Son dönemin İslam alimlerinden merhum Mehmet Emin Saraç Hocaefendi ile Rıhle Dergisi’nin yapmış olduğu tarihi mülakattır. Süleyman Hilmi Efendi niçin İmam Hatiplerin kurulmasına karşıydı? Beiüzzaman Said Nursi ve Mehmet Akif Ersoy, Abdulhamid konusunda pişmanlık yaşadı mı? Zahidel Kevseri, Muhammed Abduh hakkında ne demiş? İşte cevapları:
Ebubekir Sifil: Hocam, sizin yetiştiğiniz insanlara biz yetişemedik. Sizin yaşadığınız devirde biz yaşayamadık. O devirlerle ve o insanlarla ilgili ancak sizin gibi hocalarımızdan birinci elden bilgiler alma imkânımız var. Sizden ve sizin kuşağınızdan…
Emin Saraç Hoca: İnsan bazı şeyleri zamanla unutuyor. Suallerinize cevap olarak hatırımda tutabildiğim hususları söyleyebilirim.
Ebubekir Sifil: Ehl-i Sünnet içinde konuşanlara bakarsak bizim bu yaşadığımız ahvalde söz söyleyenler iki gruba ayrılıyor. Bunlardan birincisi fıkıh, tefsir ve hadisle iştigal edenler… Çok fazla tasavvufî bahislere girip çıkmayanlar. Yani tasavvufu da ehline bırakanlar. İkincisi de tasavvufî alanda faaliyet gösterenler… Onlar da bu tarafa çok fazla müdahale etmiyor. Sanki bu iki saha, birbirinden kopukmuş gibi bir manzara ortaya çıkıyor. Ama siz Ali Haydar Efendi’ye yetiştiniz… Ona talebe oldunuz. Zahid Efendi’ye (el-Kevserî’ye) ve daha pek çok insana yetiştiniz. Bunlar zülcenaheyn insanlardı. Hem tasavvufî ilimleri hem de zahirî ilimleri cemetmişlerdi. Yani onların meseleye bakışıyla bugünkü durumu kıyaslarsak neler söyleyebilirsiniz?
Emin Saraç: Bu söylediklerinize ilaveten onların maziden gelen bir cevv-i ilmîleri, izzet-i İslâmiyyeleri vardı. Onlar İslâm devletini, izzet-i İslâmiyyeyi yaşayan/ hisseden kimselerdi. Tevfik Demiroğlu vardı. O derdi ki: “Siz izzet-i İslâmiyyenin ne demek olduğunu bilemezsiniz. Geçmiş dönemde bizim öyle bir hissimiz vardı ki, biz hilafet devletinin tebaasındanız. Siz şimdi bunu diyemiyorsunuz. Siz asılsız, nesilsiz bir hava içerisinde yetiştiniz. O sebeple, izzet-i İslâmiyyeyi duyamıyorsunuz.”
Hakikaten o zamanda yetişen âlimlerin hissiyatı bambaşkaydı. Gördüğümüz hocaefendilerin efkâr ve adabı bambaşkaydı. O nesil geçti gitti. Yeni mekteplerimiz maalesef öyle insanlar yetiştiremedi. Evvela ulûm-i İslâmiyyeyi hakkıyla, itikad ederek tedris vardı… Müderris efendilerin o ilimleri hakkıyla beyan etme kudreti vardı. Ama şimdi ne itikaden ne de iktidaren sadra şifa medreselerimiz kalmadı. Eski medreselerin müntesipleri gitti, yeni mektepler de Avrupa’dan gelen programlara göre tanzim edildi. Fakat her şeye rağmen yine Allah Teâlâ’nın inayeti ve lütf u keremiyle memleketimizde, avam derecesinde de olsa mü’minlik vasfı, inayet-i sübhâniye ile varlığını devam ettirmiştir.
Ve lillâhi’l-hamd, biz görüyoruz ki, bunca gayretlere rağmen hâlâ camilerimizi cemaatlerimiz dolduruyor. Bakıyorum hepiniz benden epeyce zaman sonra geldiğiniz halde, bizim çocukluğumuz zamanındaki gurbetten bizi kurtardınız. Çünkü ben o zaman akranım ve emsalimden çok az kişiyi görürdüm camide.
Babamız bize Kur’ân-ı Kerîm okuttuğu için defalarca hapse götürülmüştür. Vallahi’l-azîm babam, gece yarısı kalkıp bize Kur’ân okuturdu. O, teheccüd kıyamına alışmanın bereketi olarak da bizi kaldırıp Kur’ân-ı Kerîm okuturdu. Sabah namazına kadar hafızlık çalışırdık. Dört kardeş hıfzımızı bu şekilde babamızda ikmal ettik. Babam bu sebeple mahkemeye çıkarıldığında hâkim, “Sen çocuklara Arapça kitap okutuyormuşsun. Bu doğru mu?” diye sorduğunda, “Ben çocuklara, kimsenin canına, malına ve ırzına tasallut etmeleri için bir şeyler öğretmiyorum; ben Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı okutuyorum” demiş. Yani insanların Kur’ân okuttuğu için yargılandığı devirleri yaşadık biz. Allah Teâlâ o devirleri arkada bıraktı. Bu da batılın devam etmediğinin ispatı olmuştur. Allah’ın inayetiyle batıl bu memlekette karar kılmayacaktır.
Başlangıçta bu memlekette İslâm’ı her şeyiyle silmeyi, Allah’ın ismini anacak kimsenin kalmamasını hedeflemişlerdi. Nitekim Allah Teâlâ bu hususu şöyle tavsif eder: “Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler” (Bakara, 217). Ama elhamdülillah âyetin “eğer güçleri yeterse” ifadesi tahakkuk etti ve buna güç yetiremediler… Allah’a şükürler olsun.
Ali Haydar Efendi hocamız hakikaten gönlü yanık bir zat idi. Zulme ve zalimlere karşı nefreti kâmil, itikadı tam bir hocaydı. Geçen gün buraya Adapazarı İlahiyat’tan bir heyet geldi. İçlerinde dekan olan Ali Hoca da vardı. İçlerinden biri dikkatimi çekti. “Kimdir bu zat?” dedim. “Hayırsever bir kimsedir. Süleyman Efendi’nin talebelerine yardım eder” dediler. Allah kendisine rahmet etsin. Biz de Süleyman Efendi’den kısa bir süre de olsa ders okuduk. O, itikadı kâmil bir zat idi. Çünkü İttihatçı kâfirleri çok iyi tanıyordu… İyi bir nefreti vardı. O cihetten itikadı tamdı. İmam Hatiplere hüsn-i zan etmeyişinin sebebi şuydu: Celal Bayar komitecilerdendi. Bunlar devlet yıkmış insanlardır. “Bunların hayır dedikleri şey hayır değildir. Mutlaka bir şer düşünüyorlardır” diyerek karşı çıkmıştı İmam Hatiplere… Yani İttihatçılara karşı olan nefreti onu böyle bir tavra sevk etmişti.
Hâsıl-ı kelam biz o itikadı kâmil olan insanlardan okuduk, Allah’a şükürler olsun. Mısır’a gittiğimiz zaman da Allah Teâlâ lütuflarını üzerimizden eksik etmedi. Orada da çok iyi hocalardan okuduk. Oradaki hocalarımızın bizi “Osmanlı Devleti’nin çocukları” olarak görmeleri bize ayrıca bir iltifattı. Hatta hiç unutmam… Bu tabir Abdulfettah eş-Şa’şa’î hocaya aittir… Kendisi âlim, fâzıl ve kurrâ bir zat idi… Kâmil bir insandı. Seyyide Zeynep Camii’nin Cuma mukrilerindendi. Her caminin bir mukrii vardı. Mukriler camilere çetin bir imtihandan sonra tayin edilirdi. Ezher Camii’nin mukrii Mustafa İsmail idi.
Abdulfettah eş-Şa’şa’î hoca kapı gibi, mücessem bir zattı. Giderdim elini öperdim. Aynen şöyle mukabelede bulunurdu: “Zeyyukum yâ ebnâe sâdâtina (Nasılsınız ey efendilerimizin çocukları?)” Yani bizi sultanların çocukları olarak görürdü. Hususan Sultan Abdulhamid Han’ı çok severdi. Sık sık ondan bahsederdi. O zamanlar Ezher’de böyle ilim ve fazilet erbabı hocaefendiler vardı. O devir insanlarının meziyetlerini biz hâlâ idrak edemedik.
Şimdi çağdaş kelimesini bir devir kabul ediyoruz. “Çağdaş müfessir” diyoruz mesela. “Çağdaş müfessir” dediğiniz adamın imanını tehlikeye sokan öyle sözleri var ki imanından şüphe edilir… Nerde kaldı ki müfessir olsun! Müfessir demek ne demektir Allah aşkına! Bu böyle ucuz ve kolay bir vasıf mı? Fakih demek kolay mı? Ashâb-ı Kirâm arasında sadece yirmi kişi fakih olarak tespit edilmiştir. Abdülfettah Efendi’nin (Ebû Gudde) tespitine göre sadece 16 sahâbî müçtehid-i mutlak derecesindedir.
Büyük insanlardı bunlar… Hepsi gittiler. Şimdi yeni baştan inşallah bir inayet-i sübhâniye geleceğine itikad ediyoruz. Fakat ahir zaman fitneleri de bitmek bilmiyor. Ama biz şunu biliyoruz: Rasûlullâh sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz bize iki düstur bıraktı. “Size iki şey bıraktım. Onlara sarılmaya devam ettikçe asla sapıtmazsınız” hadis-i şerifini biliyoruz. Bir de Kıyamet alametleriyle ilgili müstakil kitaplarda ve hadis mecmualarının fiten bahislerinde gördüğümüz üzere fitnelerden uzak durmamız gerekiyor. Fitne zamanında sebat etmenin ehemmiyeti malumunuzdur.
Ayrıca İslâm’ın da bitmeyeceğini müjdeleyen bir hadis-i şerif vardır ki Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur: “Ümmetimden bir taife açıkça hak üzere olmaya devam edecektir. Onları terk edenler ve onlara karşı çıkanlar onlara zarar veremez. Allah’ın emri gelinceye kadar onlar bu halde olmaya devam ederler.” Bu hadisi Müslim rivayet etmektedir. Hak üzere sebat edenlerin düsturu ise Kitabullah ve Sünnet-i Rasûlullah’tır. Ama sen şimdi hem Kitabullah’ı kendi keyfine göre tefsir u te’vil edeceksin, diğer taraftan hadis-i şerifi reddedeceksin, ondan sonra da “ben İslâm’ım” diyeceksin… Nerden çıktı bu?
Belki duymuşsunuzdur, Kayseri müftü yardımcısı bir hatun saçma sapan sözler sarf etti. Bu kadın yalnız değil. Son zamanlarda peyda olan bir zihniyeti temsil ediyor. “İslam’a kendisinde bulunmayan ataerkil yorumlar ekleniyor. Peygamber’e atfen, “işlerini kadına bırakan toplum iflah olmaz” sözü söyletilmiştir” diyor. İnsaf yahu! Dört tane sahih hadis kitabında olan bir rivayet bu. Rasûlullah Efendimiz’in Necaşî’nin kızı için söylediği sözdür. Bu sözler, her şeyden önce eslâfı karalamaktır. Büyük bir musibet! Kıyamet alametlerinden birisi, eslafa karşı ta’nu teşnide bulunmaktır. Dalalet ve idlalden başka bir şey değil bu.
Bugün insanlarımız maalesef ahkâm-ı şer’iyyeyi kendi keyiflerine göre tanzim etmek istiyorlar. Hâlbuki Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz “Benden sonra, erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım” buyurmuştur. Fitne kelimesinin manası çok geniştir. Bugün, Halk Partisi zamanında olmayan bir itikadî tahribat yaşıyoruz.
Ebubekir Sifil: Hocam daha önce burada nakletmiştiniz. Bediüzzaman merhumun Sultan Abdulhamid Han’a karşı nedametini anlatmıştınız. Benzeri bir durum Mustafa Sabri Efendi için de dolaylı olarak söyleniyor. Mustafa Sabri Efendi, Mehmed Akif Ersoy gittiğinde onu Sultan Abdülhamid Han aleyhtarlığından çevirmek için çok uğraşmış.
Emin Saraç: Hayır, o şekilde değil. İhsan Efendi’den duyardım. Bazı geceler gurbette dertleşmek ve hasbihal için İhsan Efendi’nin odasına gelirlerdi. İhsan Efendi’nin odası Câmiu’l-Ezher’in yakınında Rivâku’l-Etrâk’ta, Muhammed Bek Ebu’z-Zeheb Medresesi‘ndeydi. O odaya Mustafa Sabri Efendi, Zahid Efendi, Mehmed Akif Bey gibi zatlar gelirdi. Mustafa Sabri Efendi mütebessim çehresiyle çok tatlı sohbeti olan bir zattı. Zaman zaman Mehmed Akif’e “Hadi Akif bey, Rıza Tevfik’in yaptığı gibi sen de bir şiir inşad et de milletimizin gönlüne biraz teselli olsun” dermiş. Malum Rıza Tevfik; “Tarihler ismini andığı zaman/ Sana hak verecek, ey koca sultan./ Bizdik utanmadan iftira atan. Asrın en siyasî padişahına” şeklinde manzum bir özürname yazmıştır.
Mehmed Akif tabii Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş… Şeyhülislam’la münakaşa edecek hali yok. Zaten gönlü kırık… Olabildiğince mahzun. Şairler daha hassas olur ya. İhsan Efendi anlatırdı… Mehmed Akif Bey dermiş ki: “Memleket hasreti, darüssıla kalbimizi yakıyor, lakin İstanbul’a değil de sakin bir köye yerleşip köy odasına otursam, elime Celaleyn tefsirini alıp o cemaate, onların anlayacağı şekilde anlatabilsem ve hayatımı böyle hitama erdirsem.”
Mehmed Akif Bey, Hulvan’da Abbas Halim’in köşkünde yaşardı. Bazen o köşkün dış odalarından birinde otururdu, biz de o zaman onu uzaktan seyrederdik. Mustafa İsmail’i dinlemeye gelirdi. Mustafa İsmail’in okuyuşu için “Rabbanî bir okuyuş” dermiş. Zaman zaman İhsan Efendi’nin odasında toplanırlarmış. Akif merhum sessizce otururmuş. Onlar o günün büyük yıkıntısı karşısında büyük bir eza ve üzüntü çeken, matem yaşayan kimselerdir.
Malum, İttihatçılar başlangıçta gençleri kandırdılar. Bediüzzaman da Sultan’ın kapısına gittiği zaman Osman Turan Bey’e; “Ben şimdi ahirete giderayak sultanımızın hafidesinden itizar etmek için geldim” diyor. Osman Turan Bey; “Kayın validem erkeklerle hiç görüşmez” diyor. Bunun üzerine Bediüzzaman; “Kapıyı aralayın da sözümü duysun” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Biz o zaman, gençlik zamanımızda, o günkü havaya kapılarak cedd-i âlânız hakkında bir şeyler söyledik. Bizi Allah affetsin. Siz de ceddiniz namına bizi affedin.” Ben bunu duydum.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi’nin Sultan Abdülhamid’e bakışı nasıldı?
Emin Saraç: İhtiramdan başka bir şey değildi. Sözü geçtiği zaman onu hayırla ve rahmetle yad ederdi. Mustafa Sabri Efendi de öyleydi. Mustafa Sabri Efendi ilk zaman bir hürriyet hevesine kapılmış… Sonra Meclis-i Mebusân bir gizli celse yapmış. Orada; “Balkanlardaki bizim mason kardeşlerimiz bize vaad etmişlerdi. Niçin bunu yapmadılar?” şeklinde bir konuşma geçiyor. “Mason kardeşler”den bahsedince Mustafa Sabri Efendi taaccüp ediyor. Beyanü’l-Hakk’ın birinci cildinde bir yerde diyor ki: “Bir zamanlar Sultan Abdülhamid hakkında hususî meclislerde konuşulamayan bir meseleyi şimdilerde işittim ki bir merkez-i âmm ihdas edelim diye çalışmaya başlamışlar. Bu hususî meclislerde, isimleri anılmayan masonlar var. Masonluk demek, dinsizlik, ahlaksızlık ve vicdansızlık demektir. Bunların hakkında ayrıca yazı yazacağım.”
Ebubekir Sifil: Ali Ulvi Hoca’nın hatıraları neşredildi.
Emin Saraç: Evet bana da gönderdiler. Bir yerde Mustafa Sabri Efendi’yle Zahid Efendi arasındaki bir hadiseden bahsetmiş. Allah aşkına! İnsaf etmek lazım. Ben ilk defa Mısır’a gittiğim zaman, hemşerim olduğu halde Mustafa Sabri Efendi’ye gitmeden Zahid Efendi’ye gitmiştim. Zahid Efendi’ye gittiğim zaman Mustafa Sabri Efendi, torunu Muvahhid’le beraber oraya gelmişlerdi.
Çok tatlı muhabbet ediyorlardı. Bunu biliyorum bir. İkinci olarak Mustafa Sabri Efendi, hanımı vefat ettikten sonra bizim Şehzade Şevket Efendi’nin evinde bir müddet kalmıştı. O sırada ben çok defa kendisini ziyaret ettim. Mustafa Sabri Efendi o zaman 88 yaşındaydı. Bir gün bana; “Zahid Efendi’ye gidiyor musun?” dedi. “Evet, Cuma günleri saat 9’dan itibaren gidiyorum” dedim. O gün Çarşamba’ydı.
Bana; “Cuma’yı bekleme, yarın Zahid Efendi’ye git. Ben de torunum Muvahhid’le birlikte ikindi vakti onun kapısına geleceğiz, lakin Zahid Efendi’nin evinin merdivenlerini çıkamıyorum. Zahid Efendi aşağıya insin. Arabaya binelim. Nil kenarına gidip biraz muhabbet edelim istiyorum. Kendisine benim selamımı söyle” dedi.
Allah rahmet etsin. Zahid Efendi beni gördüğünde “ehlen ve sehlen yâ mevlânâ” diye iltifatta bulunurdu. Yine aynı şekilde iltifatta bulundu. “Buyur ne söyleyeceksin?” dedi. “Şeyhülislam Efendi böyle diyor” dedim. “Ehlen ve sehlen, elbette gelsin” demişti. O zaman bugünkü gibi telefon falan yoktu. Bu şekilde birçok defa görüşmelerine vasıta olmuştum. Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi arasındaki meveddete ben şahidim. Ali Ulvi Hoca neye dayanarak aralarında bir meseleden dolayı soğukluk olduğunu söylüyor? Ben böyle bir şey bilmiyorum. Böyle bir şey yok.
Ebubekir Sifil: Hatıratta ayrıca Zahid el Kevserî’nin Çerkezlik davası güttüğü söyleniyor.
Emin Saraç: Eğer Zahid Efendi Çerkezlik davası gütseydi, Çerkez’i tercih etseydi, benim Çerkezlikle alakam olmadığını herkes bilir. O zaman Mısır’daki 110 tane Türkiyeli talebe içinde Çerkez yok muydu da Emin Saraç’a iltifat etmişti? Mesela Muzaffer Özcan, kendi memleketlisi. Ona olmayan iltifat neden Emin Saraç’a oldu? Çerkezlik davası olsaydı oradaki Çerkez talebelere iltifat ederdi. Bu Çerkezlik meselesi Ali Ulvi Efendi’nin zihninde nereden kaldıysa, muvakkat bir zaman böyle bir şey olduysa onu bilemem, ama Zahid Efendi’nin böyle bir dava güttüğünü söylemek mümkün değildir. Bana o kadar iltifat göstermiştir ki ben onu size tafsil etmekten hayâ ederim.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi’yle birlikteliğiniz kaç yıl sürdü?
Emin Saraç: Biz Mısır’a gittiğimiz zamandan Zahid Efendi’nin vefatına kadar yaklaşık üç yıl beraberliğimiz oldu. Her Cuma yanına giderdim. “Her Cuma mutlaka geleceksin” demişti. Daha öncesinde “haftada dört gün bana geleceksin” demişti. Çünkü o zaman sıhhati yerindeydi. Daha sonra iki kızı veremden vefat etti. Diğer taraftan gurbet. “Teyzeniz, çocukların vefatından sonra bir türlü kendine gelemedi” derdi. Kendisi vefat edinceye kadar ben hanımını görmüyordum. Vefat ettikten sonra görüşmeye başladık. Cenazesi yıkanırken İhsan Efendi’yle beraber orada bulunmuştuk.
Ebubekir Sifil: Hocam o zaman kaç yaşlarındaydınız?
Emin Saraç: [Emin Hoca, tebessüm ediyor] Yaşımı tespit etmeye çalışıyorsunuz. Hâlbuki altmışından sonra yaş meselesi pek konuşulmaz. Bu hususta hem İmam Mâlik’in, hem de İmam Şâfiî’nin tavsiyesi vardır.
Ebubekir Sifil: Yani siz o zaman talebe miydiniz?
Emin Saraç: Evet, Külliyyetü’ş Şerîa’daydım. Buradan gidince Ezher’de bizi imtihan ettiler. Lise kısmına kaydettiler. Herkesi lisan öğrenme kısmına alırlarken bizi lise kısmına aldılar. Lise kısmından sonra Külliyyetü’ş Şerîa’ya imtihanla kabul edildik. Bir ikindi vaktiydi. İmtihanı kazandığımı işitir işitmez tramvaya binerek Mısr-ı Cedide’ye gittim. Zahid Efendi’nin kapısını çaldım. “Külliyyetü’ş-Şerîa imtihanını kazandım” dedim. “Çok güzel. Mübarek olsun… Memleketimizde şer’î mahkeme mi var ki bu fakülteye kaydoldun? derler, sakın onlara kulak asma. Sen bu mübarek ilimlere kendini vakfedersen sonunda velev ki bir kimsenin sualine isabetli cevap versen, bu yaptığın tahsilin mükâfatını alacaksın. Eş-Şerîa fakültesini tercih etmekle çok isabet etmişsin” dedi.
O zaman arkadaşların cümlesi Usûluddîn fakültesini tercih ediyordu. “Usûluddîn’i seçersek bunu ilahiyat olarak tercüme ederler. O zaman da memleketimizde makbul olur” diyorlardı. O zaman Halk Partililer insanları aldatmak için Ankara’da ilahiyat fakültesi açmışlardı. Hâsıl-ı kelam Zahid Efendi hocamız eş-Şerîa fakültesini tercih ettiğim için beni tebrik ve takdir etti. Zahid Efendi haddim olmayan bir tasvipte bulunarak kendi teklifiyle bana icazet verdi… et-Tahrîru’l Vecîz fî mâ Yebteğîhi’l Müstecîz’i elime verdi ve “Benim elimde başka nüsha kalmadı, sen bunu elinle yaz, aslını bana geri getir” dedi. Ben yazdım götürdüm… Sonuna kendisi birkaç satır ilave etti. Benden sonra kimseye de icazet vermedi. Zaten kısa bir süre sonra vefat etti.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi’den sonra 1954’te Mustafa Sabri Efendi vefat etti. Bu tarihten sonra siz Mısır’da kaldınız mı?
Emin Saraç: Tabi… 1958’de memlekete döndük.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi’den sonra Mustafa Sabri Efendi’yle irtibatınız devam etti mi?
Emin Saraç: Evet, perşembe günleri Ali Yakup Efendi (Cenkçiler) ile giderdik. İkindiden sonra çıkardık… Akşam namazını orada kılardık. Bazen beni imamlığa geçirirdi. Ne zor gelirdi Şeyhülislam’ın önüne geçmek. Hatırlıyorum bir gün Şeyhülislam Efendi’nin evine giriyorduk. Evi bizimkiler kadar tefrişatlı değildi. “Şurada iki tane seccade var. Birisi halıdır, diğeri hasır. Hasır olanı öne, halı olanı arkaya ser. Namazı da sen kıldıracaksın” dedi. Ben seccadeleri dik sermiştim. O seccadeleri yan serdi ve “toprak cinsinden bir yere secde etmek evladır, değil mi?” dedi.
Şeyhülislam Efendi, konuşurken birçok şiir beyti zikrederdi. Edip ve şair olması hasebiyle böyle bir hususiyeti vardı. Bir defasında bir beyit okumaya başladı, ama devamını getiremedi. “Aman boş ver. Birçok mahfuzatım var. Mühim değil. Allah’a şükürler olsun her gün sabah namazından sonra bir cüz Kur’ân’ımı okuyabiliyorum ya” dedi. Bazen bir âyet-i kerîmeyi okurken sesi titrer, gözleri dolardı. Âyet-i kerîmeleri öyle bir aşk ile okuyordu ki bir acayip hal kaplardı kendisini. Başkasına okuttuğunda da ağlardı. Bir defasında Abdurrahman Efendi (Gürses) geldi. Bir müddet kaldı. Abdurrahman Efendi’yi görünce, “Ne güzel! Bize Kur’ân okuyacaksın” dedi. Abdurrahman Efendi o güzel sesiyle en az üç sayfa okurdu. Şeyhülislam Efendi de kemal-i aşk ile dinlerdi.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi vefat ettikten sonra siz 1958’e kadar orada kaldınız. Mısır ulemasının ve meşayıhının onların arkasından yazdıkları intiba ve hatıraları hatırlıyor musunuz?
Emin Saraç: O diyarın şöhretli âlimlerinden Muhammed Ebu Zehra Hoca, Makalâtu’l Kevserî’de de gördüğünüz üzere Zahid Efendi’nin arkasından sayfalarca yazı yazmış ve kendisinden “el-İmâm” diye bahsetmiştir. Yine, Muhammed Yusuf Musa Hoca’nın Zahid Efendi’nin ardından yazdıklarını Ali Yakup Efendi’ye okuduğumda Ali Yakup Efendi “Muhammed Yusuf Musa, Ezherlidir. Biraz konuşmayı sever. Bazen ileri geri konuşur. Zahid Efendi’nin de bulunduğu bir mecliste yine böyle konuşuyordu. Zahid Efendi ona Mısır lehçesiyle öyle bir cevap verdi ki Muhammed Yusuf Musa susup kaldı” dedi. Bu arada Zahid Efendi Mısır lehçesini çok iyi konuşurdu. Mustafa Sabri Efendi bile onun bu özelliğine şaşardı.
Muhammed Yusuf Musa, Zahid Efendi’nin vefatından 3 ya da 4 sene sonra çıkarttığı kitabında Zahid Efendi’yi öyle metheder ki o kadar olur. Bir gün birisi makalesinde “Hayır cemiyetlerine zekât verilebilir” yazmış. Muhammed Abdulvehhâb el-Buhayrî Hocamıza bu makaleden bahsettiler. Hoca, “Makalât’ı getirin. Orada “fî Sebîlillâh” bahsini okuyun” dedi. Makaleyi sonuna kadar dinledikten sonra dedi ki: “Bu makaleyi yazabilmek için en az otuz kitabı hazmederek okumak lazım… el-Kevserî’nin sözü hüccettir. Diğer yazının muhtevası ise bir şey ifade etmez.”
Usûluddîn fakültesi hocalarından Abdurrezzâk Efendi… İşâratü’l-Merâm mukaddimesini yazan zattan bahsediyorum. Bu zatın kızının nişanı olacaktı. Nişanlanacak kişi bizim ahbabımızdı. Merasime bizi de davet etmişlerdi. O zaman Abdunnasır, Osmanlı aleyhine beyanatlar veriyor, “Tarbuş Osmanlı müstemlekesinin alametidir” diyordu. Bu yüzden ben hiç fesimi çıkarmıyordum. Merasim mekânına girdiğimizde bize ayrı bir iltifat gösterdiler, buyur ettiler ve bir yere oturttular.
Abdürrezzâk Efendi Usûluddîn fakültesinin meşhur hocalarından… “Bunlar Türkiyeli talebelerdir” diyerek bizi hazirûna tanıttı. Dedi ki: “Biz talebeyken Devlet-i Hilafet-i İslamiyye-i Osmaniye bitmiş, yıkılmış, bir başıboşluk hâkim olmuş, önüne gelen din iman namına konuşuyordu. Gazetelerde yazıp çiziyorlar. Artık İslam’ın kusurlarını aramaktan başka bir dertleri kalmamıştı. Hocalarımız ders okutmaya alışmışlar, gazetecilik bilmiyorlardı. Bize lazım gelen ikazları yapıyorlardı ama gazetelerde yazılanlar daha çok dikkatimizi çekiyordu. İşte böyle bir zamanda Akdeniz’in ufuklarında iki donanma göründü. Bunlardan birisi Mustafa Sabri Efendi, diğeri ise Zahid Efendi’dir. Birisi akliyyât sahasında hüccet, diğeri ise nakliyyât sahasında zirvedir. Bu iki donanma Mısır’a demir attı ve İslam’la ilgili yazılıp çizilen menfi yazı ve makaleleri/iddiaları bertaraf ettiler. Onların Mısır’a gelişi bizim için büyük bir rahmet oldu.”
Ebubekir Sifil: Mustafa Sabri Efendi merhumun Muhammed Abduh’la başı pek hoş değil. Yazılarında onun adını andığında “rahimehullah” demiyor. Fakat Zahid Efendi Makalât’ta bir yerde diyor ki: “Onun hayatı dönem dönemdir.”
Emin Saraç: Evet, yalnızca bir yerde söylüyor. Osmanlı Devleti’ne dair bir sözüyle ilgili olarak söylüyor. Yoksa sevmezdi onu… Hoca bile saymazdı. Bir gün Mustafa Sabri Efendi merhuma: “Muhammed Abduh’dan “el-Üstâz, el-İmam” diye bahsediyorsunuz” dedim. “Rahimehullah diyor muyum? Ben ona ne zamandan beri rahmet okumuyorum, biliyor musun? Anlatayım sana… Bizim Osmanlı Devleti büyük bir coğrafyaya hükmediyordu. Hicaz’a, San’a’ya, Fustat’a kadılar gönderiyordu. Mısır kadılarından biri de Yahya Efendi’dir. Kendisi Fatih dersiamlarındandır. Hırka-i Şerif’te otururmuş. Osmanlı Devleti yıkılınca Yahya Efendi çok müteessir olmuş. Osmanlı Devleti’nin yerine gelen devlet irtidâdî vasıftadır. “Ben şimdi memlekete dönüp derdime dert katmayayım” demiş ve orada kalmış. Onunla çok oturup kalkardık. Bir gün dedi ki: “Ben Muhammed Abduh’la sık sık görüşürdüm. Muhammed Abduh Türkçeyi de çok iyi bilirdi. Bir gün yine otururken vahiy meselesini müzakere ediyorduk. Muhammed Abduh vahiy meselesinde birtakım felsefî izahlar yapmaya başladı… Bizim bildiğimiz vahiy tariflerini tamamıyla reddediyordu. Ben söylediklerini reddettim… İzah ettim… Ama o görüşlerinde ısrarlıydı. Israrında devam edeceğini anlayınca sükût ettim. Ondan sonra Muhammed Abduh’la görüşmek istemedim. Kendisi bana gelmeye devam etti ama ben onun mecalisine gitmek istemedim.” Yahya Efendi çok muttakî, salih, âdil ve âlim bir kimse idi. Onun gönlünden çıkarttığı bir kimseyle ilgili ben başka bir şey söylemem. Yahya Efendi benim için hüccettir.”
Velhâsıl, Muhammed Abduh’un son anını bilmiyoruz, lakin “Mısır’daki melâhide (mülhitler) hep onun cübbesinin altında toplanmıştır” derlerdi. Nitekim bir defasında Şübbânu’l-Müslimîn cemiyetinde birisi konferans veriyordu. Cemaleddin Efgânî ve Muhammed Abduh’u medh u sena etmeye başladı. Çok cemiyetçi insanlar oldukları için mason cemiyetine bile katıldıklarını sitayişle anlatıyordu. Konferans sonrasında konuşmacının yanına gittim ve bizim memlekette masonlara, “en büyük kâfirler” denir dedim. “Sizin cumhurbaşkanınız mason değil mi?” dedi.
Kasım Emin adında birisi vardır. Tahrîru’l Mer’e adında bir kitabı var. Ama bu kitabı kendisi yazmamış, Muhammed Abduh yazıp onun adına bastırmış. Mısır’dayken gazeteleri takip ederdim. Ayrıca Mecelletü’l-Ezher, es-Sekâfe, er-Risâle ve el-Müslimûn dergilerine abone olmuştum. Bunların bazı nüshaları hâlâ kütüphanemde vardır. el-Mısrî gazetesinde kâmilen bir sayfada yayımlanmış bir röportajda yaşlı bir insanla konuşmuşlar. Tahrîru’l Mer’e kitabından bahsediyor. “Biz Muhammed Abduh’un cemaatinden idik. O eseri Şeyh Muhammed Abduh yazdı. Ama dedikoduların önüne geçmek için Kâsım Emin’e vererek kitabı onun neşretmesini istedi. Yoksa o kitapta Kasım Emin’e ait bir kelime bile yoktur” diyor.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi’nin makale yazdığı derginin sayıları da var mı sizde?
Emin Saraç: Hepsi yok ama bir kısmı var. Daha ziyade er-Risâle’de yazıyordu. Hükmü muhalefeti fasli’d-dîn ani’d-devle başlıklı makalesini Suriye’den gelen bir talep üzerine yazmıştı. Hüsâmüddîn Kudsî isimli bir zat vardı. Allah kendisine rahmet etsin. Bana dedi ki: “Makaleleri kitap olarak yayımlayacağız. Ama git Zahid Efendi’ye sor; hangi makaleyi en başa koyalım?” Zahid Efendi Mısr-ı Cedîde’ye yakın bir yer olan Abbâsiye’de otururdu. Kendisini ziyaret ettim ve kitabın hangi makaleyle başlayacağını sordum. “Mesâhifu’l-Emsâr’ı en başa koysunlar” dedi.
Ebubekir Sifil: Makalât’ın basılacağından Zahid Efendi’nin haberi vardı değil mi?
Emin Saraç: Evet vardı. Fakat kitabın mukaddimesinden haberi yoktu. Çünkü kitap onun vefatından sonra çıktı. Muhammed Ebu Zehra bir giriş yazdı. Yusuf Bennûrî Hoca bir makale yazdı. Ayrıca Ahmed Hayri’miz vardı… Allah rahmet etsin… O da yazdı. Ahmed Hayri Bey, Allah için, çok neşeli bir insandı.
Ebubekir Sifil: Zahid Efendi’nin Hind- Pakistan ulemasıyla da irtibatları vardı.
Emin Saraç: Evet, Hind-Pakistan hocaları devamlı surette Zahid Efendi’yle temas halindeydiler. Mektupları gelirdi. Ziyaretleri olurdu… Selam gönderirlerdi. Ebu’l Hasen en-Nedvî Hoca’nın ziyaretini çok iyi hatırlıyorum. 1951 senesiydi. Hatta Ezher’de ilk ziyaret ettiği oda benim odamdı. Ezher’de Türk talebeleri sormuş ve benim odamı göstermişler. Müzekkirâtu Sâih fi’ş-Şarki’l-Arabî adlı kitabında iki yerde bu fakirin adını zikreder, es-sadîku’l-kadîm (kadim dost) diye bahseder. O zaman söylediği sözler gönlümdeki tesirini hâlâ sürdürmektedir. O vakit 37 yaşındaydı en-Nedvî Hoca. Ondan sonra vefat edinceye kadar alakamız ve rabıtamız inkıtaa uğramadan devam etti. Mektuplaşmalar ve ziyaretler devam etti.
En-nihayet biz kendisini memleketi Leknev’de ziyaret ettik. O karmakarışık ülkede 24 ayar altın safiyetini hiç bozmadan devam ettirmiş bir zattı. İslam zevkini ve izzetini yaşayan bir topluluktur en-Nedvîler. Nedvetü’l Ulema’nın başındaki kimseler maaş almadan vazifelerini yaparlar. En ileri kimselerinin evlerine gittik; her biri bir tevazu abidesiydi. Ebu’l Hasan en Nedvî hocanın mekânı genişçe bir oda… Zemininde çok basit bir sergi var… Öyle halı falan aklınıza gelmesin. O odada bir minder üzerinde oturuyordu. İşte 1 milyarlık Hindistan’ın devlet başkanı kendisini ziyarete geldiğinde onu o odada kabul edermiş. Allah rahmet etsin. Büyük bir şahsiyetti.
Ebubekir Sifil: Hocam, bu bahsin sonunda Abdülfettah Ebu Gudde hocamızla ilgili de bir şeyler dinlemek isteriz.
Emin Saraç: Zahid Efendi hocamızın Abdülfettah Efendi’yi çok sevdiğine bu kulaklar ve gözler şahit olmuştur. Biz Mısır’a gittiğimizde o dönmüştü, fakat Zahid Efendi’nin meclisindeki varlığını, tazeliğini o denli muhafaza ederdi ki Zahid Efendi sık sık ondan bahsederdi. Abdülfettah Efendi’nin adresini verdi ve bana “umarım bir gün görüşürsünüz” dedi.
Nihayet Zahid Efendi’nin bu temennisi 1964 yılında kara yoluyla hacca giderken yol üzerinde gerçekleşti. Mahmud Efendi (Bayram) ve Salih Efendi’yle birlikteydik. Bâbu’l Hevâ sınırından geçtik. Orada arabasıyla duran bir delikanlıdan bizi bir otele götürmesini istedik. Ancak o genç bizi otel yerine evine götürdü. Ninesi Türk’müş. Kapıdan geçer geçmez: “Nineciğim bak sana Türk hacıları getirdim” dedi.
Hemen bir sofra kurdular. Yemek esnasında ben o gence: “Burada Abdülfettah Ebu Gudde adında bir hoca var. Tanır mısın?” dedim. “Tanırım” dedi. “Bizi ona götürür müsün?” dedim. Nihayet akşam namazını müteakip Abdülfettah Ebu Gudde Hoca’nın evinin kapısını çaldık. Kapı açıldı. İçerde sol tarafta itina ile dizilmiş devasa bir kitaplık dikkatimi çekti. Baktım Abdülfettah Efendi… O zaman sakalları simsiyah.
Bizi büyük bir iltifatla karşıladı. “Türkiyeliyiz, adım Emin Saraç” deyince “Safalar getirdiniz… Emin Saraç sen misin?” dedi. Abdullah Osman adında Humuslu bir zat vardı. Ebu Gudde hocaya benden bahsetmiş, “Zahid Efendi’nin has talebelerinden” demiş. İlk görüşmemiz böyleydi. Ondan sonra vefat edinceye kadar ahbaplığımız devam etti. Zahid Efendi, Abdülfettah Ebu Gudde Hoca’dan çok bahsederdi. “Sabırlı, gayretli ve müeddeb bir talebemizdi” derdi. Daha ziyade onun siretinden bahsederdi. Ebu Gudde Hoca da Zahid Efendi’ye karşı çok vefakâr ve hürmetkâr idi.
İlk İstanbul ziyaretinde bu camiye (Fatih Camii) girdik. Caminin içinde ben ona: “İşte Zahid Efendi Hocamız burada okudu ve müderrislik yaptı” deyince elektriğe çarpılmış gibi oldu… Gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Evet, öyle insanlardı işte… Ölüp gittiler ama muhabbet ve tesirleri hâlâ yaşamakta. Çünkü onlar hakkında: “İman edip, salih amel işleyenler var ya, Rahmân (olan Allah) onları (gönüllere) sevdirecektir.” (Meryem, 96) âyeti tecelli etti.
Şimdi bir de zamanın “baş profesörlerine” bakın. Bir tanesinin dinler arası diyalogla ilgili kitabını okumuşsunuzdur. Oradaki sözleri bir Müslüman nasıl söyleyebilir? “De ki: Ey insanlar, şüphe yok ki ben, Allah tarafından sizin hepinize gönderilmiş olan peygamberim; o, öyle bir Allah’tır ki göklerin saltanat ve tasarrufu da onundur, yeryüzünün de.” (Araf, 158) ayetini görmüyor mu bunlar? Demek ki göremiyorlar. Birtakım mefsedet yuvalarında toplanarak konuşmalar yapıyorlar. Bu dinler arası diyalog ne kadar ayıp bir şeydir. Neûzu billâh!.. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh!
Ebubekir Sifil: Hocam İhsan Efendi’den biraz bahsetseniz…
Emin Saraç: İhsan Efendi, Yozgatlıdır. Annesi benim eniştemin babasının hemşiresiydi. Ben Mısır’a gitmeden önce İhsan Efendi’yle bu cihetten bir bağlantım olmuştur. Bende el yazısı mektubu vardır. Ciddi, efendi, şahsiyetli ve zeki bir insandı. Fakat Şeyh Bahît el Mutî’î’den icazet aldıktan sonra Türkiye’deki hengâme meydana gelince bir daha Türkiye’ye dönmedi. Orada kalmayı ihtiyar etti. Orada Sultan Mahmud Medresesi’nin nazırlığını yaptı. Ayrıca Âbidîn sarayında da bir vazifesi vardı. Abdunnasır gelip sarayı altüst etti. O zaman Kral Faruk aleyhinde çokça konuşuluyordu.
İhsan Efendi; “Biz içinde olmasaydık belki bu söylenenlere inanırdık. Bizim Sultan Abdülhamid’in hal’i zamanında duyduğumuz sözlerin benzerleri Kral Faruk hakkında söyleniyor. Hadiseler onların söylediği gibi değildir” demişti. Copeland’ın yazdığı Lu’betü’l-Ümem adında bir kitap vardır. Orada Kral Faruk hakkında hüsn-i şehadet olabilecek ifadeler bulursunuz. Çünkü o şahıs Amerikan dışişleri bakanlığında çalışan bir Ortadoğu mütehassısı.
Yahudi devleti kurulduğunda İsrail’i tanıması için Kral Faruk’u ikna etmek gayesiyle onu göndermişler. Orada üç ay kalmış ama Faruk’u bir türlü ikna edememiş. Bunun üzerine çeşitli entrikalarla Abdunnasır’ı getirmişler.
İhsan Efendi’ye dönersek, gönlü kırık, muzdarip ve zarif bir şahsiyetti. İlimle meşgul olurdu; okumayı ve okutmayı çok severdi. Bizim odamıza da birçok defa gelmiştir. Ayrıca Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi kendisini çok severlerdi. İhsan Efendi, Ali Himmet Berki’nin Fatih’in Adliye Hayatı adlı kitabını Arapçaya çevirmiştir. Kadınların kadılık vasfını alabileceğine dair Ali Himmet Berki’nin bir kaydı var. İhsan Efendi bu kaydın mutlak olmadığını izah için oraya güzel bir haşiye koymuştu. İhsan Efendi bu haşiyesini Zahid Efendi’ye okumuş. Zahid Efendi; “İhsan Efendi mevzunun hakkını vermiş. Kendisini takdir ettim” dedi.
İhsan Efendi Müfti’d Diyâri’l Mısriyye Muhammed Bahît el Mutî’î’de okumuş ve ondan icazet almış bir kimse. Kendisi anlatmıştı. “Bahît el Mutî’î hocanın derslerini takip ediyordum. Hidâye okutuyordu. Bir gün bir de ne göreyim… Memleketimizin en muhterem hocası koltuğunda kitaplarla gelmiş bizimle beraber dersi dinliyor. Onu öyle yanımıza oturmuş görünce utandık.” İşte Zahid Efendi hocamız böyle acayip bir ilim takipçisi idi. Muhammed Habibullah eş Şınkîtî’nin evinde Muvatta okunurdu ve Zahid Efendi orada da hazır olurdu. Suriye’ye gittiğinde Şeyh Muhammed b. Ca‘fer el Kettânî’nin meclisine katılarak dersini dinlemiş ve kendisinden icazet almıştır.
Ömer Faruk Tokat: Hocam, Ali Yakub Efendi nasıl biriydi?
Emin Saraç: Ali Yakub Efendi çok mihnetler geçirmiş bir kimse olmasına rağmen olabildiğince neşeli bir zattı. Aslen Kosovalıdır. Hem Mustafa Sabri Efendi’nin hem de Zahid Efendi Hocamızın gözdesi/ güzidesi idi. Biz Mısır’a ilk gittiğimizde Zahid Efendi’nin yanına gittik. Bize annemizin kucağına düşmüşçesine iltifat ediyordu. “Burası bizim için yabancıdır, karanlıktır. Ne yapacağımızı bilemiyoruz. Kimlerle görüşebiliriz bilmiyoruz” dediğimde Zahid Efendi hocamız, “Sen şimdi buradan giderken İhsan Efendi’nin nezaret ettiği Sultan Mahmud Medresesi’ne uğra. Orada Ali Yakub isminde biri var. O sana ağabeylik yapar” dedi.
Ali Yakup Efendi ayrıca Ali Ulvi Bey‘in hocasıdır. Kendisine bütün dersleri o okutmuştur. Sultan Mahmud Medresesi’ne vardığımda akşam namazı sonrasıydı. Ali Yakup Efendi odasından bir ampul uzatmış kapının önünde kitap okuyordu. Hatırlıyorum, Şekîb Arslan’ın Hâdıru’l Âlemi’l İslamî adlı kitabıydı. Ali Yakup Efendi o zaman Fuâdu’l Evvel Üniversitesi (şimdiki Kahire Üniversitesi)’nin kütüphanesinde şark dilleri bölümünde çalışıyordu. Kendisi 7 lisan bilirdi. Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıfu’l Akl kitabının müsveddesini temize çeken odur. Mustafa Sabri Efendi kitabın birinci cildinde Ali Yakup Efendi’den “veledî el aziz (değerli evladım)” şeklinde bahsetmiştir.
Fatih Kaya: Ali Ulvi Kurucu hoca Mısır’dayken siz de orada mıydınız?
Emin Saraç: Hayır, biz gittiğimizde o Mısır’dan ayrılmıştı. Babası hastalanınca tahsilini yarıda bırakarak memlekete dönmüştü. Ezher’e başlamış fakat mezun olmadan ayrılmış. Bütün dersleri Ali Yakup Efendi’yle müzakere edermiş. Ali Ulvi Bey kendisi bana söylemişti: “Ben Ezher’den ziyade Ali Yakup Efendi’den istifade ettim” demişti.
Ömer Faruk Tokat: Ahmed Muhtar Büyükçınar hoca sizinle aynı dönemde miydi?
Emin Saraç: Evet aynı dönemdeydik. Bir noktada kendisiyle ihtilaf etmiştik. Ben “Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi velî insanlardır” demiştim. O ise benim bu sözüme karşı çıkmıştı. Yani takva ise takva, fedakârlıksa fedakârlık… Bir insan başka türlü nasıl velî olur? Evliya ifadesini onlara çok görmüştü.
Fatih Kaya: Hocam, daha önce Sabri Efendi’den şerh-i sadr tabirini nakletmiştiniz.
Emin Saraç: Evet… Mustafa Sabri Efendi Hocamız bir münasebetle bana demişti ki: “Ben Türkiye’deyken bu fitneleri, Muhammed Abduh ve benzeri kişilerin düşüncelerini fazla tanımazdım. Ama bu hicret bana bir şerh-i sadr ihsan etti. Allah Teâlâ bana birçok hakikati hicrette gösterdi ve anlamak ferasetini ihsan etti.”
Fatih Kaya: Mustafa Sabri Efendi’nin Seyyid Kutup’la ilişkisi olmuş mu?
Emin Saraç: Tabii ki oldu. Mevkıfu’l Akl kitabı ilk çıktığında Ali Yakup Efendi’ye “Al bu kitabı Seyyid Kutub’a götür. Bu kitabı herkes anlamaz fakat o anlar. O genç bir yazardır… Yazılarını takip ediyorum. O anlar” demiş.
Ömer Faruk Tokat: Hasan el Benna ile mülakî olmuşlukları var mı?
Emin Saraç: Ali Yakup Efendi anlatırdı. Hasan el Benna merhum Ali Yakup Efendi’den zaman zaman kendisini Mustafa Sabri Efendi’ye götürmesini istermiş. Bu ziyaretlerin birinde Mustafa Sabri Efendi, Hasan el Benna’ya; “Şu muhtevada bir kitap hazırladım” demiş ve kitabın bazı bahislerini kendisine okumuş. Hasan el Benna kendine has nezaket ve edebiyle; “Bu kitabınıza “el-Kavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu‘minûne bi’l-Ğaybi ve’llezîne lâ Yu‘minûn” ismini versek münasip görür müsünüz?” demiş. Bunun üzerine Mustafa Sabri Efendi: “Ali Yakup Efendi yaz; bu kitap bu isimle neşredilecektir” demiş. Biz maalesef Hasan el-Benna’ya yetişemedik. Biz 1950 senesinde Mısır’a gittik. O ise 1950’den evvel şehid edildi.
Fatih Kaya: Ord. Süheyl Ünver 1951 senesinde Mısır’a gitmiş. Mısırnâme’si var. Orada Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi ile görüştüğünü yazıyor. İkisinden de sitayişle bahsediyor. Hatta Mustafa Sabri Efendi’nin bir vesikalık fotoğrafını o Mısırnâme defterine koymuş.
Emin Saraç: Onun evrakı ve kitapları Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir. Hatta onun not defterinde Abdülmecid Efendi’nin bir sözünü okumuştum. “Milletimizin intibaha gelmesi nasıl mümkün olur?” sorusuna cevap olarak Abdülmecid Efendi der ki: “Metin akide ve güzel ahlak… Bu iki esas ile mücehhez olmadıkça intibah mümkün değildir.”
Fatih Kaya: Bir de Fuat Sezgin’in Kahire’ye gelip Zahid Efendi ile görüşmek istediğini anlatmıştınız.
Emin Saraç: Birlikte Zahid Efendi’nin kapısına kadar gittik. Kapıyı açtı… Titriyordu. “Hastayım, görüşmeye mecalim yok” diyerek mazeret beyan etti. Fuat Sezgin oraya çok gelirdi. İslamî Araştırmalar Enstitüsü’ndeki kitaplarla ilgili çalışmalar yapıyordu. O münasebetle geliyordu ve görüşüyorduk.
Ebubekir Sifil: Hocam sizi yorduk, Ahmed Davudoğlu Hoca hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Emin Saraç: Ahmed Davudoğlu hoca “hazâ hocaefendi” denilecek bir zat idi. Memleketimizin son olarak tanıdığı fakih, halûk, hâlis ve firaset sahibi bir hocaefendidir. Çok hâlis bir insandı… Allah rahmet etsin. O da Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi hocalarımıza meftun idi.
Fatih Kaya: Ahmed Davudoğlu Hoca’ya “Sahîh-i Müslim tercüme ve şerhini” yazmayı siz mi teklif etmiştiniz?
Emin Saraç: Evet… Çünkü Mehmet Sofuoğlu, Buharî ve Müslim’i tercüme etmişti. Sönmez Neşriyat’ın yazıhanesinde oturuyorduk. Dedim ki: “Bu hadis kitaplarımızı mücerred tercüme etmek milletimizi idlâl eder. Bunları izahlı ve şerhli neşretmek lazımdır. Bunu da ancak Davudoğlu Hoca yapabilir. Zira kendisi Sübülü’s Selâm’ı tercüme etti. Bu sahada epey bir melekesi oldu.”
Davudoğlu Hoca, Ezher Şeriat Fakültesi mezunudur. Ben oraya gittiğimde fakültenin ileri gelen hocaefendileri Ahmed Davudoğlu Hoca’yı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı. Yani Davudoğlu Hoca orada iz bırakmıştı.
Nitekim İstanbul’a döndükten altı gün sonra İmam Hatip mektebine çağrıldık ve orada hoca olarak tayin edildik. Davudoğlu hocayla ilk defa burada karşılaştık. Kendisi beni öyle sıcak karşıladı ki sanki çoktan beri tanışan iki dost gibiydik.
Aramızdaki bu muhabbetten cesaret alarak Sönmez Neşriyat’a böyle bir teklifte bulundum. “O halde Hoca’yla sen samimi olduğuna göre Sahih-i Müslim tercümesini hocaya kabul ettirebilirsen neşredelim” dediler. Bir gün sabah saat sekiz ya da dokuz sıralarında kalkıp evine gittik. Ben Davudoğlu Hoca’ya bu teklifi açınca; “Hoca, sen bizi Kaf Dağı’nda görüyorsun. O kadar büyük dağlara çıkabilecek gücümüz mü var ki?” dedi. “Allah size o kudreti ve melekeyi vermiş. Bakınız Efendim, Bulûğu’l Merâm’ı ne güzel yaptınız. Büyük bir hizmet oldu” dedim. Düşündü… Düşündü… “Hadi bakalım tevekkeltü alallah deyip başlayalım bari” dedi. Kitap çıktığında bana, “Senin nüshan hazırdır. Gel al” dedi. Fakat ben kitabı gidip alıncaya kadar o, ahirete irtihal etti. Allah rahmet etsin.
Hakikaten, dikkat ederseniz kitap hem beyan, hem de malumat bakımından gayet güzel oldu. Bir de Fethu’l Mulhim Şerhu Sahîhi Müslim kitabına o zaman Muhammed Takî el Osmânî’nin ilavesi yoktu. İlim Yayma Cemiyeti’nin yurdunda kalan Pakistanlı bir talebeye dört ciltlik o kitabı getirtmiştim. Velhasıl Davudoğlu Hocamız sözüyle amel; fetvasına temessük edilebilecek hüccet bir insan olarak memleketimizdeki son neslin temsilcisiydi.
Fatih Kaya: Hocam bir de Abdurrahman Gürses Hoca var.
Emin Saraç: Abdurrahman Gürses Hoca, biz Kahire’den İstanbul’a döndüğümüz aylarda Bâyezîd Camii’ne imam olarak tayin edildi. Kendisini o tarihten itibaren tanırım. Kayınpederimle derin dostlukları olması hasebiyle bizim eve sık sık gelirdi. Menemen hadisesi meselesinde Kelâmî dergâhına müntesip olması sebebiyle yargılanmış ve bir sene hüküm giymiştir. Hatta anlatırdı… Menemen mahkemesi yargılamasında o kadar daralmış ki: “Mahkeme vetiresi yerine 30 sene mahkûmiyet verseler razıydım” derdi.
Onun lisanından duyduğum bir hadiseyi size anlatayım. Menemen hadisesi bir tertip, büyük bir komploydu. O gün cemiyet üzerinde müessir olan ulema ve meşayıhı tesirsiz hale getirmek için tertip edilmiş bir komploydu. Mahkeme bittikten sonra yargılanan kişileri muhtelif hapishanelere tevzi etmişler. Bunların arasında Abdurrahman Gürses Hoca ile meşâyıhtan Dağıstanlı Şerafeddin Efendi de vardı. Abdurrahman Gürses Hoca’yla Şerafeddin Efendi’yi Manisa hapishanesine göndermişler. Tabi Şerafeddin Efendi muhterem bir hocaefendi… Kendisine ufak bir odacık tahsis edilmiş. Hocaefendinin bir semaveri varmış ve bu semaver devamlı olarak kaynarmış. Odaya gelen herkese çay ikram edilirmiş.
Nihayet bir gün Şerafeddin Efendi hasta olmuş. Diğer mahkûmlar Hocaefendi’nin etrafında toplanmışlar. Onlara demiş ki: “Merak etmeyin Allah’ın izniyle ben bu hastalıktan ölmeyeceğim. Çünkü bana bildirildi; beş yüz defa Rasûlullâh Efendimiz’i görmeden ölmeyeceğim. Henüz beş yüzü bulamadık.” Ben bunu Abdurrahman Efendi’den defalarca dinledim. İşte hâkim zihniyet onun gibi büyük insanların bedduasını almıştır. Abdurrahman Efendi, Menemen hadisesi dolayısıyla başına gelenleri öfkeyle hatırlar ve o zamanki ulemaya bu zulmü reva görenler için: “Bunlar Âl-i Firavn’dan eşeddir” derdi. Benim babam da çok kızardı bu zihniyete… Akidesi sağlam bir zattı… Allah rahmet etsin.
Ömer Faruk Tokat: Hocam son olarak bir de Ömer Nasuhi Efendi (Bilmen)’den bahsedebilir misiniz?
Emin Saraç: Ömer Nasuhi Efendi oldukça mütevazı ve sükût ehli bir zattı. Bir mecliste kendisine bir şey sorulmadıkça konuşmazdı. Ömer Nasuhi Efendi’nin Ankara dönüşünde kayınpederim Yekta Efendi ile birlikte karşılamaya gittik. Oradaki sıkıntılı günlerinden biraz bahsetti. Eski hocalardan vazifeli olanların Diyanet teşkilatından uzaklaştırılması için Ömer Nasuhi Efendi’ye bir emir göndermişler. “Bu insanların yerine koyacak insanımız yok. Yetiştiremedik. Ben bunlardan müstağni olamam” diyerek bu emri tasdik etmemiş.
O zaman Dünya ismiyle bir akşam gazetesi çıkardı. Bir günkü manşeti hiç aklımdan çıkmaz. Büyük puntolarla yazmışlar: “Cemal Gürsel dedi ki: “Milletimiz isterse Kur’ân’ını da Türkçe okur.” Meğer o günlerde askerî yönetim Diyanet reisinden Kur’ân’ın Türkçe okunması üzerine bir yazı istemiş. Ömer Nasuhi Efendi bu hadiseden bahsetti. “Bunlar her şeye el uzatmaya başladılar. Bildiklerini de bilmediklerini de söylüyorlar. Benden böyle bir yazı istediler. Ben de onlara, lazım olan cevabı muhtevi bir yazı yazdım. Söylediklerim hoşlarına gitmedi. Böylece Diyanet riyasetinden ayrılma zamanımızın geldiğini anladım ve ayrıldım” dedi. Ben de, “Aman efendim, lütfetseniz de o yazınızı istinsah etsem” dedim. “500 Hadis” adlı kitabımda hadis-i şerifiyle ilgili izaha bakarsan orada bulursun. Birkaç satır takdim yazısı dışında oradaki izahı gönderdim” dedi.
Ömer Nasuhi Efendi aynı zamanda çok mahviyatkâr insandı. Şöhreti ve övülmeyi sevmezdi. Istılâhât-ı Fıkhıyye Kâmûsu çıktığında Amerika’dan bir üniversite adamlarını göndermiş. Bu adamlar Ömer Nasuhi Efendi’ye: “Bizim üniversitemiz bu eseriniz dolayısıyla size doktora payesi verme kararı aldı” demişler. Ömer Nasuhi Efendi gayet ciddi ve ustaca bir ifadeyle kabul etmeyeceğini söylemiş. “Lazım değil” demiş. O esnada kayınpederim yanındaymış. “Yekta Efendi” demiş, “bu hadise aramızda sır olarak kalacak. Bunu kimseye söyleme. Bunu çekerler uzatırlar… Boşu boşuna bizi rahatsız ederler.” Bu hadiseyi yalnızca kayınpederim biliyordu. O da bize söylemişti.
Bir diğer hadise daha var. O zaman İstanbul’da bir patrik vardı. Amerika’dan buraya reis-i cumhurun uçağıyla gelmişti. İstanbul’da Fatih’in türbesi açıldığı zaman o da buradaydı. Türbenin kapısı açılırken Rumca bir konuşma yaptı. Nureddin Topçu da Türkçe bir konuşma yaptı. Fazla kalabalık bir merasim değildi. 40 ya da 50 kişi ancak vardı. Bu Patrik geldiğinde İstanbul müftülüğünü ziyaret etmiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra o zamanki İstanbul valisi Fahrettin Kerim Gökay: “Efendi hazretleri, bir nezaket ziyareti arz etmez misiniz?” diyor. Ömer Nasuhi Efendi, “O bizim kapımıza gelmekle mükelleftir. Ben onun kapısına gidemem. O bizim kapımızın zimmîsidir” diyor. Aradan bir süre geçtikten sonra vali Gökay tekrar arıyor. Bu arada, Fahreddin Kerim Gökay namazını kılardı. Ben bunu biliyorum. Abisi sabah namazı için Fatih Camii’ne cemaate gelirdi. Mütedeyyin bir kimseydi. Bunlar Tatardır.
Vali Gökay telefonda diyor ki: “Patrik bizi ziyarete gelecek. Siz de teşrif etseniz de bir mülakat hâsıl olsa.” Ömer Nasuhi Efendi, “İstanbul valisi olarak zat-ı âlînizi ziyarete gelirim. Lakin resmî müftü kıyafetimle gelmemde bir mahzur var mıdır?” diyor. Bakınız o mütevazı Hocaefendi neyi düşünüyor… Vali, “Hayhay efendim, tabii ki gelebilirsiniz” diyor. Ömer Nasuhi Efendi, kayınpederime, “Senin cübben güzel, iyi bir cübbe. Sen onu bana ver, sarığımı sararım. O şekilde giderim” diyor.
Nihayet görüşme zamanı geldiğinde Fikri Efendi’yi (Aksoy) de yanına alarak valiliğe gidiyor. Valilikteki görevlilere “Patrik geldi mi?” diyor. “Hayır gelmedi” diyorlar. “Öyleyse beni şu kenardaki odalardan birine alın. Patrik geldikten sonra bana haber edersiniz” diyor. Patrik gelince kendisine haber veriliyor. Patrik içeri girip oturduktan sonra Ömer Nasuhi Efendi kemal-i azamet ve heybetiyle içeri giriyor. Patrik ayağa kalkmak mecburiyetinde kalıyor. Patrikten önce girmesi durumunda bir Müslüman müftü olarak patriğin önünde ayağa kalkma durumuna düşmemek için böyle yapıyor. İşte bizim hocalarımız böyle insanlardı. Bir de şimdiye bakın. Bizim ağalar onların kapısına kadar gidiyorlar ve Ramazan iftarı veriyorlar. Allah aşkına bu nereden çıktı? Kime ne iftarı veriyorsunuz? İftarla istihza mı ediyoruz? İftar sofrası Allah’ın has kullarının ziyafet-i ilahiye sofrasıdır.
Ömer Faruk Tokat: Hocam, Said Hatipoğlu yazdı: Askerler Ömer Nasuhi Efendi’den Menderes’in idamına dair fetva istemişler. “Fetvayı verip vermediğini bilmiyorum ama herhalde vermiş olmalı ki ihtilalciler onu Diyanet İşleri başkanlığıyla ödüllendirdi” diyor.
Emin Saraç: Maşallah… Maşallah… Küliyen yalan. Su-i zan… Deli saçması! Eğer öyle bir şey olsaydı herkesten evvel biz bilirdik. Çünkü kayınpederim Yekta Efendi, Ömer Nasuhi Efendi’nin sırdaşıydı. Öyle bir şey olsaydı mutlaka Yekta Efendi’nin, sonra da benim haberim olurdu. Hayatı boyunca hep izzet içinde yaşamış, makam-mevkiye tenezzül etmemiş bir hocaefendi böyle bir şey yapar mı?
Fatih Kaya: Hocam bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Emin Saraç: Allah çalışmalarınızda muvaffakiyetler ihsan etsin.
İrfanDunyamiz.com
EMİN SARAÇ HOCA İLE İLGİLİ DİĞER YAZILAR
İslam Alimleri ↗
Kıymetli İslam alimlerini tanıtan birbirinden güzel yazılar okumak için tıklayın.
Abide Şahsiyetler ↗
İslam’ın çilesini çekmiş öncü şahsiyetlere dair yazılar okumak için tıklayın.