Demokrasinin kutsanma süreci

Dünya üzerinde birçok farklı demokrasi anlayışları mevcuttur. Türkiye üzerinden düşünecek olursak ülkemizde de her kesimin demokrasiyi kendisine göre yorumladığını görüyoruz. Buna bir de zamanında “takiyye” yapmak zorunda bırakılan mütedeyyin insanların demokrasi tanımlarını da ekleyince bu tanımlar epey bir kalabalık hale geliyor…

İsmet Özel bu çeşitliliği şöyle ifade ediyor: “Demokratik bir devlet istediklerini söyleyenlere, hangi vasıflardaki devletin demokratik sayılması gerektiğini sorarsanız, size tanımını getirdikleri devletin, kendi tasarladıkları, kendi kurdukları ve bizzat kendilerinin işlettikleri devlet olduğunu göreceksiniz. Yani her demokrasi havarisi kendi incilini kendi yazıyor.” (Ve’l Asr, s. 120)

Başka bir ifadeyle, herkes demokrasi putunu kendi tarafından yontuyor. Şu durumda ortak bir demokrasi tanımı olmadığı için de bu tartışmaların uzun yıllar sürmesi kaçınılmaz oluyor. Bu ülkede herkes istediği konuyu istediği şekilde konuşabilmiş değildir. Bu bakımdan dindar insanlar belli dönemlerde “demokrasi” teriminin arkasına sığınmak zorunda bırakılmışlardır. Başka bir alternatifi düşünemeyecek şekilde korkutulmuşlardır. Kendileri için çizilen sınırlar dâhilinde belli şeyleri savunmak durumunda kalmışlardır.

İki alternatif üzerinde düşündüler. Ya onların kendilerine dayattığı demokrasi anlayışını öylece benimsemeliydiler, ya da kendi anladıkları şekilde bir demokrasiden bahsetmeliydiler ki ikinci şıkkı kabul ettiler. Bu anlayışın bir uzantısı olarak artık “demokrasi” kelimesini mütedeyyin kesimin ağzından çokça duymaya başladık. Bu süreç sancılı bir dönem içerisinde kendiliğinden gelişti. Ama meselenin din veya Kur’an bağlamı böyle ihmal edilmemeliydi.

Demokrasiyi kutsadılar

Dindar kesimde özgürlükçü bir demokrasi arayışı dillendirilirken, sol kesimde ise demokrasi katı bir laiklikle bağdaştırılmaya çalışılıyordu. Nitekim Mehmet Ali Kılıçbay “Laiklik demokrasinin ön koşuludur” (Abant Platformu, Demokratik Hukuk Devleti, s. 127) diyerek bu konudaki görüşünü ifade ederken, özgürlükçü görüşleriyle bilinen Sami Selçuk ise “Günümüz insanlığının ortak dini demokrasidir.” (Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne, s.309) diyerek demokrasiyi kutsuyordu.

Özgürlüklerinin artırılmasını uman mütedeyyin kesim, bu dönemde liberallerle yakınlaşmaya başladı. Belki de bu sürecin Müslümanlara zarar veren en acı tarafı burasıdır. Kimliksiz, fikirsiz, davasız reel politikçi Müslüman tipi bundan sonra yaygınlaşmaya başlamıştır. “Mücahid” kelimesi ile “müteahhit” kelimesinin birlikte kullanılmaya başlaması da yine bu döneme denk gelmiştir. Netice itibariyle liberallerle kurulan fikir akrabalığı bize çok pahalıya mal olmuştur. Bugün maalesef Müslüman düşünce adamlarının yaygın kanısı demokrasi ve İslam’ın bağdaştığı yönündedir.

Fetö ve onun organize ettiği Abant platformunun ana gayesi kelimenin tam anlamıyla bize demokrasiyi özümsetmek olmuştur. “Demokrasi” konulu Abant Toplantısı’nda Mehmet S. Aydın sonuç cümlesi olarak “Mutlak bir örtüşmeden ziyade, demokrasi ile din arasında ciddi bir mücadelenin olmayacağı sonucuna varabiliriz.” (Abant Platformu, Demokratik Hukuk Devleti, s. 157) diyerek bu ikisi arasında mutlak bir çatışmanın olmayacağı düşüncesini dile getirmiştir.

Bağdaştırma çabaları

Din ve demokrasi konulu Abant toplantısının metinlerini okuduğumuzda, katılımcıların demokrasi ve İslam’ı bağdaştırma çabası içerisinde olduklarını görüyoruz. Mesela katılımcılardan Ali Bulaç şöyle diyor: “Demokrasi bir dünya görüşü ve yaşama biçimi midir yoksa siyasetin bir tekniği mi? Yani demokrasi bize âlem tasavvuru hakkında nasıl yaşayacağımız, ne yiyeceğimiz, ne içeceğimiz hakkında bir fikir mi veriyor yoksa bir siyasi rejim nasıl olmalı sorusuna cevap mı oluyor? Benim anladığım kadarıyla cumhuriyet ‘kim yönetecek’ sorusuna bir cevaptır. Bundan hareketle ben demokrasinin bir dünya görüşü ve yaşama biçimi olmayacağını, siyasetin mümkün olan tekniklerinden biri olduğunu ve giderek de gelişmekte olduğunu düşünüyorum.” (Abant Platformu, Demokratik Hukuk Devleti, s. 124)

İlk okuduğumda masum gibi zannettiğim bu sözleri biraz daha dikkatle incelediğimde Ali Bulaç’ın demokrasinin İslam’la örtüştüğünü ispatlama gayretinde olduğunu sezdim… Bu gayreti sezemeyenler için konuşmanın devamından başka bir kesit daha aktarmak istiyorum: Şöyle devam ediyor Ali Bulaç: “Kendisi beşer olan bir insanın, papanın veya yanılmaz bir insanın, yanılmaz bir sıfatla, din adına, Tanrı adına konuşması durumunda hakikaten demokrasi zordur. Çünkü bağlayıcıdır ve bunun aksi de düşünülemez. Ama İslam’da en üst düzeyde bir imam, içtihat da olsa, mutlak müçtehit de olsa o mutlak müçtehidin içtihadı zanni bilgidir.”(Abant Platformu, Demokratik Hukuk Devleti, s. 125) Ali Bulaç burada demokrasinin İslam’la daha fazla bağdaştığını, hatta papa örneğini vererek neredeyse demokrasinin Hıristiyanlıkla bağdaşmayacağını iddia ediyor. “Demokrasi bir din değil siyaset tekniğidir o bakımdan dinle çatışmaz” demek istiyor.

Oysa demokrasinin insanlar üzerindeki otorite ve tasallutunu düşündüğümüzde başlı başına onun bir din olduğunu anlamış oluyoruz. Biraz sonra Üstad Ümit Şimşek’in görüşlerini okuyunca bu meselenin aslını daha iyi anlamış olacağız.

Ümit Şimşek Hoca “Bediüzzaman, İslâm ve demokrasi” başlıklı bir yazısında; “Hiyerarşinin en üst noktasına beşer iradesini koyan bir rejim ne kadar İslâmî olabilir?” diye bir soru sorar ve bu konuda görüşlerini dayandırdığı şu ayetleri zikreder:

“Onlar: Emir ve idarede bizim de bir payımız olacak mı diyorlar. Sen de ki: Emir ve idare bütünüyle Allah’ındır.” (Âli İmrân, 3,154)

“Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman, ne bir mümin erkeğin, ne de bir mümin kadının, o işte başka bir seçeneği olmaz. Allah’a ve Resulüne isyan eden ise apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzâb, 36,33)

“Şunu da bilin ki, aranızda Allah’ın Resulü vardır. Eğer işlerin birçoğunda o size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz.” (Hucurât, 49,7)

Ümit Şimşek Hoca bu ayetleri aktardıktan sonra kendi düşüncesini şöyle ifade ediyor: “Bir Müslüman’ın dünyasında, hiyerarşinin en üzerinde Allah ve Resulü’nün buyrukları vardır; istişare bunların gölgesinde yapılır. Bir başka deyişle, kulların iradesi, Allah ve Resulü’nün iradesine arz edilir, Uygundur cevabını alan, uygulanır. Demokraside ise durum bunun tersidir. İdeal mânâda işleyen bir demokraside belki Kur’ân’ın hükümlerini de rahatlıkla gündeme getirerek tatbikini isteyebilirsiniz. Fakat bu hükümlerin beşer iradesi tarafından onaylanması şartı vardır. İşte, bir Müslüman’ın itikadına ters düşen şey de budur; kim ne kadar uğraşırsa uğraşsın böyle bir uygulamaya İslâm kılıfı geçiremez.”

Demokrasi ve İslam’ı örtüştürme misyonunun entelektüel temsilcisi Prof. Dr. Mehmet S Aydın ise Şimşek’le aynı şeyi düşünmemektedir. Onun İslam’la demokrasiyi bağdaştırma gayretlerini şu sözlerinden anlayabilirsiniz: “Ülkemizde din-demokrasi ilişkisi konusunda dinden yana olduklarına inanarak siyasal söylem geliştirenlerin bir kısmı ile demokrasiden yana olduğunu söyleyenlerin bir kısmı şu yanlış görüşü birlikte telaffuz etmektedirler: ‘İslam ile demokrasi bağdaşmaz çünkü birincide Allah’ın ikincide ise milletin egemenliği esastır.’ Teolojik olarak bakıldığında burada ilahi irade ile beşeri irade, muhalif alanlarmış gibi, karşı karşıya getirilmektedir.” (İçe Kritik Bakış, s.144)

Bediüzzaman ne diyor?

Her ne kadar demokrasiyi benimseyen bazı nurcu gruplar bu konuda Bediüzzaman’dan bir referans bulmaya çalışsalar da bu konuda oldukça zorluk çekiyorlar. Bu konuyu Ümit Şimşek Hoca yazısında şöyle ifade ediyor: “Meşrutiyetten ve hürriyetten bahsederken Üstad Hazretlerinin meşrûa, şeriye, âdâb-ı şeriatla müzeyyen gibi sıfatları zikretmeyi ihmal etmemesi de gösteriyor ki, hangi devirde ve hangi şartlar altında olursa olsun, onun tasvip veya müdafaa ettiği şey, ancak İslâm şeriatının dairesi içindedir. Bunun yanı sıra, Üstad’ın demokrasi kelimesini hiçbir zaman kullanmamış olmasına da dikkat etmek gerekir. Oysa Üstad’ın hayatında bu söz etrafta sıklıkla dolaşıyor ve onun üzerinde nice tartışmalar cereyan ediyordu. Eğer Üstadımız bazı arkadaşlarımızın anlattığı gibi demokrasiye gerçekten gönül vermiş olsaydı, onca seneler boyunca gönül verdiği şeyin adını birkaç mektubunda olsun zikretmez miydi? Bediüzzaman-demokrasi ilişkisi, Risale-i Nur cemaatleri içinde yaygın olarak kabul gören bir mesele değildir. Cemaatlerimizden sadece bir tanesi içinde böyle bir telâkki her nasılsa vücuda gelmiş ve yerleşmiş bulunuyor. Problemi çözmenin ilk adımı, işte bu telâkkinin ortaya çıkış zaman ve şeklini masaya yatırmak olacaktır. Yoksa Risalelerdeki meşrutiyet kelimelerini çizip üzerine demokrasi yazmaya devam etmek, Üstad’a iftiradan ve Risale-i Nur’da açıkça tahrifattan başka bir mânâ taşımaz.”

Konuyu toparlayacak olursak, İslam sistemi Yüce Allah’ın iradesinin üstünde başka bir iradenin bulunmasına ve o irade tarafından İslam’ın mutlak doğru kabul edilen hükümlerinin oylanmasına razı olmaz. Yani İslam’da halkın iradesi değil, Hakk’ın iradesi üstündür. Bu bakımdan kesin ve net olarak İslam’da demokrasi diye bir şey yoktur, hiçbir şekilde İslam’ın demokrasi ile örtüşmesinden bahsedilemez.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahü aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.