Evimiz biraz dardı. Biz çocuk olduğumuz için onun odasında kalıyorduk. Her ne zaman uyansam kendilerini ayakta görürdüm. Diz kapağını geçip topuklarına kadar uzanan öyle bir iç elbisesi giyerlerdi. Göbek ile diz kapağı arası mutlaka kapalı olurdu.
Her gece teheccüd namazına kalkarlardı, evrad ve ezkâr okurlardı. Kadiri evradını Abdülkadir Geylani kuddüse sirruhu Hazretleri’nin bin tevhidini okurlardı. Kur’anı Kerim’den mutlaka bir cüz her gün okurlardı.
Sabah namazlarına camiye giderlerdi, cemaate iştirak onların en büyük arzusuydu. Bir de sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar mescitte kalıyorlardı. O günlerde kahvaltı sabah namazından sonra hazırlanıyordu. Üstadımız bir türlü gelmiyorlardı, annemiz bizi gönderirlerdi. Biz varırdık, zorla kaldırmaya çalışırdık, öyle gelirlerdi ve sofraya otururlardı.
Aşıka Bağdat yakındır
Kendilerine süt ikram edilirdi. Üzerinde, “Aşığa Bağdat yakındır” diye Arapça bir yazı bulunan bir fincanı vardı, bundan içerlerdi. “Oğlum aşıka Bağdat yakındır” sözünden, ben Allah celle celaluh’ün kuluna yakınlığını düşünüyorum.” “Ve nahnu ekrabu ileyhi min hablilveriyd.” (Biz kulumuza şah damarından daha yakınız.) Bu ayet-i celileyi tefekkür ediyorum derlerdi. Bir fincandan kahve içerken bile böyleydiler.
Öğle ve ikindi vakitleri arasında kitap okurlardı, kitapları çok güzeldi. Ev ile bahçemizin arası iki yüz veya üç yüz metre, buraya gidene kadar bile kitap ellerinde okuya okuya giderlerdi. Oradaki ağacın altı temizlenir, sulanır, minder konur orada okurlardı.
Yine öğle yemeği hazırlanır, beklenirdi. Kitapları bırakıp gelemezlerdi. Kitap ellerinde, sürekli okumaya devam ederlerdi. Anamız tebessümle “elinden kitabı alın, elinden kitabı alın” derdi bize. Çocuk olduğumuz için elinden kitabı alır kaçardık. Ondan sonra biraz nasihat ederlerdi, sofraya otururlardı. İlme de ilim ehline de çok muhabbetleri vardı.
Onlar gelmeden kendisi giderdi
Seyahatleri çoktu. Af buyurun, merkebine binerler, çantasını ellerine alıp köylere kadar giderlerdi. Orada dinimizi anlatmak insanların kalplerini İslam’a ısındırmak için konuşurlardı. Köyümüze dönmediği günler çoktur. Mesela bir Kayseri’de on beş gün kaldığı oluyordu. Orada yüzlerce insanla görüşürdü.
Gitmediği gün yoktu, biz günlerce evimizde yalnız kalıyorduk. Evin ihtiyacı nedir, tesbit eder, onu mutlak bırakır, bizim ihtiyacımızı görür, kendisi de bu hizmetlerden katiyen feragat etmez, ayrılmazdı. Çünkü Üstadı Sami Ramazanoğlu kuddise sirruhu Hazretleri onu teşvik ediyorlardı.
Seyahate gittikleri yerlerde büyük zatlar varsa onlarla buluşur ziyaretleşirlerdi. Said-i Nursi Hazretlerinden çok bahsederdi, onun eserlerinden misaller verirlerdi. Said-i Nursi Hazretlerini çok sevdiklerini söylerlerdi. Hiçbir kimsenin ayağına gelmelerini beklemediklerini biliyorum, onlar gelmeden kendisi giderdi.
İlim ehline değer verirdi
Bunun yanında en çok ilim ehline çok saygı duyarlardı. Büyük zâtlar için, ‘’Dinimize hizmet ediyorlar, bizim de her yere yetişmemiz mümkün değil, hepsini sevmeliyiz. Onlar da oralarda halkın ıslahına vesile oluyor, milletimizin birbirini sevmesine, saymasına, kardeşlik esasına özenmesine gayret ediyorlar.’’ derler, sena ile överlerdi.
Kendileri çok rahatsızdı, ayağa kalkıp da lavaboda ellerini yıkayacak durumda değildi, buna rağmen bir leğen getirilir ellerini yıkamadan sofraya oturmazlardı. Yemeğe tuz ile başlar tuz ile bitirirdi, yemekten sonra da ellerini yıkarlardı.
Mesela son zamanlarında hayatına mal olacak çok hastalıklar vardı, ayağa kalkacak durumları yoktu. Buna rağmen farzı kıldılar, dediler ki: “Resulullah’ın sünnetini nasıl terk ederim, sünneti de kılacağım” dediler. Çok zor eğilip kalkmasına rağmen sünneti yerine getirdiler. Sünnete çok riayet ederlerdi.
Not: Bu yazı Yeni Dünya Dergisi’nde Mahmut Bıyıklı imzasıyla yayınlanan bir mülakattan kısaltılarak iktibas edilmiştir.
Ali Ramazan Dinç/ İrfanDunyamiz.com