Kalbimi dinin üzerine sabit kıl…

Sizin de dikkatinizi çekti mi bilmem. Bir zamanlar Müslüman iken şimdilerde İslam’ı terk etmiş ve ona leke çalmaya çalışan kişilerin tamamında gördüğüm ortak bir özellik var. Bütün bu hal ve edalar, tavır ve tutumlar görünürde bir takım farklı sebeplere bağlanabilirse de sonuçta hepsi, Kur’an’daki ifadesiyle “nefsini ilah edinme” denilen olguya varıyor.

Ne buyuruyordu Rabbimiz? “Hevâsını (arzularını) tanrı edinen ve Allah’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâla ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 45/23)

Aklın sınırı

Bir insan kendi aklının sınırlarını, bilgisinin varabileceği noktaları, yaşam süresinin kısıtlılığını, tecrübesinin eksikliğini unutarak bir anda aklını (siz ona hevâsını da diyebilirsiniz) tek ölçü olarak görmeye başladığında boyundan büyük laflar etmeye başlıyor.

Mesela daha düne kadar Kur’an’a inanırken; “Bu kitapta yer alan şu hükümler adaletle bağdaşmıyor, bu kitap tanrı tarafından gönderilmiş olamaz” diyor. “Kur’an, Allah’ın gönderdiği bir kitap olsaydı onda şunlar yer almazdı, şunlar yer alırdı” diyebilecek cesaret (!) ve cür’eti gösteriyor.

Bu cümlenin çözümlemesi şudur: “Ben, tanrının neyi söyleyip söyleyemeyeceğini, nasıl hüküm verip nasıl vermeyeceğini belirleyebilecek bir düzeye ulaştım. Adaletin ve zulmün ne olduğunu, hak ve bâtılın ne olduğunu ayırt edebilecek bilinç düzeyine eriştim. Hak ve hakikatin ölçüsü benim. O hâlde benim arzularıma, beğenilerime hitap etmeyen bir kitap tanrının kitabı olamaz.”

Kısa bir zaman öncesine kadar bu davranış kalıbının bir tık düşük versiyonunu, işine gelmeyen hadisleri reddederek; “Benim peygamberim böyle bir söz söylemez” diyerek sergiliyorlardı. Bunlar da güya peygamberliğin ne olduğunu, peygamberin ne söyleyip ne söylemeyeceğini belirleyebilecek bir düzeye erişmiş üstün akıllılar (!) grubunu oluşturuyordu.

İnsan acizdir

Gerçek şu ki insan, kelimenin tam anlamıyla “sınırlı”, “âciz”, “zayıf” bir varlıktır. Hayatı sonsuz olmadığı gibi aklı, bilgisi, tecrübesi, gücü, kapasitesi de sonsuz ve sınırsız değildir. Daha kendi çocukluk ve bebeklik yıllarını bile hatırlayamadığı gibi ömrünün son yıllarında da aklî melekesi çoğu zaman sekteye uğramaktadır.

Doğduğunda konuşamadığı, tuvaletini tutamadığı gibi, ömrü varsa yaşlılık zamanlarında da aynı duruma düşmektedir. İnsanın kendisini güçlü gibi görebileceği yegâne çağ gençlik ve gençlik sonrası, yaşlılık öncesi olgunluk dönemidir.

Kendi biyolojik varlığı bu şekilde sınırlı olan, sahip olduğu bilgilerin binlercesinin yanlış olduğunu hayat içerisindeki acı tecrübelerle öğrenen, dün doğru dediğine bugün yanlış diyen, bugün doğru sandığının yarın nereye evrileceğini bilmeyen insanoğlu bütün bu sınırlılıklarını, acizliklerini unutarak Allah’a rol biçiyor! Kitapta neyin nasıl olması gerektiğine dair görüşler ortaya koyuyor! Peygamberin nasıl sözler söylemesi gerektiğinin sınırlarını çiziyor!

İşte bu küstahlık tam da Kur’an’ın ifadesiyle; “İnsan, kendisini müstağni (Allah’a ihtiyacı olmayan bir varlık olarak) gördüğü anda azgınlaşmaya başlar” (Alak 6-7) âyetinde belirtilen noktaya ulaşıyor. Aslında bu tavır bize hiç yabancı gelmiyor. Daha insanın ilk yaratılış hikâyesinde İblis’in takındığı tavır tam da bu değil mi? “Âdem’e secde edin!” şeklindeki emre burun kıvırarak isyan ederken, kendince “Allah böyle bir emir vermemelidir”, “Bu emir adalet ve hakkaniyete uygun değildir, itaati hak etmiyor” edasında değil miydi?

Yeni bir şey yok

Öyleyse gök kubbe altında yeni bir şey yok. İnkârcılık dün var olduğu gibi yarın da var olmaya devam edecektir. Hidâyet ve dalalet dün olduğu gibi bugün de kendisini hissettirecektir. Bizim hidâyet üzere kalıp kalmayacağımızı belirleyecek olan ise Allah’a ve nefsimize karşı olan tavrımızdır.

Allah’ı Rabbimiz bilir, kendi acizliğimizi kavrayarak her bir nefesimizde ona muhtaç olduğumuzu, göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimizin hâkimiyetine girmemiz hâlinde başımıza büyük sıkıntıların açılacağını kabul edersek hidâyet yolunda kalmak için çabalıyoruz demektir.

Allah’a muhtaç olduğumuzu unutur, kendi aklımızı yeterli sayar, dünyanın imtihan olma yönünü gözden kaçırır, nefsimizin ayartmalarına ve şeytanın vesveselerine karşı gaflet hâlinde kalırsak o zaman -Allah muhafaza- ayakların kaydığı zeminde duruyoruz demektir.

Öyleyse şimdi ve her daim duamız şu olsun: Rabbimiz bizleri göz açıp kapayıncaya kadar nefsimize bırakma! Rabbimiz bizleri doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize bir rahmet ver. Muhakkak ki Sen karşılıksız bağışta bulunansın. Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi senin dinin üzerinde sabit kıl.

Prof. Dr. Soner Duman/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Mutluluk bir sırdır…

Mutluluk mutsuzluğun içinde bir sırdır. Mutsuzluk da mutluluğun içinde bir sırdır. Daimi mutluluk yoktur. Yedi …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.