“Hayâl-i şem-i rûyinle aceb mi yansa can-u dil.
Nigârım gel de gör kalbimde âteş âh-u zar âteş.”
Es’ad Erbili
İçim içime sığmıyor; sizlere Yahyalılı İpek Hoca’dan bahsedeceğim için. Bunun heyecanı içerisindeyim. Şayet Allah’ın lütfu olmasaydı fakir gibi bir günahkârın, böylesi pak bir zattan bahsetmesi uygun olmazdı. Lakin bu iş gönlümüze düştü de kalemimiz de bundan cesaret aldı.
Aslında Allah’ın veli kullarını hakkıyla anlatmaya ne bizim gücümüz ne de kalemimizin mürekkebi yeterdi. Ne kadar söylersek söyleyelim bir tarafı hep eksik kalacaktı. Hem bazı meseleler öyle kaleme gelmezdi. Bizim gibi gizleneni göremeyenler, duyduğu her sözü nakletmemeliydi. Görenler de zaten gizleneni açıklamazdı. İzni alınmadan söylenen sözler Allah muhafaza insanı damdan düşmekten beter ederdi.
Kıymetlerin mevki, makam ve zenginlik ölçülerine göre dağıtıldığı bir dünyada, bir hassas yüreğin kıymetini kaç kişi anlardı? Bir özel insanın varlığından kaç kişi haberdar olurdu? Kaç kişi yürekten süzülen cümlelerle, dilde yuvarlanan cümlelerin farkını anlayabilirdi?
Derin bir bakış
Kimileri dünyaya sığ bir poz bırakır, kimileri de dünyaya derin bir bakış bırakırdı. Birincisinde bir varlık, bir enaniyet, bir benlik, ikincisinde ise kulluk, tevazu ve teslimiyet olurdu. “Ben” diyenlerle, “O” diyenlerin bakışı bir olmazdı.
Sığ bakışlılar derin bakışlıların hallerini hiç anlayabilir miydi? Şayet anlamış olsalardı şeyhlerin, evliyaların, hacıların, hocaların, âlimlerin haline şaşıp kalmazlardı. Mesnevi’nin başında anlatılan kel papağan gibi evliyaları kendileri ile kıyaslamazlardı.
Kel papağan
Hikâyeye göre bir adamın rengârenk ve parlak tüylü çok güzel bir papağanı vardı. Adam papağanını pek çok severdi. Itır dükkânına gelenleri papağan gönül okşayıcı sözlerle karşılardı. Bir gün sahibi ıtır dükkânını ona emanet edip kendisi dışarı çıktı. Yokluğunda bir kedi gelip onu yakalamaya çalıştı. Zavallı kuş kediden kurtulayım derken esans şişelerini bir bir devirdi.
Sahibi gelince uğradığı zarara üzülerek, yaramazlık yaptığını sandığı kuşunun kafasına eliyle birkaç kez vurdu. Kuşun kafasındaki tüyler döküldü ve kel kaldı. O günden sonra her gün neşe içinde müşterileri karşılayan kuş ağzını açamaz, bir daha konuşamaz oldu. Sahibi onun bu halini görüp ona vurduğu için bin kere pişman oldu. “Keşke elim kırılsaydı da vurmasaydım” diyerek saçını sakalını yoldu.
Papağan uzun müddet yemeden içmeden kesilip, bir kerecik olsun sesini çıkartmadı. Bir gün dükkânın önünden, tarikatının gereğince kafasını usturaya vurdurmuş kel bir derviş geçti. Aylardır konuşmayan papağan onu görünce; “Hey kel kafalı! Sen de benim gibi gül yağı şişelerini mi kırdın?” diye seslendi. Papağanın bu kıyası herkesi güldürdü. Çünkü papağan dervişi de kendisi gibi sanmıştı!
Mevlana bu kıssanın sonunda şunları söylüyordu: “Çoğu insanlar bu gibi benzetmelerden dolayı büyük hatalara düştüler. Hatta neredeyse peygamberlerle, velileri de kendileri gibi sanarak ‘Onlarla bizim ne farkımız var? Onlar da bizim gibi insan! Biz de uyuyoruz, yiyip içiyoruz, onlar da!’ dediler. Körlüklerinden dolayı, aradaki uçsuz bucaksız farkı göremediler.”
İlim bahri
Sevgili Okuyucu! Yüz yıllar önce bu hatırlatmayı yapan Mevlana bu kıssayı boşuna Mesnevi’sinin başına almamıştı. Çünkü insan önce edebini takınmalı, haddini bilmeli sonra ilim bahrine dalmalıydı. Zira edep olmadan ilim, insanın kibrini arttırmaktan başka neye yarardı?
Başka bir dünyanın insanı olan İpek Hoca’yı anlatmaya başlarken, ilk önce onun bizim gibi olmadığını, güzellikte emsalsiz bir veli olduğunu, bir Allah sevgilisi, bir gönüller sultanı, bir şefkat abidesi, bir âşık-ı sadık ve bir peygamber varisi olduğunu söyleyerek söze başlayalım.
Buhari’de geçen bir hadiste iyiliğine dört Müslümanın şahitlik ettiği kimseyi Allah’ın cennete koyacağı müjdeleniyor. Başka hadislerde de buna benzer ifadeler vardır. Dört komşunun iyiliğine şahitlik etmesi, kırk kişinin cenazesine katılması gibi ifadelerle, insanların şahitliğinin Allah katında bir değeri olduğu vurgulanıyor.
Bırakın dört kişiyi, İpek Hoca’nın eşi, dostu, evladı, hısımı, akrabası, komşusu, talebesi ve onu tanıyan kim varsa onun iyiliğine şahitlik ederdi. En önemlisi de yaşadığı Yahyalı’nın mânâ sultanları merhum Hacı Hasan Efendi ve Ali Ramazan Efendi gibi ermişler onun güzel ahlakına şahitti.
İpek Hoca bir şeyh veya tasavvuf önderi değildi. Onun padişahlığı mânâ âlemindeydi.
O mütevazı mı mütevazı bir âlim, yumuşak huylu bir hoca ve üstadı Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’ye bağlı samimi bir dervişti.
Genç yaşındayken çok meraklı ve çetin sorular sorduğu için hocalar onu okutmak istememiş, üstadı da ona; “Seni de Allah okutsun” demişti. Bu duanın bereketiyle o günden sonra en zor Arapça metinleri bile okur hale gelmişti.
İlim ve tedrisat
Ali Ramazan Efendi’nin “Yahyalılı İpek Hocamız” başlıklı yazısından öğrendiğimize göre asıl adı Hasan Türkmenoğlu olan İpek Hoca, Hafız Veli Hoca’nın ve Mine Hanım’ın evladı olarak 1926 senesinde Yahyalı’nın Yenice Mahallesi’nde dünyaya geldi. Çok çalışkan ve kabiliyetli bir talebelik geçirdi. Bir taraftan tarlada bahçede çalışırken, elinden de ilmî kitapları düşürmedi.
1953 yılında imam, 1959 yılında vaiz, 1982 yılında da emekli oldu. Emekli olduktan sonra kendini ilme ve talebe yetiştirmeye daha çok verdi. İlimde o kadar derinleşti ki yine Ali Ramazan Efendi’nin anlattığına göre bir gün Yahyalı’daki Kalender Camii’nde Arş’ın gölgesinde gölgelenen yedi sınıf insanı anlatırken maddeleri sıralamadan gölgeyi anlatıp vakti tamamladı.
İpek Hoca, maddî imkânlarından tutun vaktine, güç ve kuvvetinden tutun çoluk çocuğuna kadar sahip olduğu her şeyi Sevgililer Sevgilisi’nin yoluna vakfetmişti. İmkânları geniş olmamasına rağmen talebelerini evinde okutuyor, onların ihtiyaçlarını da kendisi üstleniyordu. Kazancının çoğunu ilim ve tedrisat yolunda sarf ettiğinden ancak ihtiyarlık döneminde bir ev sahibi olabilmişti. O da zor şartlarda yaptırabildiği küçücük bir ev…
Zor gün dostu
İpek Hoca Allah yolunda bir insan ne kadar gayret sarf edebilirse o kadar gayret sarf eden, bu uğurda hiçbir zahmetten kaçınmayan fedakâr bir zattı. Kayseri’nin karlı kış günlerinde köylerde vaaz vermek için binek sırtında zahmetli yolculuklar yapardı. Bulunduğu ilçede kimin ne sıkıntısı varsa ilgilenir, insanların zor günlerinde hep yanlarında olurdu.
Ali Ramazan Efendi yazısında onun bu fedakâr tavırlarını şöyle anlatıyor: “Evine giriş çıkış çok rahattı. Kapıda nöbetçiler yoktu. Gece yarısı bir müşkül iş için rahatsız ettiğimizde, yatağından kalkar, giyinip kuşanır, hoşnutsuzluk belirtisi olmadan misafirlerini karşılardı. Yolcu ederken gelenlerini, çocuk da olsa yollara çıkardı. Çoraplarını giymeye zaman bulamazsa, yalın ayak da kılavuzlardı.”
İnsanların ona “İpek Hoca” ismini vermesinin nedeni ise yumuşak huylu ve şefkatli tavırlarıyla insanlara sevecen yaklaşmasından dolayıydı. İpek yumuşaklığındaki ses tonuyla her gördüğü kimseye Allah’ın selamını verir, mahalledeki çocuklara kadar herkesin gönlünü almayı başarırdı.
İletişimi güçlüydü
Örnek vasıflarından dolayı çevresi tarafından çok sevilen İpek Hoca adeta bir iletişim uzmanı gibiydi. İnsanların gönlünü kazanmak konusunda çok mahirdi. Onun iletişim tarzını gösteren örneklerden birisi de çok iyi bildiği bir konuyu bile bir başkasından dinlerken sanki hiç duymamış gibi dinlemesi ve muhatabına değer verdiğini hissettirmesiydi.
Hacı Ali Demirci bir yazısında onun bu yönünü şöyle ifade ediyor: “Bir sosyal bilimci olan Dale Carnegie’nin Dost Kazanma Sanatı adlı kitabı, pek çok dile çevrilmiş milyonlarca satmış bir eserdir. Bu eseri de okudum, İpek Hoca’mın sohbetlerinde de bulundum. Övgüyle bahsedilen kitaptaki metotlar İpek Hoca’mın dost kazanmadaki üstün marifetleri yanında çok yüzeysel kalır.”
Onun en önemli özelliklerinden birisi de temiz ve düzgün giysiler giymesi ve güzel kokular sürünmesiydi. O bu yönüyle insanlarda çok güzel tesirler bırakıyordu. Gece ibadeti için her gece kalktığında hiç üşenmeden sanki önemli birisini ziyarete gidiyormuş gibi en güzel elbiselerini giyiyor ve Rabb’inin huzuruna öyle çıkıyordu.
Bir ara Almanya’da bir ay kadar kalan İpek Hoca oradayken hep ayakta vaaz verdiği için dizleri ve ayakları şişmiş, hasta düşmüştü. Ev halkının anlattığına göre bu dönemde bedenî olarak çok ciddi rahatsızlıklar yaşamasına rağmen gece ibadetini terk etmemişti. Üstelik sağlıklı olduğu günlerdeki gibi elbiselerini giyerek…
Nuri Hoca
Fakirin İpek Hoca’yı tanıması, damadı Nuri Adıgüzel Hoca vesilesi ile olmuştu. Nuri Hoca üniversiteden İslam Felsefesi hocamızdı. Fakat aramızdaki dostluk hoca-öğrenci ilişkisinin çok ötesindeydi. Kendisi anlatılamayacak kadar güzelliklerle mücehhez müstesna bir şahsiyetti.
Bir kere öyle bir tevazu sahibiydi ki hiçbir talebe odasına girmekten çekinmezdi. Güler yüzlü ve iyi niyetliydi. Benim gençlik heyecanıyla ateşli bir şekilde anlattığım meseleleri uzun uzadıya dinler ve ne kadar çocukça şeyler konuştuğumu asla bana hissettirmezdi.
Bir insan böyle mi sabırlı, böyle mi güzel huylu olurdu? Gerektiği zamanlar tepki koymasını bilen birisiydi ama aramızda yıllardır en ufuk bir kırgınlık yaşanmamıştı.
Fakültedeki odasının anahtarını bana vermiş telefonu ve bilgisayarı kullanmama da izin vermişti. O varken de yokken de odada takılıyor hatta bazı arkadaşlarıma odasında çay ısmarlıyordum. Bu arada beraber içtiğimiz çayların haddi hesabı yoktu. O da ben de çayı çok severdik.
Benim fakültedeki bazı hocalarla sıkıntılarım olduğu halde benimle görünmekten çekinmemesi onun ilkeli duruşu ile alakalıydı. Samimiyetime inandığı için beni manen hep desteklerdi. Düşmanlık, nefret, kıskançlık, kin ve haset gibi duygular onun mizacında asla yoktu
O bakış
Onun gözüne girmem İmam-ı Gazzali Hazretleri hakkında yaptığım ödev sayesinde olmuştu. Bir yüz puan daha verme hakkım olsaydı verirdim dediği bu ödevimi okuyunca, bende kendi gençliğini gördüğünü söylemişti.
O kadim çağların bilgeliğini taşıyan müstesna bir yeryüzü bilgesiydi. İbni Rüşd uzmanı olmasının yanı sıra ilimlerin tasnifi ve “illet” kavramı gibi konularda düşünen yazan bir filozoftu. Belki de benim hayatta sevdiğim tek filozoftu. Zira felsefecilerle aramdaki mesafe aşılır cinsten değildi.
O da bir Yahyalılı olarak benim Yahyalı’daki Şeyh Efendim’e bağlı olduğumu biliyordu. Bağlı olduğum cemaatteki insanlar ona İpek Hoca’nın damadı olduğu için saygı gösteriyorlardı. Onun ise bir bağlılığı olmamakla birlikte rahmetli Hacı Hasan Efendi’yi son dönemlerinde ziyaret ettiğini ve onun dünyayı küçümseyen o bakışını hiç unutamadığını söylüyordu. Bunu anlatırken de inanılmaz derecede sesi yumuşuyor ve masumlaşıyordu.
Onu Şeyh Efendim de İpek Hoca’nın damadı olduğu için tanıyordu. Bir seferinde Yahyalı’dayken bana; “Nuri Bey nasıl” diye sormuş, ardından da felsefecilerin bir gram bal için bir çuval keçiboynuzu yediğini söylemişti. Doğrusu onun bu benzetmesi benim çok hoşuma gitmişti.
İpek Hoca’nın adını gerek ihvan çevresinden gerek Nuri Hoca’dan hep duyardım ama duyduğum tek şey onun kıymetli bir hoca olmasından ibaretti. Hatta gecenin iki buçuğuna kadar bizim evde sohbet ettiğimiz o gecede Nuri Hocam, İpek Hoca’dan bazı sözler nakletmiş ama onun derunî yönüyle ilgili hiçbir şey söylememişti.
Dünya sürgünü
İpek Hoca Almanya’dan dönüp de hasta olunca bir müddet Nuri Hocalarda kalmıştı. O dönemde Sivas Ulu Camii’nin yakınlarındaki bir evde bir akşam oturması tertip edilmiş İpek Hoca da oraya gelmişti. Nuri Hoca o gece İpek Hoca’yla tanışmam için beni de o eve davet etmişti.
Gittiğimde birkaç kişi olan misafirler bir müddet sonra kalabalık bir hale geldiler. Vefatına yakın bu dönemde gözlerinden ameliyat olduğu için bizi karartı şeklinde gördüğünü söylüyordu. Orada onunla birkaç cümle olsun sohbet etme şerefine kavuştum.
Büyük zatlarla konuşurken çok fazla konuşmanın edebe mugayir olduğunu öğretmişti büyükler. Bunun için sorduğu sorulara tek kelimelik cevaplar veriyordum. Zaten kendisi de gayet az ve öz konuşuyordu. Çok fazla hürmet edilmesinden rahatsız oluyor, kısık ve derinden gelen içli bir sesle sık sık şu cümleyi tekrar ediyordu: “Bana hoca diyorsunuz ama ben hoca falan değilim, ben cahil bir adamım.”
Hangi okul?
Bugün gibi hatırlıyorum; o gece benim çok az konuşmam dikkatini çekmiş; “Bu efendi hiç konuşmuyor” diye birkaç kez söylemişti. Nuri Hoca araya girip hakkımda bazı bilgiler verince İpek Hoca; “Oturuşuna bakılacak olursa okulda ilerleyeceğe benziyor” demişti. Nuri Hoca bir felsefeci olarak bunu üniversitede kalma ve akademisyen olma olarak yorumlamıştı. Ben de aynı şekilde anlamıştım. Fakat o “okul” derken, “ilerleme” derken neyi kastediyordu onu ise Allah bilirdi.
O gece İpek Hoca’yı ilk gördüğüm dakikalarda çok değişik duygular hissetmiştim. O an kuşatıcı bir hava sanki beni içine doğru çekivermişti. İç dünyasında devamlı bir yerlere seyahat ediyor gibi bir hali vardı. Derken bir ara hüzünlenir gibi oldu. Sonra yüzü kızardı ve etrafa manevi bir koku saçıldı. Ateş-i aşkla kavrulmuş sinesinden nice mânâlar zuhur etti.
Sevgililer Sevgilisi’ne kavuşmayı bekliyordu, belliydi… Ne var ki arada yırtılası zaman perdesi vardı. Zaman onun için; “Sevgili, En Sevgili, Ey Sevgili. Uzatma dünya sürgünümü benim” diyen Sezai Karakoç’un şiirindeki gibi, bir sürgün yeriydi. O sürgün yerinde İpek Hoca, kendini de varlığını da her şeyini de unutmuştu. Varlığını adeta O’nun varlığında yok etmişti.
Gayp erenleri
O geceki hislerimle ilgili bir detay da şuydu ki onu gördüğüm anda; “Bu zat kırklardan mı acaba” diye düşünmekten kendimi alamamıştım. Bir şartlanmışlığın etkisiyle böyle düşünmüş değildim. Zira onunla ilgili hoca olmasının ötesinde bildiğim bir şey yoktu.
Bu hissiyatımı İbrahim Edhem isminde Yahyalılı bir arkadaşımla paylaştığımda, o da bana Yahyalı’da onun kırklardan olduğuna dair sözler dolaştığını anlatmıştı. Zaten onun hakkında söylenmesi gerekeni Yahyalı’nın maneviyat büyükleri söylemişti.
Kaderin tecellisine bakın ki vefatından bir yıl sonra İpek Hoca’nın üçler, yediler ve kırklarla ilgili yazdığı “Gayp Erenleri” adlı kitabının imla ve dip notlarını düzenlemek fakire nasip oldu. Bu kitabın son bölümünde ise Hızır aleyhis selam’la ilgili bir başlık vardı.
Sırlı yolculuk
Bu kitap üzerinde asıl emeği olan Nuri Hoca ile bu vesileyle birkaç kez buluştuğumuzda İpek Hoca’nın sağlığındayken manevi yönünü gizleme konusunda azami gayret gösterdiğini söyledi. O gün Nuri Hoca bana onun sırlı yönü ile ilgili şu olayı anlattı:
“Bizde kaldığı süre içerisinde, evimizin alışverişlerini yapmak için, evin karşısındaki markete gidiyordu. Bir gün, karşımızdaki market görevlisi bana: ‘Sizin misafiriniz olan o ihtiyar kimdi?’ diye sorduktan sonra şunları anlattı: ‘O amcaya sırtımda yıllardır bir ağrı var bir türlü geçmek bilmiyor demiştim. Bundan bir gün sonra sabah namazı vaktinde, bir rüya gördüm. Rüyamda o amca geldi, sırtımı eliyle ovaladı ve sonra uyandım. Uykudan kalktığımda, sabah ezanı okunuyordu. O günden beri sırtım hiç ağrımadı.’ Bunu anlatan bizim karşıdaki markette çalışan bir adam ve kayınpederimin, bulunduğu ilçede tanınmış bir hoca olduğunu filan bilmiyor. Kayınpederi tanıyan birisi olsa diyeceğiz ki; ‘Bu adam kayınpederin hoca olduğuna inandı, bu şartlanma sonucu rüyasında onu gördü.’ Ama öyle diyemiyoruz. Demek ki Yüce Allah bazı kişiler vasıtasıyla şifa dağıtıyor.”
Nuri Hoca bunları anlatıyordu. Daha buna benzer anlatılamayan neler neler vardı. Fakat fakiri asıl etkileyen onun bu yönü değildi. Daha çok ahlaki olgunluktaki seviyesinden etkileniyordum. Mesela kendisini ziyarete gelenlere yol parasını verdiğini duyunca bundan daha çok etkilenmiştim.
Kırk gün
2002 yılında vefatından önce Kayseri Tıp Fakültesi’nde kırk gün yoğun bakımda kalmıştı. O günlerden birinde Kayseri’deydim. Onu ziyaret etmeyi çok arzu ediyordum. Fakat yüzümün karasıyla huzura çıkmayı bir türlü göze alamamıştım.
Ben onu hayatımda bir sefer görmüştüm ve çok sevmiştim. Onu tanıdıktan sonra onun gibi temizlenmek, aklanıp paklanmak istemiştim. Bu fani âlemden onun gibi, elbisemde ve kalbimde leke olmaksızın ayrılmak istemiştim. Onun gibi kendimi hiçbir şey zannetmemek, onun gibi fanilerle uğraşmamak, onun gibi gölün huzurunu yaşamak istemiştim.
Gözlerimi kapattığımda onun gibi bilinmeyen âlemlerde gezinmek istemiştim. Onun gibi “Gönül Seyyahı” olup gönül şehrine ulaşmak, orada sohbet-i canana kavuşmak istemiştim.
Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Selamünaleyküm.
Hocamı anlatmaya çalışmışsınız Allah razı olsun. Onu en yakından tanıyan ve hatıraları olan bir aciz olarak “örnek Müslüman ve örnek insan” örneği diye her sınıfımda mutlaka bahsetmişimdir. Çünkü çok hatıram var. Yaz günleri her perşembe ikindiden sonra Göz Başında yapmış olduğu sohbetin güzelliğini ve önemini maalesef sonraları anlayabildim.
Bir özel hatıram şöyledir: 1971 yazında bana Din Görevlileri Derneğinde çalışmam istendi ve işe başladım. Ne var ki çay yapmayı da bilmezdim. Merhum çayı çok severdi “Mustafam taze bir çay yap” derdi. Hemen yapar ikram ederdim. Fakat çayı seven Hocam bir bardak içer “Sağol Mustafam eline sağlık” der fazla içmezdi. Ben emrindeydim beni uyarır ve ne yapacağımı rahatlıkla söyleyebilirdi. Birgün geldi “Mustafa guzum bir şey diyeceğim ama kızmazsan” dedi. Bu durum karşısında ben utandım ve kızardım. “Estağfurullah hocam, buyurun” dedim. “Taze çay yap deyince suyu kaynatmadan demliyorsun değilmi” dedi. Ben “Evet hocam, ben pek bilmiyom” dedim. Tekrar “guzum darılamzsan sana öğretiyim mi” dedi. “Estağfurullah hocam, sevinirim” dedim ve güzel çay yapmayı öğretti. Ondan sonra dört beş bardak içerdi. İşte emrindeki işçiye davranışı bu idi. (Merhum o çayı öğretti, öyle çay olmazsa hala içemem) Daha çok hatıram var.
Şimdi işin özü olarak: Bağışlayın bu sizin anlattıklarınız O’nu anlatmaya yetmemiş. Fakat Örnek Müslümanlığını anlatırken vahye uymayan uçtu kaçtılara da yer vermeniz beni ve emin olunuz ki O Mübarek insanın ruhunu üzmüştür.
Umarım bu sitemime kızmaz, vahye uygunluğunu tefekkür edersiniz.
Allah’a emanet olunuz. Rabbim rızasına muvaffık işler yapmayı cümlemize nasip eylesin.
Lutfederseniz şu çay (suyu kaynatmadan) demleme usulünü merak ettim . Selâm ve muhabbetle.
Ben İpek Hocamı HARİKA İNSAN, GÜZEL İNSAN kelimeleriyle anlatmak isterdim. Ancak halk onu İPEK olarak adlandırmıştı. Onun vasıflarını bir kelimede özetlemişlerdi. Onu gıyaben tanımıştım. Bir gün karşılaştığımda İPEK HOCAM bu olsa gerek demiştim. İpek gibi bir siması vardı. Sözleri de ipek gibiydi… Yoğun bakımda ziyareti nasip oldu. Pencereden görebiliyorduk. Bir ipek sessizliği içinde yatıyordu. Her ziyarette içim ipek gibi huzur doluyordu. Rabbim onu Resulüne komşu eylesin, Rabbim şefaatine mazhar eylesin.
Muhterem Aydın BAŞAR Hocam;
Büyük oğlu olarak yapmış olduğunuz çalışmadan dolayı sizlere tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Biz evlatları henüz İpek Hacı Babamız ile ilgili bir çalışma yapamadık. Tabi biraz da bu çalışmayı küçük oğlu kardeşim Erdemli Müftüsü Mahmut Sami TÜRKMENOĞLU Hocanın yapmasını beklediğimizdendir. Yine de bu durum bizim üzerimizden sorumluluğu kaldırmaz.
Hacı Babamızın epeyce çalışması var ama onların her birini toplamak da uzmanlık gerektiriyor adeta.
O’nun en önemli özelliklerinden birisi İslam Hukuku Metodolojisini ve Tasavvuf Usulünü çok iyi bilmesi, 4 mezhebe göre fetva vermesi, insanların problemlerini çözmek için elinden gelen gayreti eksik etmemesi gerekirse taklid yaptırmasıdır.
Kendisini Mukallid-i Mahz olarak tarif ederdi ama Meselede Müçtehit olduğunu tahmin ediyorum.
Ondan bu kadar bahsettikten sonra teberrüken kendimle ilgili bir değerlendirme nakledeyim:
Kayseri Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okuyorum. Tabir caizse yatıp kalkıp fetva veriyor, Hacı Babamla sohbet ediyordum. Benim bu durumumdan rahatsız olmuş olmalı ki:
“Yavrum Ali BARDAKOĞLU (Bizim Fakültede İslam Hukuku Hocamız) Hoca’mıza selamımı söyle. Sana Fıkıh Usulünden tez versin. Uygun bulursa Resaili İbni Abidin den Resmil Müfti kısmını çalış”. Hocama durumu ilettim O da kabul etti ve İbn-i Abidin Hazretlerinin bu risalesini beraberce okuduk, hazırladık. Bundan sonra fetvanın ne kadar zor ve zahmetli olduğunu anlamış, dersimi de almıştım.
Mekanın cennet olsun İpek Hacı Babam.
Veli TÜRKMENOĞLU
Çok muhterem Veli Türkmenoğlu hocam, İpek hocamızın hane halkı, bizim için çok kıymetlidir. Bu güzel ailenin tamamına hürmetlerimi arz ederim. Dualarınızdan nasiptar olmayı Yüce Rabbimizden niyaz ederim. En derin hürmetlerie. Aydın Başar
Merhum İpek Hocam ile yaklaşık 25 sene önce Yahyalı Tv’de bir söyleşi yapmıştık. Özel televizyonların yeni kurulduğu zamanlardı. Ekonomik imkanlar kısıtlıydı. Elimizde uyduruk bir kamera vardı. Öyle ki, yayınladığımız her yayın canlı yayındı. Ama hiç bir programı kayıt yapacak kasetimiz bile yoktu.
Yahyalı İpek Hocasını çok severdi. Televizyonda görmek isterdi. Canlı yayında İpek gibi konuşur, zihinlerden ziyade gönüllere seslenirdi. Enteresan sorular gelirdi. Sabırla cevap verirdi. Rabbim müthiş bir sabır vermişti.
Bir gün yine canlı yayında sohbet ettik.İki saate yakın konuştuk. Bıkmadan söyleştik. Sorular, sorular, sorular… Ve İpek gibi cevaplar. Canlı yayın bitti. Yakasından mikrofonu çıkardık. Hocam bitti dedik. Bize döndü ve o kadar masum bir şekilde:
– Yusuf Bey evladım, program ne zaman yayınlanacak. Kendimizi ne zaman izleyeceğiz?
Bizde mahcubiyetin tüm renkleri:
– Hocam program canlı yayındı. Siz konuşurken herkes izledi.
– Öyle mi? Kendimizi bir izleseydik iyi olurdu.
Müthiş bir gönül insanıydı. Mekanı cennet olsun. Rabbim şefaatlerine nail eylesin.
Yusuf YEŞİLKAYA