1990 yılı benim için önemli bir yıl olmuştur. İlkokuldan hemen sonra Vakfıkebir’de medrese usulü Arapça okuduğumdan, lise birde askere çağrılmaya başlamıştım ve okuduğum için hep tecil ettirerek askerliği ertelemiştim. Öğretmenlikte de askerliği erteleme işine devam ettim ve devletin bana tanıdığı 33 yaş sonuna gelip dayanmıştım. Kaçacak yerim kalmamıştı artık askere gideceğim kesinleşmişti.
A sınıfı seyahat acentesiyle geçen yıl katıldığım hac organizasyonuna, son kez bu yılda katılacağım ortaya çıkmıştı. Geçen yıl Amerika’nın Irak’ta başlattığı işgal hareketi ve savaş dolayısıyla, bu yıl artık ülkemiz hacılarının güvenli ve sağlıklı bir şekilde karayoluyla hac yapma imkânı kalmamıştı. Seyahat acenteleri karayoluyla gidemeyeceklerini anlayınca, artık havayoluna yönelmişlerdi. Bu kez de ortaya uçak sıkıntısı çıkmıştı. Ülkemizde yeterli yolcu uçağı olmadığı için mecburen ülke yönetimi yurtdışından uçak kiralama yoluna gitti.
Zor bir yük
Bir taraftan idarecilik görevim var; müdür yardımcısıyım, öte taraftan sorumlu olduğum dersine girdiğim birkaç sınıfım var; onların yılsonu sınav değerlendirmeleri var, öte taraftan da hacca gitmek için şirkette çalışıyorum. Gerçekten zor bir yükün altında olduğumu hissettim. Hacca gidip gelenler bilir, hac görevi bitip dönüşe geçildiğinde insanın içini bir hüzün kaplar, sanki insan sevgilinden ayrılıyormuş gibi ağlamaklı olur, “Acaba tekrar bu güzel mekânları ziyaret imkânı bulabilecek miyim?” diye düşünmeye başlar…
Hacca gitme işi kesinleşince de insanın içinde tarif edemeyeceğimiz bir sevinç başlıyor. Sanki bulutların üstünde uçuyormuş gibi içimde kelebekler uçuşuyor. Bu duygular içinde kolları sıvayıp, hızla işe koyuldum ve hac organizasyonunu tamamlayıp, gideceğimiz günü beklemeye başladık ve ilk defa uçağa bineceğim için ayrıca heyecanlıydım.
Hacca gideceğimiz gün ve saat belli olduktan sonra, Türkiye genelindeki hacı adaylarımızı Ankara’da toplayıp otobüslerle Esenboğa Havalimanı’na transfer ettik ve uçak saatimizi beklemeye başladık. Kara yoluyla günlerce ve meşakkatli süren hac yolculuğumuz artık uçakla 4-5 saat gibi kısa bir sürede Esenboğa’dan Suudi Arabistan’ın Cidde kentine gidecektik. Oradan da otobüslerle Kâbe’ye transfer olup yolculuğumuzu tamamlayacağımızın sevinci içindeydim.
Güzel bir bir nimet
Günümüzde uçak yolculuğu ile otobüs yolculuğunun fiyat olarak çok bir farkı olmadığından uçak lüks olmaktan çıkmış bir durumda. Fakat bahsettiğim 1980’li ve 90’lı yıllarda uçak yolculuğu gerçekten çok pahalı ve lüks bir ulaşımdı. Pasaport işlemlerimizi tamamladık, anonslar yapıldı. Uçağımıza yerleştik, kapılar kapandı. Yolculuk yapacağımız uçak 300 kişi kapasiteliydi. Uçağımız pist başına doğru hareket etti.
Herhalde ilk defa uçağa bindiğim için insanoğlu Allah’ın verdiği aklı, güzel şeyler için kullandığında uçak gibi bir makina icat ediyor diye düşündüm. Uçağın kendi ağırlığı içindeki yolcular ve bagaj ağırlığını da düşününce, yüzlerce ton ağırlığındaki bir makina, gök gürültüsünü andıran bir sesle hızlanarak, yerden irtibatını kesiyor, havaya yükseliyor ve bir kuş edasıyla uçarak menziline kuştan daha hızlı bir şekilde ulaşıyor. Düşününce sizce de enteresan gelmiyor mu? Biz de bu düşünceler içinde yolumuza devam edip, Cidde Havalimanı’na indikten sonra, bagajlarımızı bekledik, biraz dinlenip otobüsümüze binerek Mekke’ye hareket ettik.
Dünyanın her hangi ülkesinden hac ya da umre niyeti ile Mekke’ye yönelen hacı adayı, önce Mekke’ye girişin yasak olduğu harem bölgesine gelince şöyle bir durur. Bizler de mikat bölgesine geldiğimizde, otobüsten indik, banyolarda boy abdestimizi alıp, Allah rızası için iki rekat namaz kıldıktan sonra yapacağımız hacca göre niyetlerimizi yaptık ve ihramlarımızı giyerek yolumuza tekrar devam ettik.
Gece geç saatte mübarek Kâbe-i Şerif’e ulaşıp tavafımızı tamamladıktan sonra, otellerimize hacılarımızı yerleştirdik. Biz kendi kiraladığımız otelde şirket yönetimi ve çalışanları olarak, resepsiyondaki uluslararası ve ülke içi telefonlarımızı da temin edip büyük birkaç odayı da sağlık kliniğine dönüştürüp, işimize koyulduk. Ziyaret tavafından sonra Mekke’ye varan ilk hacı kafilelerinden birisi olmamız hasebiyle, ertesi gün ihramlarımızı çıkartıp normal elbiselerimizi giyerek, tekrar arefe günü ihramlarımızı giymek üzere ibadetimize devam ettik.
Hacılarımız yaşlıydı
Bu seneki hacılarımız geçen sene kara yolu ile götürdüklerimizden daha yaşlıydı. Bunun için bazı sağlık sorunları daha sık yaşanıyordu. Hacı adaylarımızda genellikle güneş çarpması, içtikleri soğuk sulardan dolayı oluşan bir takım rahatsızlıklar, kaldığı otelde klima çarpması ya da ziyaret esnasında yaralanmalar gibi durumları gözeterek yönetim merkezindeki bir odamızı klinik şeklinde düzenledik. Adayların daha ciddi bir rahatsızlığı var ise Mekke’de zaten yeterli hastane bulunmaktaydı; onları hastaneye yatırmak mecburiyetinde kalıyorduk.
Hac ibadetinin önemli farzlarından biri olan Arefe günü Arafat dağına çıkarak vakfı yapıp, dua etmek üzere, hacı adaylarımızı Mekke’den otobüslerle bir gün önceden başlayarak transfer etmeye koyulduk. Vakfemizi tamamladıktan sonra, dinimize göre artık hacca giden hacı adayları adaylıktan çıkarak, gerçek hacı olmuş sayılırlar. Arafat bir nevi kıyametin provası gibidir. Dünyanın her yerinden gelen hacı adayları, vakfeyi tamamladıktan sonra İslam dinine göre artık hacı sayılırlar. Arafat’tan sonraki yapılan Müzdelife vakfesi, şeytan taşlama, kurban kesme ve tıraş olma gibi ibadetler vacip, sünnet şeklinde sıralanır.
Hacıların yaşlı, engelli ya da hasta olanlarını tespit ederek ayırdık. Onlara bundan sonra yapacakları şeytan taşlama ve kurban kesme işlemlerini, yanındaki arkadaşlarına ya da tanıdıklarına vekâlet vermelerini, bu işlemleri bizzat yapmalarının mümkün olmadığını kendilerine lisan-ı münasip ile anlatmaya çalıştık. O yıl hacca götürdüğümüz adaylarımızın, gerçekten yaş ortalamalarının yüksek olmasından dolayı olsa gerek çok fazla hasta, yaşlı ya da engelli hacımız vardı. Hafızam beni yanıltmıyorsa, şeytan taşlamaya yürüyemeyecek durumda olan 60 civarında hacımızı, bir otobüs kiralayarak Arafat sınırına en yakın otellerimizden birine yerleştirmek üzere gece vakti yola çıkmıştık.
Hacılar üzüldü
Otele yerleştirdiğimiz hacılardan bazıları, kendi otelleri olmadığını anlayınca; “Siz bizi yanlış eve getirdiğiniz burası bizim otelimiz değil” diye ağlamaya başladılar. Kendilerine; “Bu gecelik burada kalacaklarını, sabahleyin gelip tekrar kendi otellerine götüreceğimizi anlatmaya çalıştıysak da başarılı olamadık. Daha önce de belirttiğim gibi insan bu gibi durumlarla karşılaşınca İslam’ın beş temel şartlarından biri olan hac ibadetinin ne kadar zor ve meşakkatli bir ibadet olduğunu bizzat görüp yaşayarak yeniden öğrenmiş oluyor. Hacıların bazıları ikna olmamış bile olsa yerleştirme işini tamamlayıp, gece vakti bir taksi kiralayarak görevlerimin kalan kısmını tamamlamak üzere tekrar geri dönmek üzere harekete geçtim.
Bu esnada yanıma yaşlı bir hacı amca yaklaştı ve “Oğlum, ben Trabzon Akçaabat’tan buraya kendi görevlerimi bizzat yapmak için geldim. Bu kadar parayı onun için harcadım, siz beni niye otele getirdiniz? Ne olur beni tekrar geri götürün“ diye yalvarmaya başladı. Hacı Amca’yı ne dediysem ikna edemedim, yanıma aldım. Taksiye binip şoföre, Hacı Amca yaşlı olduğu için fazla yol yürüyemez olduğundan bizi, Müzdelife sınırına en yakın noktaya götürmesini rica ettim.
Hacı Amca ile birlikte Müzdelife bölgesinden taşlarımızı sayarak toplayıp bir poşete koyduktan sonra, beraberce kısa bir Müzdelife vakfesi ve duası yapıp, şeytanı taşlamak üzere yolumuza devam ettik. Arafat ve Müzdelife’den sonra, şeytan taşlama noktasına iki yol takip ederek ulaşmak mümkündür. Birincisi içlerine devasa uçak motoru gibi motorlar yerleştirilip soğutulan tünelleri takip ederek gitmek, bir diğeri ise güneşin altında açık havada yürüyerek gitmek.
Ayakta uyudum
Hacıların çoğunluğu birinci seçeneği takip ederek tünellere yöneldiğinden Hacı Amca da yaşlı olduğu için orada yürümekte zorlanacağını düşünerek güneşin altında açık havada yürüyerek gitmeye karar verdik. Fakat ben görevimden dolayı iki gecedir hemen hemen hiç uyku uyuyamamıştım. Biz kaldırımda yürüyorduk ve sağ tarafımızda ise aynı istikamete yoğun bir şekilde araç trafiği akıyordu. O anda daha önce hiç yaşamadığım bir olay başıma geldi.
Yürürken uyumuşum ve elimdeki termosla birlikte yüzüstü yere düşüp kapanarak bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Hızla doğruldum ve tekrar başıma bir kaza bela gelmeden kendimi kaldırıma attım. Güneş yeni doğmuştu, fakat ben daha yürüyemeyeceğimi anlayınca Hacı Amca’ya; “Amca ben şuracıkta biraz kestireyim. Uyumam lazım sen de yanımda oturup dinlenirsin” dedim. Sağ olsun o da kabul etti. Üstümüzden geçen köprünün ayağında bulunan yatay taş duvara, boydan boya yaslanarak yaklaşık bir saate yakın uyumuşum ve sonra beni Hacı Amca uyandırdı.
İnanan kişinin, yaşadığı her olay için; “Bunda da vardır bir hayır” demesi gerekir. Çünkü biz elimizden geleni doğru bildiğimizi yaparız, fakat yüce Allah’ın irade-yi külliyesini yani bizim için ne düşündüğünü biz bilemeyiz. Onu sadece kendisi bilir. Yolumuz azalmıştı fakat ben uyuduğum için yol boyu inşa edilen abdest alma ve ihtiyaç giderme yerlerinden birine saparak abdest aldık ve tekrar yolumuza devam ettik. Şeytan taşlama mahalline vardıktan sonra, bizim hacılarımız da daha yeni yeni ulaşmışlardı. Hacı Amca’nın kafilesinden bir kaç kişiye denk geldik, amcayı onlara teslim edip kendi görevimi hızla tamamlayıp dönmek istiyordum.
Tünel faciası
Taşlama mahalline vardığımda, Türk hacıları kendi aralarında heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı. Kulak misafiri oldum; “Neredeyse ölecektim, zor kurtuldum, insanlar havasızlıktan ölmüşler” gibi şeyler söylüyorlardı. Anlatılan şuydu; taşlama yerine yaklaşık 1 km mesafede olan son tünelde, bir kargaşa sonucu ölen ve yaralananlar olmuş.
Şeytan taşlama ibadeti üç gün devam edeceği için, hacıların birçoğu daha uzakta olan Mekke’deki otellerden gidip gelme yerine, Arafat’ta ya da Mina’da kurdukları çadırlarda kalarak şeytan taşlamaya buralardan gidip gelmektedir. Dolayısıyla tünellerden insanların bir kısmı taşlama yerine gelirken diğerleri de taşlama işini bitirip aynı tünellerden çadırlara gitmek için bu yolu takip ederler.
Tünel içinde araçlar gibi insanların da sağdan gidip soldan gelme kurallarına uyması pek de mümkün olmuyor. Özellikle Afrika ülkelerinden bazı kimseler hayır ve vakıf kurumları vasıtasıyla, kişiler dini daha iyi anlasınlar, inançlarına daha çabuk adapte olsunlar diye ücretleri verilerek hacca taşınırlar. Bu insanlar çok heyecanlı ve genellikle de iri yarı, uzun boylu oldukları için gruplar halinde ezerek, çiğneyerek, çarparak, hiçbir kural tanımadan yollarına devam ederler.
Kargaşa artmış
Bu insanlar aslında kötü niyetli olduklarından değil, fakat çok heyecanlı oldukları için ve hiçbir kural ve kaideyi iyi bilmedikleri için böyle davranırlar. Afrikalıların aksine en çok Müslümanın yaşadığı bir Uzak Doğu ülkesi olan, Endonezya’dan gelen ufak tefek, fakat yüce gönüllü insanlar ise hiç kimseyi rahatsız edip üzmemek için her yerde çok gayret sarf ederler.
Anladığım kadarıyla, özellikle bu iki grup tünel içinde geçişirken bir kargaşa oluşmuş, bazı güçsüz insanlar düşüp yerinden kalkamayınca, gelenler de onların üstüne düşmüşler, altta kalanlar ölmeye başlamış. Bu kargaşa anında, panik, korku artınca insanlar kendi canını kurtarma telaşıyla daha da fazla kargaşaya sebep olmuşlar.
Kargaşa anında insanların bazıları, kendi canlarını kurtarmak için ölenlerin üzerine basarak, yukarıdan geçen aydınlatma ve soğutma işlemini sağlayan kablolara tutunarak, dışarı çıkmayı denemişler. Kablodan tutunup dışarı çıkmak telaşına düşenlerin sayısı artınca, kablolar yerinden kopmuş ve içeride aydınlatma ve soğutma işi de sona ermiş. Tünelin içi karanlıkta ve havasız kalınca da ölümler daha da artmış ve binlerce insan oracıkta can vermiş. Suudi polisi ve askerleri olayı duyup tertibat alıncaya kadar, insanların tünele giriş ve çıkışları devam ettiğinden ölü sayısı istemeyerek artmış.
Endişeli bekleyiş
Bu acı olayı duyan ajanslar, haber konusu yapıp dünyaya anında duyurunca, hacca yakınları giden insanlar da haklı olarak endişelenip, hemen telefona sarılmışlar. Bir anda bu kadar aramaya dayanamayan Mekke’deki telefon şebekesi de çökünce insanlar telefonlarına cevap alamayıp daha da çok endişelenmişler.
Bizler taşlama alanından tünelin kapısını görebiliyorduk ve kapıda onlarca ambulans, ölen ya da yaralananları taşımak için canla başla çalışıyorlardı. Tünellerde ölen insanların birçoğu ihramlı olduklarından, üzerlerindeki örtüleri düşmüş, boyunlarında asılı olan kimlik kartları da iple bağlı olduğu için kaybolmuş ve bu insanları hastane ve morglarda kimliğini tespit etmek bir hayli zorlaşmıştı.
Ben hemen şeytan taşlama işini bitirip, çabucak Mekke’deki otele ulaşmak için yola çıktım. Mekke’ye ulaşmak öyle sanıldığı kadar da kolay değildi. Yollar kalabalık, araçlar çalışmıyor, yaklaşık 30 km yol var… Bir insan ancak saatte 5 km yürüyebilir, diğerlerinin hesabını size bırakıyorum. Otelden Mina’ya dönerken Akçaabatlı Hacı Amca’nın; “Lütfen beni bırakma oğlum, ben de gitmek istiyorum” diyerek bana tutunmasında da bir hayır varmış. Şayet tek başıma geri dönmüş olsaydım, kesinlikle tünelleri takip ederek şeytan taşlamaya gidecektim. Belki de tünellerde ölenlerin birisi de ben olacaktım.
Kimlik tespiti
Otele ulaştığımda büyük bir kargaşa orada da hâkimdi. Ülkemizden yakınları hacca giden insanlar, ısrarla telefon edip durumlarını öğrenmek istiyorlardı. Bir de Mekke’de hac yapmak için bulunan hacılardan bazılarının yakınları ya da arkadaşları geri dönüp otele gelmeyince onlar da endişe içinde bekliyorlardı. 7- 24 nöbet tutarak, telefonun başında beklemek zorunda kaldık ve telefonlarımız hiç susmadı. Fakat biz onlara sağlıklı bir cevap verme durumunda değildik.
Polisler sık sık otelimize gelip, bizim kendileriyle beraber hastaneye kadar gitmemizi isteyip, kimliği tespit edilemeyen bazı kişilerin, bizim hacımız olup olmadığını öğrenmek istiyorlardı. Daha önce de bahsettiğim gibi tüneldeki insanların üzerlerinde hiçbir kimlik işareti kalmadığından, bizim binlerce hacımız arasından onları tespit etmemiz öyle göründüğü kadar da kolay değildi.
Otellerimizde kalan hacılarımızdan bazıları bize müracaat edip, yakınlarının ya da arkadaşlarının kayıp olduğunu, geri dönmediğini söylüyordu. Biz de onları yanımıza alarak hastane ve morglara gidip, kayıpların kimliklerini tespit etmeye çalıştık. Tünelde ölen insanlar epey hırpalandıkları için, yüzlerine bakarak kimliklerini tespit etmek kolay olmuyordu. Yanlış hatırlamıyorsam o yıl, bizim hacca getirdiğimiz insanlardan 135 civarında kaybımız vardı ve bunların 15 ya da 20 tanesi hariç kimliklerini tespit etmemiz mümkün oldu.
Çok sayıda ölü
Bizlere Yüce Allah bir kez daha böyle acılar göstermesin. Ölenlerin ruhları şad, mekânları da cennet olsun. Bizler ölenlerin şehid hükmünde olduğuna inanırız, ancak doğrusunu Allah bilir. Mekke’deki hastane yetkililerinden, Mekke ve civarındaki hastanelerin morgları cesetlerle dolduktan sonra, kalan cesetleri de kimlikleri tespit edilinceye kadar günlerce soğuk tertibatlı tırlarda sakladıklarını duyduğumu hatırlıyorum.
Suudiler resmi açıklamalarında 1500 kişinin öldüğünü söylediler. Fakat bu işi yakından takip eden ve bilenlerin söylediklerine göre 6500 kişi civarı olduğunu duydum. Hac tarihinde daha önce bu kadar ölüm hadisesi olup olmadığını araştırmadım ancak toplu çadır yangınlarında da ölenler olduğunu duyardım. Burada verdiğim bütün bilgiler benim şahsi görüşlerimdir. Şayet yanıldığım şeyler varsa da Rabbimden bağışlanmamı temenni ederim.
Ülkemize geri dönüşler başladığında Suudi polisi, kaybolan her kişi için kendi tespit ettikleri belli bir ücreti şirketimizden kesiyorlardı. Sebebini de şöyle açıklıyorlardı: “Kaybolan bu kişiler, belki de ölmeyip çalışmak için ülkemizde kalmış olabilirler. Ola ki bu kişileri yakalarsak uçakla geri gönderebilmek için bu ücreti sizden kesmek zorundayız.”
Çok sıkıntılı ve acılı da olsa o yılki görevimizi tamamlayıp geri dönüşlerimiz başlamıştı. Hacılarımızın bir kısmı Mekke’den Medine’ye karayoluyla giderek Peygamber Efendimiz’in kabr-i şeriflerini ziyaret edip dualarını yaparak tekrar Mekke’ye geri dönüyor, bir kısmı da Medine’den hava yoluyla ülkeye dönüyorlardı. Ben ziyaretimi daha önce yaptığım için ülkeye dönüşüm Cidde Havalimanı’ndan mümkün oldu.
Beni mağdur etmişti
Bir önceki yıl hacca karayoluyla giderken, daha önce sizlere bahsetmiş olduğum pasaportumu alarak Irak sınırından Suud Gümrüğü’ne geçen ve beni çok mağdur eden şirket Genel Müdürü, Mekke’den dönüşte tekrar karşıma çıktı. Mekke’ye ayak bastığımız günden itibaren hacıların pasaportları, şirket görevlileri tarafından güvenlik açısından gerekli olduğu için “mektep” diye tabir edilen polis bürolarına götürülerek teslim edilirdi.
Geri dönüşlerde ise pasaportu hangi yetkili polise teslim ettiyse, kimliğini ibraz edip verdiği pasaportları sayarak ancak geri alma yetkisine sahipti. Hacıların kendi pasaportlarını, polisten isteyerek geri almaları ise mümkün değildi. Ancak bir ölüm hadisesi olur ya da ülkeye acil dönmek gerekirse, yine görevlilerle birlikte polise durum izah edilip, o zaman pasaport geri alınabiliyordu.
Şirketin Genel Müdürü, pasaportları polisten alırken, anlaşılan bana olan kin ve düşmanlığı hala devam ediyormuş ki şeytani aklını kullanarak; “Bu kişi kayıp, bunun pasaportu sizde kalsın, bulununca verirsiniz” diyerek benim pasaportumu poliste bırakıp, diğerlerini alıp getirmiş. Bu fesat adamdan fesatlıktan başka ne beklenir? Yine karakterinin gereğini yapmıştı.
Pasaportumu alıp havaalanına döndüğümde Genel Müdürü gördüm ve pasaportu çıkartıp gözünün içine soktum; “Bak, pasaport böyle alınır” dedim. Genel Müdür bana şöyle bir baktı; “Yahu sen bunu nasıl becerip geri alabildin?” dedi. Ben de kendisine; “Ne yani senin şeytani fikirlerinin kurbanı olmamı mı bekliyordun. Yani ben pasaportu geri alamayacaktım, uçağı kaçırıp Suudi Arabistan’da kalacaktım, o da senin çok hoşuna gidecekti değil mi?” diye cevap verdim.
Kolları sıvadık
Uçağımız sabah erken saatlerde kalkacaktı ve çok büyük bir uçaktı. Dolayısı ile o akşam havaalanında büyük bir kargaşa yaşanıyordu. Herkes kendi yükünü ve bagajını içeriye geçirip uçağa yüklenmesi telaşında idi. Bir beyefendi yanıma yaklaştı ve “Siz şirketin görevlisisiniz değil mi?” diye sordu. “Siz de görüyorsunuz ki bu düzensizlik içinde bagajlar, sabaha kadar düzgün bir şekilde içeri alınıp, uçağa yüklenmesi mümkün değil. Çünkü herkes önce kendi bagajını teslim etmek istiyor. Siz uçağa binecek yolcuları sıraya sokun ve herkesin bagajını tek tek alıp tartarak bandrolü yapıştırıp, bizim görevlilere teslim edin. Bu şekilde akış sağlanır ve işi kolayca halledebiliriz” dedi.
Ben de kendilerine; “Çok doğru söylüyorsunuz. Siz merak etmeyin, ben şimdi çabucak hallederim” dedim ve gruptan bagajlarını teslim eden iki kişi daha aldım, kolları sıvayıp işe koyulduk. Görevlinin bana verdiği megafonla yolculara; “Değerli yolcularımız, sevgili arkadaşlarım; bu gece işlerin sağlıklı ve çabuk bir şekilde yürüyebilmesi için, lütfen cebinizdeki biletlerde yazan koltuk, sıra numarasına göre sıraya geçin ve sıranızı bekleyin, bagajlarınızı da hazır bir şekilde tutarsanız inşallah işlerinizi kısa sürede bitirmiş oluruz” diye anons yaptım.
Yaptığım anonstan sonra baktım, kısa bir arbede yaşandı, kargaşa oldu. Fakat daha sonra yavaş yavaş yolcuların sıralandığını ve işlerinde tıkır tıkır yürüdüğünü görerek çok sevindim. Yolcuların bagajları tartılıyor, tespit edilen sınırı aşan kilo başı ayrıca belli bir ücret tahsil ediliyordu. Gece yarısına doğru uçağa binecek olan yolcuların bagajları tartılıp, bandrollenip yüklenmek üzere uçağa gönderildi. Biz de işleri yüzümüzün akıyla sağ salim tamamladığımız için çok mutlu olduk.
Havaalanı görevlisi işler bittikten sonra, beni çağırdı ve “Gerçekten çok iyi iş başardınız” diyerek teşekkürlerini bildirip; “Artık bir soğuk içeceği hak ettiniz” diyerek bana bir ananas suyu ikram etti. “Size bir sürprizim daha var, biletinize de baktım, uçağın kanat arkasında oturuyorsunuz. Dört numara boş olduğu için, sizi uçağın en önüne aldım. Dönüşte dört numaraya oturarak yolculuk yapacaksınız” dedi. Ben de kendilerine teşekkür ettim.
Hamdolsun döndük
Hemen gidip bir duş aldıktan sonra, sabah namazını da eda edip, uçağa binmek üzere işlemlerimizi yaptırdık ve öndeki bana ayrılan dört numaraya oturdum. Yorgunluktan oturduğum anda derin bir uykuya dalmışım. Uyanıp gözümü açtığımda uçağımız güneşli bir havada, Toros Dağlarının yukarısındaydı. Cidde’den Ankara Esenboğa Havaalanına, yaklaşık 4,5 saatlik bir yolculuk yaparak sağ salim ulaştık.
Birinci sınıf seyahat acentesinde, iki yıl üst üste normal hacıları hacca götürüp, getirmek için merkez büroda üçer aylık periyotlarla canla başla çalışmıştım. Şirketin beyin takımında hac döneminde çalışan elemanlara belli bir ücret veriliyordu. Fakat ben o Genel Müdür yüzünden, merkeze gidip hala bana takdim edilecek olan ücreti almış değilim. Şirketin asıl sahibi eşinin yakalandığı amansız hastalığın tedavisi için uzun süre Amerika’da kaldıktan sonra döndü. Fakat ben kendisine gidip de bir şey söyleyemedim ve Ankara’dan da askerlik dolayısı ile ayrıldığımdan, bu işte böylece kapanmış oldu.
Aralıksız devam eden hac yolculuğumun artık sonuna gelmiştim. Yolculuk diyerek basite alırsam, doğrusu kendime de haksızlık etmiş olurum. Bana verilen görev ve sorumlulukları yerine getirirken bazen zor ve meşakkatli bazen de can sıkıcı, acı ve üzücü bir çok olayla karşılaştım. Yazılarımda anlatmaya çalıştığım olaylar gerçekte yaşadıklarımın olsa olsa ancak onda biri kadar olanıdır.
Görevleri dolayısıyla onlarca kez hacca gidip gelmiş olanlar mutlaka vardır. Fakat benim gibi başkentin ortasında bir okulda hem öğretmenlik ve yöneticilik yapıp, hem de altı kez üst üste aralıksız hacca gidip gelen kaç kişi vardır bilemiyorum. Her faniye nasip olmaz diyorum ve bir kez daha Rabbime şükür ediyorum.
Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com
İrfan Mektebi ↗
Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.
Gönül Dünyamız ↗
Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.