen durumu, açık bir şekilde iken, aşırı cehaletlerinden ötürü bir cemaat dalâlete saplandı. Sübhan Allah onlara doğru yolu göstersin.
***
Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: “İsrailoğulları, yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan biri müstesna, hepsi de cehennemdedir. Ümmetim dahi, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların da hepsi cehennemdedir; ancak biri müstesna…” Dediler ki: Bu fırka-i naciye kimdir, ya Resulallah? Bunun üzerine, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: “Onlar, benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu hâl üzere olanlardır.” Burada anlatılan fırka-i naciye, ehl-i sünnet ve’l-cemaattır. Onlar, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin mutabaatını ve onun ashabının mutabaatını bırakmayanlardır. Allah’ım, ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzerine bize sebât ver. Bizi onların zümresi ile öldür; bizi onlarla haşreyle… Duâ makamında bir âyet-i kerime meali: “Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalplerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle. Çünkü hibesi en çok olansın.” (2/8)
***
İtikadı, anlatılan manada düzelttikten sonra; mutlaka emirlere ve yasaklara imtisâl etmek lâzımdır. Bunlar, şer’i olup amele taalluk eden (amelle alakalı) işlerdir. Beş vakit namazını, cemaatle, tâdil-i erkânına riayet ederek, edâ etmelidir. Küfürle İslâm arasını ayırt eden, bu namazdır. Namazı, sünnet olduğu üzere edâ etmek müyesser olur ise, dinde sağlam bağa yapışmak hâsıl olmuş olur. Namâz, İslâm dininin beş esâsından ikincisidir. Birincisi, Allah’a ve Resulüne iman olup ikincisi namâzdır. Üçüncüsü zekât vermektir. Dördüncüsü, Ramazan ayı orucunu tutmaktır. Beşincisi, Allah’ın beytini haccetmektir. Birinci asıl, itikada taalluk eder. Kalan dört asıl ise, amele taalluk etmektedir. Tüm ibadetlerin en şümullüsü, toplu mâna ifade edeni, en faziletlisi namâzdır. Kıyamet günü, ilk hesap, namâzdan olacaktır. Namâz işi tamam olduktan sonra; kalanların hesabı Allah’ın yardımı ile kolay geçer. İmkân nisbetinde, şer’an mahzurlu olan şeylerden sakınmak gerekir. Yüce Mevlâ’nın razı olmadığı şeyleri, öldürücü zehir görmelidir.
Taksirat maddelerini, daima göz önünde bulundurmalıdır. Onları irtikab etmiş olmaktan ötürü, daima utanır ve içten ezilir bir durumda olmalıdır; yani o masiyetleri irtikab etmiş olmaktan ötürü. O yersiz işleri yapıp ettiği için, pişman ve mütehassir (özleyen, hasret çeken, isteğine erişemeyen bir durumda) olmalıdır. Kulluk yolu budur. Bu yolda başarı ihsan eden Allah Teâla’dır. O kimse ki, hiç sakınmadan Mevlâ’sının yasak ettiği işi irtikab eder; bu yaptığı işten iç ezikliği duyup utanmaz; o kimse, şerli ve itaatsiz bir kimsedir. Onun bu ısrarı ve itaatsizliği başını İslâm bağından sıyırmaya ve kendisini düşmanlar dairesine sokmaya kadar gider. Duâ makamında bir âyet-i kerime meali: “Rabbimiz, bize katından rahmet hibe eyle. İşimizde, bizim için bir çıkar yol hazırla.” (18/10)
***
O devlet ki, Sübhan Allah seni onunla mümtaz kılmıştır; insanların pek çoğu ondan gafildir. Hatta onu, sen dahi aynı şekilde bilmiyorsun. Şöyle ki: Vaktin Sultanı, yedinci ceddinden itibaren Müslüman ve Ehl-i Sünnet olup aynı zamanda Hanefi Mezhebine mensuptur. Her ne kadar talebe-i ulumdan bazıları senelerden beri iç habasetinden dolayı tamah şumluğu dolayısı ile emirlere ve sultanlara şu zamanlarda yaklaşsalar da –ki bu zaman, kıyametin yaklaştığı, nübüvvet zamanından dahi bir hayli uzaktır– mutayebe ve müdahene (maskaralık ve dalkavukluk) yolu ile Din-i Metin’de onları şekke düşürüp, onda şüpheler izhâr ettikten sonra akılsız ahmakları yoldan saptırmış olsalar dahi; böyle şanı büyük bir sultan sizin sözünüzü iyi dinleyip kabul ettiği için, büyük bir devlet saymak gerek. Hak kelimesi, yani İslâm kelimesi ona tebliğ edilmelidir. Bu kelime, Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin, ehl-i sünnet akidesi uyarınca sarahaten veya işaretle sultanın kulağına duyurulmalıdır. İmkân nisbetinde ehl-i hakkın kelâmı ona arz edilmelidir.
Hatta hak mezheb ehlinin kelâmını bu arada söyleyebilmek için, daima fırsat kollayıp gözetmek gerek. Ta ki İslâm’ın hakikati açığa çıkıp ve küfrün butlanı (batıllığı, boş ve abesliği) ve şenâati (kötülüğü) belli ola… Küfür öyle bir şeydir ki, batıl olduğu bellidir. Asla bir akıl sahibi onu iyi görmez. Üstte anlatılan mana dolayısı ile yeter ki, küfrün batıl olduğu hiç sakınmadan açığa vurula; hiç durmadan onların batıl putları atıla; hiç tereddüd etmeden yerin ve semâların yaratıcısı Hak İlâh isbât edile… Hiç duyulmuş mudur ki, onların batıl putları bir sinek yaratabilmiş ola… İsterse, hepsi bir araya gelsin… Hatta bir sivrisinek onları ısırıp ezâ etse, kendilerini ondan korumaya dahi güçleri yetmez; başkalarını korumak şöyle dursun. Kâfirler, bu işin şenaatini düşünerek, şöyle derler: “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır.” (10/18) “Bunlara, bizi Allah’a daha fazla yaklaştırmaları için tapıyoruz.” (29/3) Hâlbuki bu mecnunlar bilmezler ki, bu cemâdatın (cansız varlıkların) şefâat etmeye mecâlleri yoktur. Ve Sübhan Hak, kendisine şerik olanların şefâatini, tapanlar hakkında kabul etmez. Zira onlar, hakikatta Allahu Teâla’nın düşmanlarıdır.
Bu manada misâl olarak, sultana karşı çıkan birini verebiliriz. Birtakım ahmaklar gelip o sultana kıyam edenden imdad isterler ki, kendilerine sultan katında şefâatçi ola… Yani sıkışık zamanda, ona tevessül ederek, sultana yaklaşmak isterler. Onların en büyük ahmaklıkları vardır ki, o azgına hizmet ederler ve onun şefâati ile sultanın affını talep ederler. Onunla sultana yaklaşmaya çalışırlar. Acaba neden onu kırıp sultanın hizmetine girerek yakınlık ve hak ehli olmaya bakmazlar. Böylece, emniyette olup korunurlardı. Bu mecnunlar, elleri ile taşı yontarlar ve senelerce ona taparlar. Bu arada ondan bir şey ümid ederek, vukûat beklerler. Hulâsa, küfrün batıl olduğu açıktır. O kimseler ki, Müslüman oldukları halde hak yoldan ve sırat-ı müstakimden uzaklaşmışlardır; onlar nefsanî heva ve bid’at ehli kimselerdir. Asıl doğru yol, Peygamberin sallellahu aleyhi ve sellem ve Hulefa-i Raşidinin yoludur.
***
Şeyh Abdulkadir Geylâni –sırrının kudsiyeti artsın–, GUNYE adlı eserinde şöyle anlattı: 1. Hariciler taifesi… 2. Şialar… 3. Mutezile… 4. Mürcie… 5. Müşebbihe… 6. Cühemiye… 7. Dırariye… 8. Neccariye… 9. Kilâbiye… Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin zamanında ve Hazret-i Ebu Bekir radıyellahu anh’ın, Hazret-i Ömer radıyellahu anh’ın, Hazret-i Osman’ın radıyellahu anh, Hazret-i Ali radıyellahu anh’ın zamanında bu taifelerin ihtilâfı ve tefrikası yoktu. Ancak, sahabenin, tabiinin, yedi fukahanın vefatından sonra bunlar meydana geldi. Allah onların hepsinden razı olsun.
Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: “İçinizde, benden sonra yaşayan çok ihtilâf görecektir. O durumda, size gereken, sünnetime ve benden sonra Hulefa-i Raşidin’in sünnetine tâbi olmaktır. Ona tutununuz ve azı dişlerinizle yapışınız. Bilhassa, yeni icadlardan sakınınız. Zira her yeni icad bid’attır ve her bid’at dahi dalâlettir. Benden sonra her ne ihdâs edilir ise, o reddir.” Yani makbul değildir. Resulullah Efendimizin ve Hulefa-i Raşidin’in zamanından sonra ortaya çıkan mezhep itibardan düşüktür ve itimada şâyan değildir.
Sübhan Hakkın büyük nimetine şükretmek gerek. Şundan dolayı ki: Kemal-i kereminden ve fazlından ötürü, bizleri fırka-i naciyeye dâhil kıldı. Ki onlar Ehl-i Sünnet ve’l-cemaattır. Bizleri, bid’at ve heva ehli fırkalarından eylemedi. Bizleri onların fasid itikadları ile iptilâya uğratmadı. Yine bizleri, Allahu Teâla’nın en has sıfatında, kulu kendisine ortak edenlerden eylemedi. O bozuk itikad sahipleri sanırlar ki, kulun fiillerinin yaratıcısı, kulun kendisidir. Ayrıca onlar, dünya ve ahiret saadetinin başı olan uhrevi rüyeti (Allah’ı görmeyi) inkâr ederler. Böylece, Vacib Teâla’dan kâmil sıfatları nefyederler.
Ayrıca, Allahu Teâla, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimizin ashabına buğzeden ve din büyüklerine kötü zan besleyenlerden de eylemedi. Onlar sanırlar ki, o büyükler birbirine düşmanlık ederler. Gizli buğuzla içten hasetle birbirlerini itham ederler. Hâlbuki Sübhan Hak onlar için şu manayı anlatmıştır: “Onlar aralarında birbirlerine karşı merhametlidirler.” (48/29) Adı geçen bu iki taife, Sübhan Hakkın kelâmını dahi tekzib edip onların arasında, düşmanlık, buğuz, çekememezlik isbatına kalkarlar. Allah Teâla, onlara doğru yola gitme başarısı versin ve sırat-ı müstakimi kendilerine göstersin.
Yine Allah Teâla’ya şükürler olsun ki, bizi yüce Hak için, mekân ve cihet isbat edenlerden eylemedi. Bunlar o yüce Zatı, cisim ve cismani sanırlar. O Vacib Kadir zat için, hüdûs ve imkân emareleri isbatı cihetine giderler. Sonra, Biz yine esas kelâmımıza gelelim. Deriz ki: Sizin de bildiğiniz gibi, sultan ruh gibidir; sair insanlar dahi ceset. Eğer ruh yararlı ise, beden de yararlı olur. Şayet ruh bozuk olursa, beden de bozuk olur. Bunun için, sultanın ıslahına çalışıp çabalamalıdır. Zira sultanın ıslahına çalışmak, cümle âdemoğullarının ıslahına çalışmaktır. Asıl ıslaha çalışmak, İslâm kelimesini izhârdadır. Amma, vaktin müsaadesi nisbetinde ne şekilde olursa olsun.
İslâm kelimesini izhâr ettikten sonra da, onun kulağına ehl-i sünnet ve cemaat itikadını duyurmak vardır. Bunu, zaman zaman yapmalıdır. Muhalif mezheplerin dahi reddine çalışmalıdır. Eğer anlatılan bu devlet müyesser olur ise, enbiyadan büyük bir veraset hâsıl olmuş olur. Bu devlet, sizin için meccanen (bedâva) hâsıl olmuştur. Onun kadrini bilmek gerek. Bu mânâ üzerinde daha ne kadar durayım… İsterse mübalağa ile üzerinde durmak iyi olsun. Başarı ihsan eden Sübhan Allah’tır.
Kaynak: İmam-ı Rabbani, Mektubat-ı Rabbani, 380. Mektup, Tercüme; Abdulkadir Akçiçek, c.2. s.1151-1168
İrfanDunyamiz.com
Kaynak Metinler ↗
İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.
İstikamet Yazıları ↗
İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.