Türkiye’nin önde gelen yazar ve yayıncılarından Mehmed Şevket Eygi Bey ile gençliğin İslam ahlâkı ve Osmanlı kültürü ile ilişkisi üzerine bir mülâkat yaptık. Ayrıca hayatında iz bırakan bazı şahsiyetleri konuştuk.
Mümtaz bir genç nasıl olur? Mümtaz bir genç olmak için öncelikle neler yapmak gerekir?
Allah bize iki yol göstermiştir. Birincisi: Allah’ın gönderdiği kitaba ve Resule iman etmektir. Bu yol Kur’an yoludur, Sünnet yoludur, ibadet yoludur, ahlâk ve fazilet yoludur, ilim ve irfan yoludur. Azarsanız, Kur’an’ın yap dediklerini yapmaz, yapma dediklerini yaparsanız, Peygamberin sünnetini yerine getirmezseniz, lüks ve israfa kaçarsanız o yol bela yoludur. Mümtaz bir genç olmak için önce itikadın sağlam ve sahih olması gerekir. Sahih itikat: Allah tarafından kabul edilen inançtır. Bu inanç, Peygamber Efendimizin de hoşnut olacağı Ehl-i Sünnet itikadıdır. İtikattan sonra ikinci olarak kendini kurtaracak ve kendine yetecek miktarda ilmihâl bilgisi öğrenmek gelir. İlmihâlin üç bölümü vardır. İtikat, fıkıh muamelat ve ahkâm-ı sultaniye yani İslam’ın devletle ilgili hükümleri. Mümtaz bir genç evvela bunları bilecek ondan sonra ahlâk ve karakterini son derece düzgün hale getirecek.
Her konuşmanızda Ehl-i Sünnet vurgusu yapıyorsunuz. Onun öneminden bahseder misiniz?
Ehl-i Sünnet İslam’ın kendisidir. Bugün Türkiye’yi yıkmak ve İslam’ı yok etmek isteyenler İslam’ı yıkabilmek için Ehl-i Sünneti yıkmak gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü Türkiye’nin dominant unsuru Ehl-i Sünnettir. Bazı bozuk ilahiyatçıların yazdığı koca koca kitaplarla İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretlerini gözden düşürmeye ve Ehl-i Sünnet’i yıkmaya çalışıyorlar. İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi bir kimse Allah’ın bu ümmete bir lütfudur. Bizim velinimetimizdir. İrfanı, zekası ve ahlâkı ile mükemmel bir şahsiyettir.
Toplumumuzda İslam ahlâkının yeteri kadar yaşandığını düşünüyor musunuz? Bilhassa gençlerimiz bu ahlakın neresindeler?
Bugün Türkiye halkı büyük ölçüde namazı terk etmiştir. Gençleri camilerimizde görebiliyor musunuz? Kur’an-ı Kerim faizin Allah ve Resulüne savaş açmak olduğunu buyurduğu halde halde birçok insan gırtlağına kadar faize batmıştır. Biz bugün gıybetten yıkılıyoruz, insanların gizli ayıplarını araştırıyoruz. Size bu konuda Peygamber Efendimizden bir inceliği nakletmek istiyorum. Zamanında Medine’ye Bizanslı iki tane doktor gelmiş, hasta bakmışlar, üç beş kuruş kazanmak için… Bizanslı doktorlar gittikten sonra Efendimiz buyurmuş ki: “Gıybet olmayacağını bilseydim o iki doktordan hangisinin daha kuvvetli doktor olduğunu size söylerdim.” Buradaki inceliği anlayabiliyor musunuz?
İslam ahlâkının unsurlarından birisi de adab-ı muaşeret de diyebileceğimiz görgü kurallarıdır. Bu noktada gençlere neler tavsiye edersiniz?
Osmanlı İslam kültürü adab-ı muaşeret kurallarına harfiyen uyulan kültürdür. Osmanlı İslam kültürünü bilenlerin bilmeyenlere öğretmeleri vaciptir. Mesela çok temiz, çok saf bir genç, pırlanta gibi; ama yontulmamış bir pırlanta… Bunu bu işi bilenlerin yontması lazım… Bilenler bilmeyenleri uyarmazlarsa, en büyük vebal ve suç bilenlerin üzerindedir. Türkiye’de her geçen gün taşra kültürü yaygınlaşıyor. Osmanlı kültürü ise unutuluyor. Adab-ı muaşeretten pek fazla bahsedilmiyor. Mesela televizyonda haftada bir Osmanlı kültürü ve terbiyesinden bahseden programlar yapılabilir. Bugün gençlerimizin çoğu büyüklerine nasıl hâl hatır soracaklarını bile bilemiyorlar. Büyükleri ile konuşan bir gencin yüzünde ciddiyetle vakar ifadesi olacak, yılışıklık olmayacak. Şimdi kullanılmayan bir kelime var; eskiden, “rabıtalı genç” ifadesi kullanılırdı. Yani sürekli kendine çeki düzen veren, kontrollü genç demekti bu. Şimdiki liselilere bakıyorsunuz, gömleklerini dışına çıkartıyor, kravatlarını da aşağı indiriyorlar. Gençlerimiz baston yutmuş gibi olsun demiyorum ama gençlerimizi daha ciddi, daha vakarlı, daha kibar, daha görgülü, daha şehirli niçin yapamıyoruz?
Adab-ı muaşeret kurallarına uyma noktasında eskiden daha fazla hassasiyet gösterildiğini söyleyebilir miyiz?
Buna kendi lise dönemimdeki bir hatıramı anlatarak cevap vermek istiyorum. Sene 1947. Raşit Erer isminde bir tarih hocamız vardı. Sıradan bir kimse değildi; birkaç kere bakanlık yapmış, Fransızca kitap yazmış biriydi. Tarihi çok iyi bilen, yakın tarihi de yaşamış birisiydi. Çok üşüdüğü için sınıflarda paltosu sırtında otururdu. Bir gün sınıfa girdi, şemsiyesini ve şapkasını askıya astı. Çok güzel bir şekilde dersi anlatmaya başladı. Tam dersin ortasında kalktı şemsiyesini ve şapkasını aldı gitmek için kapıya yöneldi. Biz; “Hocam nereye gidiyorsunuz?” dedik. Bize döndü; “Ben buraya Galatasaray efendilerine ders okutmaya geliyorum, tulumbacılarla işim yok” dedi. Bilenler bilir, tulumbacılar Osmanlının ayak takımından, külhanbeylerinden oluşur. ”Hocam ne oldu” dedik. Öğrendik ki arka sırada oturan bir arkadaşımız parmağını çıtlatmış. O zaman ben de bunun İstanbul terbiyesinde çok ayıp bir şey olduğunu öğrenmiş oldum.
Mümtaz bir genç olmak için önce itikadın sağlam ve sahih olması gerekir. Sahih itikat: Allah tarafından kabul edilen inançtır. Bu inanç Peygamber Efendimizin de hoşnut olacağı ehli sünnet itikadıdır. İtikattan sonra ikinci olarak kendini kurtaracak ve kendine yetecek miktarda ilmihal bilgisi öğrenmek gelir.
Yemek yeme adabı konusunda nelere dikkat edilmelidir?
Bizim Müslümanca yemek yeme hususunda çok dersler almamız lazım. Bunu anlatmak için bile bir kitap dolusu konuşmak lazım. Bostan ve Gülistan’da bir hikâye anlatılır. Zengin bir tacir sarayda bir davete çağırılır. Zengin tacir oğluna der ki; “Yavrum evde hafif bir şeyler atıştıralım, saraya çok aç gidersek fazla yemek yeriz. O zaman bizi ayıplar pisboğaz derler. Az yersek de aç kalırız.” Görüyor musunuz ne kadar ince düşünen insanlar varmış. Açlıktan ölecek derecede acıkmış bile olsanız, sofraya oturduğunuz zaman hiç belli etmeyin. Gözü dönmüş deliler gibi yemek yeme Osmanlı terbiyesinde yoktur. Diğer bir husus, Osmanlı terbiyesi almış efendi insanlar, kültürlü insanlar kesinlikle açıkta yiyip içmezler. Yollara, sokaklara lokantalar masalarını koyuyorlar, orada bol tereyağlı İskender yiyorlar. Yüksek İslam ahlakı almış bir kimse bu masalara oturarak yemek yemez. Oradan iki senedir işsiz bir kimse geçebilir, dul bir kadın geçebilir, yetim bir çocuk geçebilir. Onları imrendirmezler.
Büyükleri ziyaret hususunda dikkat edilmesi gereken görgü kuralları nelerdir?
Almanya’dan bir genç ziyaretime geldi. Birkaç ay Türkiye’de kaldı. Bu süre içerisinde beni yedi defa ziyaret etti. Bu genç hukuk fakültesinde birinci sınıfa başlıyor. Almancası Almanlar kadar kuvvetli. İngilizce, Fransızca, İspanyolca biliyor. Kendisine nasihat etmiştim; Almanya’da seramik kursuna gitti. Şimdi bir ton kitap aldı, orada okumak için. Almanya’ya döndükten sonra bana bir mail gönderdi. Mektupta şunu diyor: ‘Muhterem Efendim İstanbul’da bulunduğum zaman zarfında bendenizi kabul buyurduğunuz için size çok teşekkür ediyorum. Sizinle tanışmak benim içim bir şeref oldu.vs…” Kuzey Avrupa ülkelerinde nereye bir mektup gönderirseniz, müspet veya menfî size mutlaka cevap gönderirler. En azından; “Mektubunuzu aldım teşekkür ederim” denilir. Maalesef bizde kırsal kesim kültürünün yayılması yüzünden bu adet yitirilmiştir. Bir genç bir büyüğünü ziyaret ettiğinde hemen ertesi gün bir mail gönderecek. Hürmetlerini o büyüğüne iletecek. O kişinin buna ihtiyacı yok. O genç böyle yaparak terbiyeli bir genç olduğunu gösterecek, vefalı bir genç olduğunu gösterecek. İkincisi, bir vaatte bulunmuşsa iki eli kanda olsa bile mutlaka yerine getirecek. Benden geri getirmeyi vaat ederek çok kıymetli belgeler ve kitaplar aldılar ama getirmediler.
Gençlik döneminizde iletişim kurduğunuz üstadlar kimlerdi? Bize onlardan bahseder misiniz?
Benim görüştüğüm üstatlarım Necip Fazıl, Eşref Edip ve Ali Fuat Başgil’di. Çok kimselerle düşüp kalktım. Mahir İz ile mektuplaşıyordum Ankara’da okurken. Bendeniz on yedi sene bu zata gidip geldim. Evine gittim, yemeğini yedim, çantasını taşıdım. Onun evine giden başka gençler de vardı. Ertuğrul Düzdağ’ı ben hep onun evinde görürdüm. Bu kadar uzun yıllar kendisi ile görüşmeme rağmen hem anne tarafından hem de baba tarafından seyit olduğunu bir kere söylemedi. Birkaç yıl önce onunla ilgili bir toplantı yapıldı, orada öğrendim bunu. İsmet Paşa’nın, Celal Bayar’ın en şiddetli iktidar yıllarında namaz kılan Müslümanlar yetiştirmiştir. Keramet diye buna denir. Öğretmenlik maaşından başka bir geliri yoktu. Maaşını alır, hemen kırkta birini alır almaz sadaka olarak verirdi. Ona zekât düşmez ama o verirdi. Bunu kendisi söylemezdi… Yeri dolmamış bilinmeyen bir hazine idi. İslami faziletlerin hepsi, kendisinde mevcuttu. Osmanlı kültürünün canlı bir abidesiydi.
Ali Fuat Başgil Hocadan da bahseder misiniz?
Kendisi Osmanlı kültürüne vâkıf bir zattı. Türkiye’nin dördüncü cumhurbaşkanı olacakken, askeri rejimin vicdansızlığı yüzünden İsviçre’ye sığındı. Ben daha otuzuna varmadan gazetecilik yapıyordum. O dönemde kendisini bir genç arkadaşla birlikte ziyarete gittim. Bizi güzelce karşıladı, misafir etti. Yanımdaki arkadaş benden dört beş yaş küçüktü. Ona bir defa bile; “Oğlum Ercüment” diye hitap ettiğini görmedim. O yirmi iki, yirmi üç bilemediniz yirmi dört yaşındaki gence; “Ercüment Beyefendi” diye hitap ediyordu. İşte bu Osmanlı kültürüdür.
Efendim bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.
Aydın Başar/ Genç Dergi
Şahsiyet Gelişimi↗
Müslümanca hassasiyetlerle yazılmış kişisel gelişim yazıları okumak için tıklayın.
Adab-ı Muaşeret↗
Sosyal hayattaki edep ve görgü kurallarına dair yazıları okumak için tıklayın.