Çocuklarının eğitimine önem veren disiplinli bir babaydı. Onlar okusun diye okula gidiş gelişlerini takip eder, öğretmenleriyle görüşür, dersleriyle yakından ilgilenirdi. Topa meraklı büyük oğlu Hasan’ı top sahalarından yakalayıp eve getirdiği çok olmuştur. Sonradan Mülkiye’yi bitirip Kaymakam olan oğlu Hasan için: “Ben onu takip etmeseydim topçu olacaktı” demişti.
Hasan gibi küçük oğlu Emin’i de İmam Hatip Okuluna vermişti. Her ikisine de Kur’an, Arapça, Osmanlıca ve dini dersler okuttu. Sofrada yemek yerken okuttuğu derslerin kontrolünü yapardı. Mesela Arapça bir kelime söyler, “maktel” ne kelime olur, hangi kökten gelir?” gibi sorular sorardı. Çocuklarına, Emsile, Bina, Maksut, Avamil gibi Arapça sarf ve nahiv kitaplarını daha İmam Hatip Orta kısmında öğretmişti. Yemekte sorduğu sorularla öyle terletirdi ki, anneleri dayanamaz: “Bırak da yemeklerini yesin çocuklar yahu!” diyerek tepki gösterirdi.
Örnek bir alim
Küçük oğlu Emin İmam Hatip Orta kısma başlayınca evin geçimi zorlaşmıştı. Büyük oğlu Hasan da “Kaymakam” olacağım diye tutturmuş, Mülkiye’yi kazanıp Ankara’ya gitmişti. Yapı ustalığı ve marangozluktan anladığı için komşuların işlerini görüyor üç-beş kuruş alıyor ama yine de geçimlerine yetmiyordu. Masraflar çoğalınca mahallenin bakkalı Tatar Hüsnü’nün teklifiyle dükkana ortak oldu. Kazandıkça borcunu ödüyor, küçük oğlu Emin de okul dışında dükkana yardım ediyordu. Onun ticarete meylini ve dersleri aksattığını görünce “Bu gidişle bu çocuk okumayıp esnaf olacak“ diyerek bakkalı bıraktı.
Hasan, Mülkiye’yi bitirip Kaymakam olmuş, Emin de İmam Hatipten sonra Liseyi bitirerek İstanbul Edebiyat Fakültesini kazanmıştı. Babasından habersiz kayıt yaptırdı. Ancak izin vereceğinden şüpheliydi. Çünkü, her fırsatta “Hasan sözümü dinlemedi, bunu hoca yapacağım” diyordu. Odası kitaplarla doluydu. İmamlık maaşının yarısını kitaplara verirdi. Geçim sıkıntısı sebebiyle hanımından çekindiği için satın aldığı kitapları göstermez, koynunda saklayarak kitaplığına yerleştirirdi. Okumayı o denli seviyordu ki, 50 yaşından sonra dışarıdan sınavlara girerek imam-hatip okulunu bitirmişti.
İlimle bu kadar haşır neşir olan Babanın küçük oğlu Emin İstanbul’da Üniversiteyi kazanıp kayıt yaptırdığını ve orada okumak istediğini söyleyince Babası da Annesi de buna şiddetle karşı çıktılar. Tüm ısrar ve yalvarmalarına rağmen geri adım atmadılar. Hatta “Eğer gidersen hakkımızı helal etmeyiz” diyerek son noktayı koydular. Emin’in boynu bükülmüş, İstanbul’da okuma hayalleri suya düşmüştü. En kötüsü de bir senesi boşa gitmişti. Ertesi sene Yüksek İslam Enstitüsü’ne girince babasının muradı gerçekleşmişti. Çünkü en sonunda büyük oğlu Kaymakam, küçük oğlu da Müftü olmuştu.
1960 öncesinde Aydoğdu Büyük Caminin ilk İmam Hatibi olan ve eskiden seçim sandıkları camilerde de kurulduğu için kayıtlara “Dereli Mehmet Hoca Camii” diye geçen Caminin hocası bu adam, benim Babamdır. Vefat ettiği 92 yaşına kadar ağabeyi Bozkırlı Mustafa Efendi gibi hep ilimle meşgul olmuş, uzun süre emek vererek telif ettiği iki ciltlik “ruhsat ve azimet” isimli eserini ilim camiasına kazandırmıştı.
İzin Gününün Parasını Öderdi
Görev yaparken izin almak hiç âdeti değildi. O dönemlerde cami görevlilerinin bugünkü gibi haftalık izinleri yoktu. Yılda belki bir, belki iki hafta kadar izin kullanır, onu da sıla-ı rahim yaparak değerlendirirdi. Doğup büyüdüğü memleketinde aile büyüklerini, akrabalarını ve köy mezarlığını ziyaret eder, hemen görevine geri dönerdi. Bu yüzden, geçmiş yıllardan kullanmadığı pek çok izin günü de kalmıştı.
Artık çocukları büyümüş, iki oğlu da taşrada görev yapmaya başlamıştı. Kullanmadığı izinlerini kullanma ihtiyacı doğmuştu. O zamanlar İlçe olan Şırnak’ta Kaymakam olan oğlunu görmek için 15 gün izin aldı. O günlerde kadro yetersizliğinden bazı camilerde resmi görevli yoktu. Kadrolu camilerde de merkezdeki büyük camiler hariç diğer camilerde tek görevli vardı. İzine ayrılacak görevliye Müftünün klasik sorusu şu olurdu: “Yerine adam ayarladın mı?”
Cumhuriyet ilanı sonrasında medreselerin kapatılması ve Kur’an eğitiminin yasaklanmasıyla dini tedrisat durmuş, namaz kıldıracak ve cenaze yıkayacak hoca bulunamaz olmuştu. Bu durum 1950 yılına kadar devam etti. Koskoca bir kuşak; Ezansız, Namazsız, Kur’ansız, kitapsız olarak büyüdü. Bunları öğrenmek ve okumak yasak olduğu için gençler; dinden, dini ilim ve irfandan yoksun olarak yetişmişti. Haliyle köy, kasaba ve şehirlerde bırakın alim hoca bulmayı, namaz kıldıracak ve cenaze defnedecek insan bulunamaz olmuştu. Fatiha’yı bilene hoca deniyordu desem, bu abartı olmazdı. O günlerin zulmü, Müslümanların üzerine karabasan gibi çökmüştü.
Arapça ve Kur’an öğrenmek yasak olmasına rağmen, saklı gizli eğitim verenler eksik değildi. Bunların eğitiminden geçen az sayıda insan camilerde imam olmadığı zaman namaz kıldırabiliyordu. Resmi imamlar izin kullanırken bu insanları kendi yerlerine bırakıyorlardı. Bu da öyle yapmıştı. Müftünün sorusuna: “Yerime imamlık yapacak biri var efendim” diyerek cevap verdi ve onun ismini dilekçesine yazarak iznini aldı. (Şimdilerde ise, neredeyse köylerde bile imam ve müezzin çift görevli var, Müftülükler de rahat, imamlar da.) Evine dönünce vakit namazı için camiye çıktı, cemaate dönerek izine ayrılacağını ve yerine Giviratlı Mehmet efendinin vekâlet edeceğini söyledi.
Cemaat dağılınca vekil bıraktığı hocayı imam odasına çağırdı. “Bak Mehmet efendi, önce yükümü aldığın için Allah senden razı olsun, sağ ol ama sakın bana hayır deme, benim aylık maaşım şu kadar, 15 günlük görevin karşılığı da şudur” diyerek hazırladığı parayı ona vermek için uzattı. Giviratlı hoca: “Aman hocam ne yapıyorsun, ben Allah rızası için yaparım, bu para ne?” dese de, “Olmaz, bu senin hakkın. Bu namaz kıldırma parası değil, camiyi açıp kapama, vaktinde bulunma, her türlü bakımını yapma ve cami ihtiyaçlarını karşılama parasıdır, sen bütün mesaini buraya harcayacaksın” diyerek onu ikna etti ve helalleşerek ayrıldı. İşte onlar böyle hassas ve hakkaniyetli insanlardı. Böyle bir babaya sahip olmaksa elbette büyük bahtiyarlıktı. Allah gani gani rahmet eylesin ve Rabbim böyle örnek şahsiyetlerin adedini çoğaltsın.
İşini Kendi Yapardı
Çok sıcak bir yaz günüydü. Yapılacak çok iş vardı ve öğle vakti gelmeden işi bitirmeliydi. Eskiden halk arasında imece usûlü yaygındı. İşin durumuna göre erkekler veya kadınlar toplanır, el birliğiyle birbirlerine veya herhangi bir yere topluca yardım ederek o işin kolayca görülmesini sağlarlardı. Kardeşlik ve komşuluk hukukuna dayanan bu dayanışma, hiçbir millette olmayan güzel bir sosyal yardımlaşma örneğiydi. Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” isimli eserinde, Hacı Bayram Veli üzerinden bu imece usûlünü çok güzel anlatır.
Camilerin temizlik ve bakımları da eskiden bu usûlle yapılırdı. Mahallenin kadınları her Cuma toplanır, namaz vaktine kadar camiyi el birliğiyle siler süpürür, pırıl pırıl yaparlardı. Ancak Mehmet Hoca böyle bir yardıma ihtiyaç duymaz, kimseye yük olmazdı. Caminin günlük ve haftalık bakım ve temizliğini kendi yapardı. Üstelik bu yer, Polis ve komiserlerin namaz kıldığı şehir merkezine yakın Köprübaşı karakolunun yanı başındaki Hacı Mustafa Ağa Camii idi.
Her gün Peygamber sünnetidir diye “Duha namazı”nı kıldıktan sonra kuşluk uykusuna yatan Mehmet hoca, o Cuma günü yatmadı ve kahvaltısını yaptıktan sonra evinden camiye çıktı. Gün tepeye çıkmadan işi bitirmeliydi. Tek başına temizliğe başladı. El süpürgesiyle halıları baştan sona süpürdü. Murakıpların kontrole geldiklerinde özellikle baktıkları görünmeyen yerlerin tozlarını aldı. Minber, kürsü, mihrap, pencere önleri, kenar, köşe, her yeri elden geçirdi. Sıra kapı çıkışındaki ayakkabılıklara gelmişti. Elindeki su kovasını gezdirip ıslattığı bezleri kullanarak ayakkabılıkları silmeye başladı. Tam bu sırada birinin camiye girdiğini gördü. Bu oğluydu. Önce eve gelmiş, annesiyle görüştükten sonra babasının iki saattir camide temizlik yaptığını öğrenmişti.
“Es-Selamü Aleyküm Baba, kolay gelsin” sesiyle başını kaldırınca, taşrada Karadeniz’de görevi yapan oğlunu karşısında görüverdi. Hürmetle elini öpen oğluyla kucaklaştı. Sevinci gözlerinden okunuyordu. Doğrusu bu sürpriz ziyaret onu şaşırtmıştı, çünkü geleceğinden haberi yoktu. “Niye haber vermedin oğlum?” deyince: “Baba ani oldu, size haber vermeye fırsatım olmadı” dedi. O yıllarda cep telefonu yoktu. Taşra ile haberleşmek problemdi. Mektup, telgraf veya çevirmeli manyetolu telefonlarla haberleşme sağlanırdı. Aranacak numara ve şehir PTT’ye yazdırılır, saatlerce beklenir, hat düşerse görüşülürdü. Bazen de görüşmeler ertesi güne kalırdı.
Ayakta hoş-beşten sonra oğlu, içi su dolu kovanın yanına gidip temizlik bezini alarak babasına döndü: “Hadi baba sen eve git, temizliği bitirip ben de gelirim” dedi. Fakat babası “olmaz” diyerek karşı çıktı. Oğlu ısrar ediyordu: “Bak baba, sen zaten yorulmuşsun, kaç saattir de çalışıyorsun, biraz dinlen” dese de babası “Olmaz oğlum” diyor başka şey demiyordu. Oğlu ısrarını sürdürerek: “Baba ne olur biraz da ben sevap kazanayım, müsaade et, az bi yer kalmış zaten, lütfen bırak, sen çalışırken ben rahatsız oluyorum” deyince, babası ders niteliğindeki şu karşılığı verdi:
“Oğlum, bu benim görevim, senin değil. Ben, bunun için maaş alıyorum, eğer yaptığım işi başkasına verirsem aldığım maaş helal olmaz. Herkes kendi işini yapsın. Hadi sen eve git, bitirince ben de gelirim” dedi ve eline aldığı bezle ayakkabılıkları tekrar silmeye başladı. Babasının bu sözleri, oğlunun ısrarının sonu oldu. Çaresiz bir şekilde “Peki baba” demekle yetindi ve “El-Emru fevka’l-edeb” kavlince Annesiyle hasret gidermek üzere eve dönmek zorunda kaldı.
İşte onlar böyleydi. Böyle bir babanın eğitim ve terbiyesinden geçmek benim için ne büyük bahtiyarlıktı! Onu minnet ve rahmetle anıyorum. Böyle bir anlayışı şimdilerde ne kadar da özlüyoruz! Örgün eğitim boyunca materyalist felsefe merkezli laik-seküler okullarda göremediğimiz bu anlayışı, bari ailelerimizde bizler yaşatmaya çalışalım. Günümüzde, kendi gireceği dersini asistanına yaptırdığı halde ders ücretini yine kendisi alan hocaları gördükçe buna daha çok ihtiyacımız var!
Vefat tarihi olan 10 Mart 2011 gününün 13. Sene-i devriyesinde kendisini rahmet ve minnetle anarken yetişmemizde büyük emeği olan merhum Annem dahil cümle geçmişlerimize Allah’tan mağfiret ve necat diliyorum. Mekanları cennet, dereceleri âli olsun.
Mehmet Emin Parlaktürk/ İrfanDunyamiz.com
KONYA ÇEVRESİ İRFAN DÜNYAMIZ
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
İrfan hocamızın sağlığı selameti üzerimize olsun inşallah dua edelim acil şifalar diliyoruz Allah a emanet olun