İhramcızade sevdalısı Murat amca…

“Âşıkın çok derdi amma, sırrın izhar eylemez.
Söylemesi terk-i edeb, çünki destur olmadan.”

Şems-i Sivasî

İnsanın öğretmenini sevmesi, hocasına değer vermesi, mürşidinin kadr-i kıymetini bilmesi ne güzel bir ahde vefa örneğidir. Hocası anıldığında rengi değişerek titremeye başlayanlar, büyük bir özlem ve hüzün ile gözleri dolanlar, onun hatırasını bir ömür boyu yaşatanlar ne güzel insanlardır.

En yakın akrabaların bile kıymetinin bilinmediği, dost ve ahbabın unutulduğu, öz anne ve babanın huzur evlerine terk edilerek bayramdan bayrama ziyaret edildiği böyle bir dönemde, bizim vefa ehlini anmaya o kadar çok ihtiyacımız var ki…

Sevgili okuyucu. Bu yazıda sizlere sağlığındayken hizmetini gördüğü mürşidine vefatından sonra da hizmetini sürdüren vefalı, yaşlı bir dervişten bahsedeceğim. Meşhur olmayan böylesi bir zattan bahsetmem ise boşuna değildir. Çünkü o da tıpkı mürşidi gibi simasından evrenin bütün hakikatleri seyredilen, sırları okunan müstesna bir güzeldir. Felsefecilerin yöntemlerini benimsemeyenler, bu simaya bakarak dünyanın faniliğini ispat edebilirler.

Bu vefalı derviş, bükülmüş beline ve titreyen ellerine aldırmadan mürşidinin mezarına bidonlarla su taşıyan ve elindeki köpüklü kocaman süngerle mezarın beyaz mermerlerini kazırcasına parlatan Murat Amca’dır.

Dünyanın hakikati dedimse işte hepsi bu sahnede gizlidir. İman ve küfür gibi iyilik ve kötülük de gün gibi ortadır. Mürşidinin vefatından sonra kırk küsur sene elindeki o köpüklü süngeri hiç bırakmamak, işte dünyanın etrafında döndüğü hakiki iyilik bu olsa gerektir. O ulvî gerçeklik ki yüz yirmi dört bin peygamber ve sayısız evliya onu insanlığa göstermek için vardır.

Sivaslı Murat Amca

Bir garip kul

Murat Amca gönüller sultanı İhramcızade’nin yaşarken yakınında bulunma ve hizmetini görme mutluluğuna erişmiş bir dervişti. Kendisinin; “Biz onun çavuşuyduk” ifadesinden anlaşıldığına göre o bir nevi mürşidinin yardımcısı olmuştu.

Murat Amca çok sevdiği mürşidinin vefatından sonra da ona olan bağlılığını yitirmemiş ve hayatının sonuna kadar onun bir muhibbisi olarak yaşamıştı. Mürşidinin vefatından sonra başka bir mürşide intisap etmemiş ve bir grup dervişle birlikte haftanın belli günlerinde Ulu Camii’nde onun zikir halkasını devam ettirmişti.

Kıymeti sonradan anlaşılsa da İhramcızade bu sevgiye gerçekten de layık bir mürşitti. Onun manevi cazibesi kalpleri metafizik gerilime açık olan birçok insanı kuşattığı gibi Murat Amca’yı da kuşatmış ve onu coşkun bir aşk deryasına gark etmişti. Fakat diğer dervişlerin içerisinde onun yeri bir başkaydı. Çünkü ondaki etkileşimin dozu biraz daha fazlaydı.

Murat Amca beyaz tenli, parlak beyaz saçlı, kısa boylu, zayıf, zarif, nur yüzlü bir garip kuldu. O bir takım manevi özelliklerinin yanı sıra, fiziki yapısı, edası ve hareketleri ile de mürşidi İhramcızade’ye benzemekteydi. “Fena fiş şeyh” hali dedikleri hal bu olsa gerekti. Kaldı ki kendisi bir Nakşi dervişi olarak tasavvufi dersin vazgeçilmezi olan “rabıta”yı terk etmemişti.

Prof. Dr. Edhem Cebecioğlu “rabıta“ olgusunu bir kitabında şöyle anlatıyor: “İlk yola çıkış durumundaki dönemlerde, müridin mürşidinin halini elde edebilmek için onu çok sevmesi lazımdır ki buna ‘rabıta’ denir. Gayesi Şeyh’te bulunan manevi bir takım özelliklerin (muhabbetullah, tevekkül, sabır, rıza vb.) müridin ruhuna intikal etmesidir. Sevgi olmazsa bu geçişim olmaz mümkün değildir. Zira üzüm üzüme baka baka kararacaktır. Bakmaz ise kararmaz.” (Hacı Bayram Veli, Ankara, 1994, s. 79)

murat-amca-sivas-ulu-camii

Esans şişesi

Fakirin bu vefalı dervişle tanışması ise üniversite yıllarındayken, Mustafa Şimşek isimli bir arkadaşım vesilesiyle oldu. Ziyaret için gittiğimiz Ulu Camii’nde onun; “İhramcızade’nin yardımcısı Murat Amca’yı tanıyor musun?” demesi üzerine ismini ilk defa duymuş oldum. O an ikimizde de onu bulmak ve onunla tanışmak konusunda şiddetli bir arzu vardı.

Orada birkaç kişiye Murat Amca’ya nasıl ulaşabileceğimizi sorduk. Muhtemelen buralarda olduğunu ve görebileceğimizi söylediler. O zaman caminin önündeki cami derneğinin küçük odacığı henüz yıkılmamıştı. Onun namaz vakitlerinden önce veya sonra orada oturduğunu söylediler.

Çok geçmeden önümüzden geçen beli bükülmüş nur yüzlü ihtiyarın o olabileceğini düşündük. Arkadaşım mübarek zatlara çok hürmet eden fakat önlerinde eğilip bükülmeyi pek sevmeyen birisiydi. Niyeti iyi olduğu için olsa gerek onlarla rahat tavırlarla konuşurdu. Bu tavrı da çoğu zaman işe yarardı.

Birden bire ihtiyarın yanına giderek “Murat Amca siz misiniz?” diye sordu. Murat Amca ikimizin de gözlerini dikkatlice süzdükten sonra “evet” dedi. Şayet gözlerimizde kendisine fazladan değer vereceğimize dair bir emare bulsaydı muhtemelen bize yüz vermeyecek, belki bizi azarlayacaktı.

Onun bu halini daha önce başka mübareklerde de görmüştüm. O da bütün gerçek Allah dostları gibi kendisine aşırı ihtiram gösterilmesinden hoşlanmıyor, kendisini fani dünyada Allah’ın en aciz kulu olarak görüyordu. Her şeyin tek sahibi ve maliki Allah iken nasıl kendisinde varlık görsündü.

İhtiyar adamın “evet” demesi üzerine arkadaşım; “Sizinle tanışmak istiyoruz” diyerek eğildi ve ellerinden öptü. Ben de aynı şekilde yüzüne hiç bakmadan ellerinden öptüm. Seksen küsur yaşlarındaki bu ihtiyarın ellerini öperken sanki İhramcızade’nin ellerinden öpmüş gibi oldum.

Murat Amca cebinden bir esans şişesi çıkartarak bize ondan ikram etti. Sol ele sürülen esansın sağ işaret parmağı ile alınıp sırasıyla sağ ve sol kaşlara salavat getirilerek sürülmesi gerektiğini söyledi. Böylece Efendiler Efendi’sini hatırlamış ve onun ruhunu şad etmiş olacağımızı ilave etti.

Kendisini evliya gibi uçuracak kişileri başında toplamak istemeyen bir kimsenin edasıyla konuşmasını kısa kesti ve yanımızdan ayrıldı. Mustafa da ben de o gün çok güzel bir insanla tanıştığımızın farkındaydık.

Yak da gör

Ziyarete gittiğimiz bir başka gün Mustafa ani bir hamleyle onun da içeride olduğu dernek odasına girdi ve rahat bir tavırla selam verip yerdeki minderlerden birine oturdu. Sanki her gün orada oturan birisiymiş edasıyla da; “Gel çekinme” diyerek beni içeri çağırdı. Onun bu hamlıkları sayesinde bugün de nasibimizi alacağız diye düşünerek içeriye girdim.

Mustafa o her zamanki cesur tavırlarıyla; “Murat Amca bize dua et” diye birden bire lafa girdi. Nedense Murat Amca’nın bizi tersleyeceğine dair bir his vardı içimde. Fakat hiç de öyle olmadı. Murat Amca o gün başka âlemlerden yankılanan o derin ve yanık sesiyle ve kendisine has üslubuyla bize türlü türlü inciler döktü.

Yaşının ilerlemiş olmasından ve konuşma tarzından dolayı anlattığı her şeyi anlayamıyorduk. Aşk haliyle söyleyip de bizim de anlayabildiğimiz cümlelerinden birisi şuydu: “Allah beni seviyor demekten korkmayın. Böyle demenin dinen bir sakıncası yoktur.”

Bize plastik bir cismi işaret eden Murat Amca sözlerine devam etti: “Duaları Allah-u Zül Celal mutlaka kabul eder. Sen şu demiri şöyle nar gibi kızarıncaya kadar kızgın ateşte ısıtırsan, iyice bir yakarsan, şunun üstüne bastırdığın zaman ‘cosss!” diye içine girer. Sen de şu kalbini o demir gibi iyice bir yak da gör bakalım duaların nasıl kabul oluyormuş. Hele önce bir farzlarını, nafilelerini güzelce eda et, samimiyetinle Cenab-ı Allah’ı zikre devam et, geceleri teheccüde kalkıp yalvar yakar, gündüzleri orucunu tut ki kalbin bu şekilde yanabilsin.”

Bütün bunları söyleyen Murat Amca bu cümleleri bilecen bir tavırla değil, gençlere iyi niyetlerle nasihat etmek isteyen bir ihtiyarın samimiyeti ile söylüyordu.

Hızır Direği

Ulu Camii’ne her gittiğimizde artık onu görmeyi arzu ediyor, o uzun saflarda gözümüz hep onu arıyordu. Dernek odasının kapısına yakın olduğu için genellikle caminin sol tarafında saf tutuyordu.

Caminin sol tarafının bilenler için, özel bir anlamı daha vardı. Caminin içindeki elli direkten biri olan Hızır Direği bu tarafta önden ikinci sıradaydı. Söylenildiğine göre Hızır aleyhis selam İhramcızade ile bu direğin dibinde konuşmuş ve musafaha etmişti.

Kırk kere sabah namazını bu direğin önünde kılanların Hızır aleyhis selam ile görüşeceğine inananlar vardı. Ben de Murat Amca gibi o direğin önünde değil de etrafında bir yerde namaza durmayı tercih ediyordum. Bu tercihime ve günahlarıma rağmen yine de Hızır aleyhis selam’la görüşmeyi hâlâ umut edebiliyordum.

Bir gün Ulu Camii’nde sabah namazının sünnetini kılıp boynumu bükmüş farzın kılınmasını beklerken, o sessizliğin içerisinde bir el arkadan omuzuma dokundu. Kafamı kaldırdığımda dokunan kişinin Hızır aleyhis selam değil de elinde esans şişesi ile Murat Amca olduğunu gördüm. Daha sonraki zamanlarda birçok kere Murat Amca’yı bu şekilde esans dağıtırken görecektim.

İhramcızade İsmail Hakkı Toprak

Has dervişler

Murat Amca her ne kadar bizimle ilk tanışmasında elini öpmemize izin verdiyse de genellikle, elini öpmeye kalkışanlar olduğunda elini süratle çeker ve müsaade etmezdi. Fakat bir seferinde onun elini öpen gençlerin elini öptüğüne bir başka sefer de başka gençlere; “Bu gençler var ya bunlar melek, melek!” diyerek iltifat ettiğine şahit olmuştum.

Ulu Camii’nde cemaatle kılınan sesli namazların tadı da bir başka olurdu. İmam Efendi’nin kıraati Mekke Medine tarzındaydı. Bilhassa Cuma namazlarında kendimizi o mübarek beldelerde gibi hissederdik. Bir kitapta; İhramcızade’nin; “Mekke ve Medine’yi buraya getirdik” ifadesini okuyunca bu hisse kapılmamızın hikmetini anlamış oldum.

Bazen Murat Amca’nın etrafında yaşları otuz ile kırk aralığında saf ve yalın halli kimseler görürdüm. Tahminime göre Murat Amca onlara ilahi aşkın sırlarından bahseden beyitler okuyor ya da şifreli sözler söylüyordu. Herkesle konuşulmayan şeyler konuştukları hallerinden belliydi.

Huzurlu ve şikâyetçi olmayan tavırlarından ve olgun simalarından derviş olduklarını tahmin ettiğim bu abilerle Murat Amca’nın bazen şakalaştığına da şahit oluyordum. Bir gün bu ağabeylerden birisi Murat Amca’ya “Hikmetin başı Allah korkusudur” yazılı bir levha hediye etmişti.

Belki de bu kimseler, vefatından sonra İhramcızade’ye intisap eden az sayıdaki bağlılarıydı. Sivas’ta hem Murat Amca gibi doğrudan Hazret’e bağlı dervişler hem de İhramcızade’nin vefatından sonra Darendeli Osman Hulusi Efendi’ye intisap eden dervişler vardı. Hepsi de güzel insanlardı.

Kırık tespih

Benim Sivas’taki uğrak yerlerimden biri de Darendeli Osman Hulusi Efendi’nin dervişlerinden Muzaffer Nalbant amcanın oğlu Ahmet Ağabey’in Paşa Camii altındaki kuyumcu dükkânıydı. Bu küçük dükkân, altının şehveti ile değil gümüşün sırlarıyla doluydu.

Ahmet Ağabey’in güler yüzünden dolayı dükkân müşterilerden çok, bizim gibi dost ahbap ile dolar, ikram üstüne ikramlar birbirini kovalardı. Bu dükkânda yüzüğü dar gelmeye başlayan, kolyesi kırılan, tespihi dağılan kimselerin hatırları gözetilir, onlardan ücret alınmazdı.

Bir gün bu dükkânda siyah uzun saçlı, oldukça sıkıntılı olduğu surat ifadesinden anlaşılan bir ağabeyle tanıştım. Ancak sürüyü terk eden bir kuzunun bu kadar dertli olabileceğini tahmin ederek ona bir cemaatten ayrılıp ayrılmadığını sordum. Bana bir zamanlar Esad Coşan Hocaefendi’nin cemaatine devam ettiğini, fakat oraya gitmeyi bıraktığını söyledi.

Nişanlısından yeni ayrılmış ve bu ayrılmanın sebebinin de sihir veya büyü olduğunu zanneden bu ağabeyimizi Ahmet Ağabey’le birlikte Murat Amca’nın yanına götürmeye karar verdik. Beraber Ulu Camii’ne gittik.

Dernek odasını girip bir müddet sessizce bekledikten sonra, Murat Amca sanki sorunumuzu biliyormuş gibi bize hiçbir şey sorumadan şunları söyledi: “Allah çalışanları sever, çalışmak çok güzel bir şeydir. Sevdiği için, çalışanlara hep verir. Şurada gariban bir adam vardı, tanımam etmem, parasız pulsuz fakir birisi… Benden sebze arabasını istedi, ‘üstünde bir şeyler satacağım, çalışacağım’ dedi. Ben de; ‘Madem çalışacaksın al götür’ dedim. Allah da öyle işte, çalışacağım dersen sana verir.”

Bu konuşmadan sonra “ben dersimi” aldım diyen sıkıntılı ağabey, sorunun büyü veya sihir olmadığını, asıl sorunun “işsizlik” olduğunu anladı.

Kıtmir-i sani

O gün bu vesileyle Ahmet Ağabey ile birlikte İhramcızade’yi de ziyaret etmiştik. Türbenin önünde oturmaktayken, orta büyüklükteki siyah sevimli bir köpeğin, ziyarete gelen insanlar gibi türbenin kapısının önüne gelerek hiç kıpırdamadan beş dakika kadar bekleyip gittiğine şahit olduk.

Ahmet Ağabey, o makama saygıyla dua eder gibi bekleyen köpeğin bir müddet sonra dernek odasının önünü gittiğini ve kapının önünde duran Murat Amca’nın ayakkabısının tekini aldığını görünce benim de dikkatimi oraya çekmişti. Ben baktığımda, köpek ağzındaki ayakkabıyı avluda bir yere bırakmıştı. O esnada oradan geçen birisi ayakkabıyı alarak Murat Amca’ya geri götürdü.

Ahmet Ağabey bu olayı; “Acaba köpek dikkat çekmeye çalışarak Murat Amca’nın teveccühünü mü arıyordu” diye yorumlarken ben de bazı velilerle mahlûkat arasında bir çeşit cilve olabileceğini söylemiştim. Başka zamanlarda oraya gelen kedilerde de benzer hallere rastlamaktaydım. Bu işin sırrını, hakikatini ise ancak Allah bilebilirdi.

Kul gibi

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Ulu Camii’ye gittiğimizde Murat Amca’yı artık göremiyordum. Yaşlılık ve hastalık hali iyiden iyiye artmış, camiye gelmesine müsaade etmiyordu. O günlerde Ahmet Ağabey’den onunla ilgili haberleri soruyor fakat hasta olmasının dışında başka bir bilgi alamıyordum.

Fakat bir seferinde Ahmet Ağabey, Murat Amca’yı ziyarete gittiğini ve onun kendisine ağlamaklı bir şekilde şunları söylediğini anlatmıştı: “Aha geldim gidiyorum ben. Sana getireceğim bir amelim de yok, boynum bükük Allah’ım. Yarın huzur-u mahşerde ne yaparım?”

Şırnak Uludere’deki öğretmenlik günlerim başladığı o dönemlerde eski dostlarımla irtibat noktasında ihmalkâr davrandığımı inkâr edemem. Uzun bir müddet Murat Amca’dan haber alamadım.

Tatil vesilesi ile Sivas’a döndüğümde, restore edilen Ulu Camii’nin avlusunda dernek odasını bulamamıştım. Bunun ne anlama geldiği belliydi. Murat Amca’yı da dernek odası gibi bir daha göremeyecektim. Bu dünyaya garip bir kul olarak gelen Murat Amca, bu âlemden de yine garip bir kul gibi sessiz sedasız ayrılmıştı.

Rahmetli Murat Amca her haliyle bir ihlas ve samimiyet timsaliydi. Bizi ona çeken şey de ondaki bu samimiyet cevheriydi. Belki onun çok fazla ilmi yoktu ama ondaki cevher nice ilim sahibine ilham olacak nitelikteydi. Gerçi onda bir ilim vardı fakat bu ilim başka türlü bir ilimdi. Bu bir gönül ilmiydi. O da tıpkı Ebu Ali Sindi gibi bir “Gönül Âlimi”ydi.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

SİVAS ÇEVRESİ İRFAN DÜNYAMIZ

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.