Kendini keşfetmeye hazır mısın?

“Ben” bilinci, biyolojik, sosyolojik, psikolojik, fizyolojik ve zihinsel boyutlarıyla oluşunca, bütün bir varlık dünyasının Yaratıcısını tanımaması mümkün değildir. “Ben” bilincini elde eden kişi, İlmel yakin, aynel yakin ve hakkal yakin perspektifiyle anlar ki kendi varlığı mukayyet (mutlak varlıkla kayıtlı) ve mümkün olan varlıktır. Bu bilinç, bireyi şuna götürür: “Ben varsam, beni var eden biri var. O da mutlak yaratıcıdır.”

Kendini bilmenin ve tanımanın ön şartı, kendini fark etmesidir. Farkı ve farklılıkları fark etme yeteneği, insana has bir meziyettir. Kendini fark etmesinin ön şartı, kendini merak etmesidir. Dolayısıyla kendini merak eden, kendini fark eder. Kendini fark eden, kendini keşfeder. Kendini keşfeden, kendini bilmenin ve tanımanın zevkini ve hazzını elde eder. Böylece, “Kendini bilen, Rabbini bilir sözünün anlam sırrına vakıf olur.

Kendini bilmek

“Kendini bilen, Rabbini bilir” hikmetli sözünün anlamı şudur: Allah celle celaluh aşkındır, sonsuz büyüktür, ezeli ve ebedi mutlak Yaratıcı varlıktır. İnsan ise, içkin, sonlu-sınırlı yaratılan bir varlıktır. Aşkın, ezeli-ebedi ve mutlak sonsuz Yaratıcıyı tanımanın yolu, içkin ve sonlu-sınırlı varlık olan insanın kendisini bilmesiyle mümkündür.

İnsanın kendisi merkezdir. Merkez, işlevsel hale getirilerek güçlendirilmelidir. Bu merkez, “ego” hastalığından arındırılmalı ve “ben” bilinci oluşturulmalıdır. Bu “ben”, pozitif ve negatif yönlerini, imkân ve zaaflarını, meziyet ve eksikliklerini, yetenek ve kusurlarını, özetle, potansiyel gücünün tüm sınırlarını bir gözlemci edasıyla keşfetmelidir.

Her bir insan, varlık dünyasında müstesna bir yere sahiptir. Bu yerin maddi ve manevi belgeleri vardır. Parmak ucu, eklemler arasındaki altın oran (1.618), göz retinası ve kromozomlar maddi belgeler iken, Ruh, can, akıl ve tasavvur, manevi kimliğimizin belgeleridir.

Merak duygusu

Merak olgusu, bu saklı belgelerin ortaya çıkmasını ve “ben” bilincinin oluşmasını sağlar. Merak duygusu, dengeli ve yaratılış fıtratına uygun tarzda kullanılırsa, “hakikat”in özünü yakalamamız ve kendimizi tanımamız mümkün olacaktır. Aksi halde, merak duygusu “sapmalar” çerçevesinde ve uçlarda gezinerek uygulanırsa, insanın kendisiyle ilişkisini bozan bir yola sürükleyebilir.

Kendini gerçekleştirme sürecini tamamlayamayanlar “kendi kendine âşık olma” demek olan Narsizm, “Kendini en üstün zannetme” demek olan Megalomani gibi sapmalara düşerler.

İnsan, “suret”i ve “siret”iyle mükemmel bir varlıktır. Eğer “suret”i ile müsemma bir “siret” takip ederse, yaratılış fıtratına uygun bir istikamet, bir rota takip etmiş olur. Her türlü sapmalardan arınmış, “süret”i ile “siret”i uyumlu olan insanlar hem Yaratanla hem yaratılanlarla, bu bağlamda hem iç dünyalarıyla hem dış dünyalarıyla, çevreleriyle ve doğayla uyum içinde olurlar.

Bu “ben” bilincini elde etmek ve bu bilinçle hayatımızı inşa etmek mümkündür. Yapılması istenen şey, imkânla sınırlıdır. Mümkün olan imkânların, meşru sınırları olmalı. Çünkü her mümkün olan şey, meşru olmayabilir. Ancak her meşru olan şey, mümkündür. Hayatımızın inşasında, “meşru olan mümkünü” tercih etmek ve “meşru dairedeki keyif, keyfinize kâfidir” prensibi çerçevesinde bir hayatı inşa etmek, bu dünya hayatını cennete dönüştüreceği gibi, inşallah ebedi hayatın da kazanmasını sağlayacaktır.

 Sen kendini bilmezsen

Bir bilge kişi; “İlmin en hakiki mürşidi ahlaktır” der. “Hangi ahlak?” sorusu akla gelebilir. Medeniyet tasavvurumuzda ahlakın kavramsal anlamı, “insanın yaratılışı, tabiatı” demektir.  Ve ”hilkat” kökünden türetilmiştir. Bunun anlamı şudur: Ahlâklı davranış, yaratılışa en uygun davranıştır. Medeniyet anlayışımızda Yaratılışla çelişen davranışlar, ahlaki davranışlar değildir. Bu bağlamda Ahlakı, yaratılış fıtratına uygun tarzda yönlendirecek bir rehbere, bir mürşide ihtiyaç vardır. Bu da ancak, Varlık Dünyasının Yaratıcısı olan Allah’tan başkası olamaz. Dolayısıyla, “Ahlakın da en hakiki mürşidi Allah celle celaluhtur.” Buradan baktığımızda, ahlakın bir ”aşkın referansa” ihtiyacı olduğu açıktır.

İlmin muhatabı, insandır. İlim, insanı inşa eder. Bu inşa sürecinde ilim, insanın tüm boyutlarını/bileşenlerini dikkate alarak, mükemmel bir şekilde yetişmesini sağlamaya çalışacaktır. Eğer bir boyutu eksik kalırsa, arzu edilen hedef yakalanmamıştır demektir.

Yunus Emre şöyle der:

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.”

Haddini bilmek

Kendini bilen Rabbini bilir” sözünü bir kez daha hatırlayalım. Bu çok anlamlı ve iddialı bir sözdür. İnsanın kendisini bilmesi demek, fizyolojik, biyolojik, anatomik, psikolojik, sosyolojik ve benzeri tüm fonksiyonları ilmi manada bilmesi, bu ilim dallarının arka planını, hikmet yönünü bilmesi, bu alanların birbirleriyle olan ilişkilerine vakıf olması demektir. Bu ilimlere vakıf olan kişi hem haddini, hem kendini hem de Rabbini bilir.

Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem; “İlim (Hikmet), Mü’minin kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa alır” buyurarak, bütün bir yeryüzünde ve küresel ölçekte çok geniş ve evrensel bir bakış açısıyla davranmamız gerektiğini ifade buyurmaktadır.

İki günü eşit olan, ziyandadır” hadis-i şerifi bize ufuk kazandırmaktadır. Bu durumda her gün, bir önceki güne göre gerek mesleki gerek ilmi gerek zihinsel kısacası her alanda ilerde olmamız gerekmektedir. Aksi halde, zararda oluruz. Bu müthiş bir ileri projeksiyondur.

İlimle ilgili Hazreti Ali Efendimiz’in çok hikmetli ve anlamlı sözleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

“İlim servetten üstündür. Çünkü sen serveti korursun, oysa ilim seni korur”.

“İlim dağıtmakla çoğalır, mal ise dağıtmakla azalır. İlim, hükmeden; Mal ise kendisine hükmedilendir.”

“İlim, alçaklarda kalanları yükseltir, bilgisizlik de yüksektekileri alçaltır.”

“İlim Sahibinin dostu çok, mal sahibinin düşmanı çok olur.”

Bu anlamlı ve ufuk açıcı sözler, insanın geleceğini inşa etmede önemli parametrelerdir. İlim vardır. Âlim vardır. Âlem vardır. Aristo, “İlim, iyi zamanlarda servet, kötü zamanlarda bir sığınak ve iyi bir rehberdir” der.

Medeniyet tasavvurumuz, “Âlimin ölümü, alemin ölümü demektir” der. Bu sözden ilham alarak biz de deriz ki: ”Âlimler dirilirse, toplum dirilir.” Toplumun kendine gelmesi, dirilmesi; Rol-Model konumunda olan âlimlerin dirilmesi ile mümkündür. Âlimler, kutup yıldızları gibidir. Toplumun önünü açan ve aydınlatan projektörlerdir.

İlmiyle amel eden, ihlasla hareket eden, dört başı mamur, hem münzel ayetlere (Kur’an) hem kevni ayetlere (Kâinat/ Evren) hem de beşerî ilimlere vakıf ve hâkim olan âlimlere bütün bir insanlık, su gibi, hava gibi, oksijen gibi muhtaçtır.

Prof. Dr. Şemsettin Dursun/ İrfanDunyamiz.com

Şahsiyet Gelişimi↗

Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.

Adab-ı Muaşeret

Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İlk Japon Müslüman kimdi?

Japonya’nın en eski ve en büyük İslamî kuruluşu olan Japonya İslam Merkezi Başkanı Dr. Salih …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.