Eskiden Beyazıt’ta Küllük vardı

Beşir Ayvazoğlu Bey’i dinlemek her zaman öğreticidir. Onu dinlediğinizde vaktinizi boşa geçirmiş olmazsınız, mutlaka bir şeyler öğrenirsiniz. Size karıştırdığı tozlu kitaplardan bazı ilginç bilgiler aktarır. Usta olmadan, o kitaplarda o kazıları yapmak ve oradan o cevherleri çıkartmak mümkün olmasa gerektir. Onun için Beşir Ayvazoğlu’nun araştırmacı yönüne ve kültür birikimine vurgu yapmak istedim. Bir iki kez kendisi ile konuşmuşluğum vardır. Çok ciddî ve hatta soğuk denilebilecek bir yapısı var. Ne yapsın, onun da huyu suyu öyle. Hani mizaç, karakter diye bir şey var; her insan birbirini tutmaz.

Beşir Ayvazoğlu Bey çalışkan ve velud bir edebiyatçıdır. Yazı ve sohbetleri birçok önemli bilgi ihtiva eder. Konuşmalarında edebiyata ilgi çekmek için dinleyicilere bazı sorular sorar. İstanbul Üniversitesi’nin binası eskiden neydi? Harbiye Nezareti ne demektir? Tavukçu Pazarı diye hangi semte denirdi? Tarık Buğra’nın “Dönemeç” adlı romanının kahramanı kimdir? Bu ve benzeri yüzlerce sorunun cevabını Ayvazoğlu’nun sohbetlerinde bulabilirsiniz. Bu arada kendisiyle tanışmayı düşünüyorsanız kitapları, yazıları ve şiirlerini okumadan gitmeyin. Hatta Türk Edebiyatı’nı da mutlaka takip edin. Zira Ayvazoğlu bu konuda okurlarından yüksek bir performans beklemektedir.

Ramazan Etkinlikleri Çerçevesinde düzenlenen 30. Kitap ve Kültür Fuarı’nın Beyazıt Sohbetleri adlı etkinliğinde konuşan Beşir Ayvazoğlu bir zamanların Beyazıt’ındaki Küllük Kahvehanesi’ni anlattı. “Söz uçar yazı kalır” kadim hikmetine binaen Ağustos 2011’de kaydettiğim bu genel kültür hazinesini sizlerle paylaşmak istiyorum. Kahvehanelerin on altıncı yüz yılın ortasında Türkiye’ye geldiğini, ilk kahvelerin Tahtakale’de açıldığını söyleyen Ayvazoğlu sözlerine şöyle başladı: “Esasen Selatin
camilerinin hemen hepsinin yanında bir kahve bulunurdu, çünkü namaza gelenler namaz vaktini beklerken kahvelerini içip vakit geçirmeyi seviyorlardı. Küllük, Beyazıt Camii’nin yanında kurulan bir kahvedir. Küllük’ün asıl sahibi Sahaf Necdet İçli. Aslında asıl malzeme onda, onu getirip konuşturmak lazımdı. Biz burada üçüncü elden Küllük’le ilgili bilgilere sahibiz. Bu kahveye neden Küllük dendiğini maalesef bilmiyoruz. Birtakım rivayetler var. Mesela Beyazıt Camii’nin bahçesinin o dönemde gül bahçesi olduğu için ‘Güllük’ dendiğini zamanla Küllüğe dönüştüğünü söyleyenler var. Müdavimleri arasında o kadar gazeteci olmasına rağmen maalesef elimizde doğru düzgün bir fotoğrafı yok. Sadece orada Âsaf Halet Çelebi ile bir röportaj yapılmış, o zaman tamamını değil bir kısmını gösteren bir fotoğraf çekilmiş. Bin dokuz yüz otuzlu ve kırklı yıllardan söz ediyoruz. O dönemde Beyazıt bir kıraathane merkezi. Küllük de bir yaz mekânı. Böyle sıcak günlerde ağaçların altındaki masalarda oturulan bir yer. Kış gelince Küllük müdavimleri göçmen kuşlar gibi Küllüğü terk ediyorlar, Şehzadebaşı’ndaki Daruttâlim Kıraathanesi’ne geçiyorlar. Yaz gelince tekrar buraya damlamaya başlıyorlar.”

“Beyazıt Camii’nin kuzeyi Çınaraltı, güneyi Küllük’tür” diyerek bu mekânı tarif eden Ayvazoğlu konuşmasına şöyle devam etti: “Necip Fazıl’ın tabiriyle Küllük, sırtını Beyazıt Camii’ne veriyor, yüzünü Emin Efendi Lokantası’na çeviriyor; iki katlı ahşap bir binadır. Bu lokanta daha sonra damadına geçince Emin Mahir Efendi Lokantası oluyor. İstanbul’un o dönemdeki en güzel ve meşhur lokantalarından birisidir. Yemeklerinin nefaseti yurt dışına bile taşmıştır. Ahmet Haşim onunla ilgili; ‘Bu Emin Efendi nasıl bir adam ki her gün bütün İstanbul’u dört başı mamur lezzetlerle doyuruyor’ diyor. Hatta Ahmet Haşim’i dostları evlerine yemeğe davet etmişler ve çok güzel bir sofra hazırlamışlar, Ahmet Haşim tıka basa yemek yedikten sonra; “Şimdi Emin Efendi’de olsak da ağız tadıyla bir yemek yesek’ demiş. Emin Efendi Lokantası 1940’lı yıllarda hem Türk üniversite hocalarının öğle yemeğini yedikleri bir yerdi, hem de Hitler zulmünden Türkiye’ye kaçan Yahudi Alman profesörlerin öğle yemeklerini yediği bir yerdi.”

Ayvazoğlu bu mekânın kültürel yönünü ise şöyle anlattı: “Küllük deyince İstanbul’un kültür ve sanat hayatının nabzının burada attığını unutmamak lazım. Yani bilginin peşinde koşan, kütüphaneye ihtiyacı olan, üniversiteyle işi olan, sahaflar çarşısında kitap edinmek isteyen nereye geliyordu? Beyazıt’a. Beyazıt Kütüphanesi o dönemde şimdiki gibi in cin top oynayan bir yer değil, orada insanlar sıraya giriyordu. Oradan yararlanan çeşitli araştırmacı ve gazeteciler Küllük’te de çay içip simitlerini yiyorlardı. Hem de Küllük Kahvesi’ni mekân tutmuş edebiyatçılarla sohbet etme imkânı buluyorlardı. Bir de oraya ders çalışmaya gelen üniversite talebeleri vardı. Yani Küllük böylece ilim adamlarının, talebelerin, gazetecilerin, edebiyatçıların, şairlerin mekân tuttuğu bir yer olmuştu.”

Dönemin yazarlarının bu mekâna ilgi gösterdiğini söyleyen Ayvazoğlu oradaki ortamı şöyle tasvir etti: “Bakarsınız Peyami Sefa bir köşede oturuyor. Bakarsınız Nurullah Ataç bir köşede tavla oynar. Bakarsınız Âsaf Halit Çelebi bir köşede oturmuş nargilesini içiyor. Öteki köşede 1940 kuşağı; Orhan Veli’ler, Melih Cevdet’ler, Abidin Dino’lar bir köşeye oturmuşlar, çıkaracakları dergi hakkında tartışıyorlar. Diğer köşede bakmışsınız Nihal Atsız ve arkadaşları onlara ters ters bakarak dikizliyorlar.”

Farklı görüşlerin bir nevi buluşma noktası olan Küllüğe Tanpınar’ın da geldiğini Necip Fazıl’ın da geldiğini söyleyen Ayvazoğlu bu ilginç mekânla ilgili sözlerine şöyle devam etti: “Küllük kültür hayatının her rengini içinde barındıran bir muhitti. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı’nı okuyun; romanın başlarında romanın kahramanıyla şoför bu mekânda buluşur. Peyami Sefa’nın Fatih Harbiye’sinde romanın kahramanları yine burada buluşur sonra Emin Efendi Lokantası’na yemeğe giderler. Yani o devrin birçok roman ve hikâyesinde mutlaka Küllük’ten söz edilir.

Tarık Buğra birçok üniversite değiştirmiştir ama hiç birini bitirememiştir. Bugün onun hakkında edebiyat fakültelerinde tezler yapılıyor ama kendisi o fakülteye kaydolmuş fakat onu da bitirememiştir. ‘Ben Küllük’ten mezun oldum’ demiştir. Rahmetli, Küllük Kahve’sini bir üniversite gibi görmüştür. Onun Küllük’le ilgili bazı nostaljik yazıları vardır. Mesela Küllük adında müstakil bir hikâyesi bulunmaktadır. Bazı romanlarında da Küllük’ün adı geçiyor; mesela ‘Dönemeç’te. Tarık Buğra sonraki yıllarda Küllük’ün yerinde bir karpuz sergisi açıldığını görünce çok üzülüyor ve bunu gazetedeki bir yazısında dile getiriyor.”

İlerleyen yıllarda artık Küllüğün ortamının değiştiğini söyleyen Ayvazoğlu bu konuda şu bilgileri verdi: “1940’lı yıllarda artık Küllük yavaş yavaş bir solcu mekânı oluyor. Mânevîyatçı ve mukaddesatçılar yavaş yavaş caminin kuzeyindeki Çınaraltı’na doğru taşınıyorlar. Aslında oradaki asıl büyük ağaç çınar değil atkestanesidir. Devrin meşhur Türkçüleri olan Orhan Seyfi Orhon’la Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardıkları meşhur Çınaraltı Mecmuası adını buradan alır. Yusuf Ziya Ortaç bu dergide bir başka yazısında Küllük Dergisi’nden ‘fesat ocağı’ diye bahsediyor. Bunun üzerine sol cenahtan şair Arif Dino –Abidin Dino’nun kardeşi- Akbaba Çınaraltı’nda leş yesin” diye bir şiir yazıyor. Akbaba da Çınaraltı’nı çıkaran ekibin mizah dergisi. Aralarında böyle zarif kavgalar da var. Ağaç Dergisi’ni çıkaran Büyük Doğu’yu çıkaran büyük Üstad Necip Fazıl hakkında dedikodu çıkarırlarmış. Mesela Küllük’te onun hakkında en fazla dedikoduyu yapanlardan bir tanesi Tanpınar’mış. 1930’da Son Telgraf Gazetesi’nde Necip Fazıl’ın bu dedikodulardan söz ettiği Küllük Akademiyası diye bir yazısı var. Bu yazıda Tanpınar’a çok kızmış Üstad, hakkında diyor ki: ‘Soldan üçüncü masada şıklığından ziyade şıklığa gayreti görünen, kavruk saçlı, buruşuk alınlı, zoraki gülüşlü kamburca bir zat var. Masasındaki iki kişinin on misli kadar bir zümrece tanınmış ve tan yeli ağarırken pınar başında doğmuş bir şairciktir.’ Üstad, ‘tan’ ve ‘pınar’ı kullanarak kelime oyunu yapıyor. Yani Tanpınar’ı kastediyor. Sonra şöyle devam ediyor: ‘Lütfen ona Mısır Çarşısı’na uğrayıp kıskançlık derdine iyi gelecek bir ot aramasını tavsiye edin. Yoksa günde dokuz saat aleyhinde bulunduğu şair tarafından haset çektiği şöhrete nihayet kavuşturulacaktır.”

Mükremin Halil Yinanç’ın da bu kahvenin müdavimi olduğunu belirten Ayvazoğlu onun hakkında şunları söyledi: “O burada bir masaya oturmuşsa, hayranları etrafını kuşatmışsa orada ne konuşulur? Osmanlı tarihi konuşulur, İslam tarihi konuşulur, şecere ilmi konuşulur. Öyle bir adamdır ki ayaklı kütüphane. Diyelim ki bir savaşı anlatıyor; öyle bir anlatırmış ki sanki o savaşın içindeymiş gibi. Mesela Hazreti Ali’nin bir kahramanlığını anlatırken; ‘Hazreti Ali kılıcını çekti’ deyince kılıcını çeker gibi yaparmış. Yani bunları anlatırken dinleyicilerini de mest edermiş. Eskiden bu insanlara erbab-ı kelam, mir-i kelam derlerdi. Şimdi maalesef bu sohbet ehli adamlar pek kalmadı.”

Sivas’taki bir kahveden de bahseden Ayvazoğlu şunları söyledi: “Çerkez’in Kahvesi Sivas’ta bulunan Küllük gibi meşhur bir kahve. Benim çocukluğumda ve gençliğimde devam ettiğim oyun oynanmayan ama nargile içilen bir yer. Tavşankanı çayların ve halis kahvenin içildiği, sohbetlerin yapıldığı, âşık takımının geldiği, deyişlerin söylendiği bir kahveydi. Ben o kahve hakkında uzun yıllar önce ‘Çerkez’in Kahve’de Bir Kış Gecesi’ diye bir şiir yazdım.”

Beşir Ayvazoğlu, Namık Kemal’den bir hatıra ile söyleşisini bitirdi: “Bir gün Tanburî Cemil Bey evine davet ediyor Namık Kemal’i. Davete giden Namık Kemal, Tamburi Cemil Bey’in irticali taksimlerini dinleyince mest oluyor, adeta eriyor. Ve diyor ki: ‘Ben Cemil Bey’i o gün dinledikten sonra önümde bir altın kapı açıldı, ben o altın kapıdan kendi kültür ve medeniyetimizin dünyasına girdim ve oradan bir daha çıkmadım.’ Bizim kültürümüz hakikaten zengin bir dünya ve onun altın kapısı bizim musikimiz ve şiirimiz. O altın kapının anahtarını bulup oradan girerseniz oradan çıkamazsınız. O kadar zengin, o kadar ışıltılı, pırıltılı, o kadar ışıklı bir dünyadır. Ne mutlu o dünyaya girebilen, o dünyanın sembollerini çözebilen, şifrelerini ele geçirebilene.”

Beşir Ayvazoğlu’yla bu söyleşinin sonunda tanıştım. Telefonunu istediğimde, çekimser bir edayla “Kimseye verme olur mu?” dedi. “Olur” dedim, telefonu aldım fakat bir müddet sonra numarasını kaybettim. Demek ki isteksiz vermiş. Latife bir tarafa onu dinlemek güzel ve öğreticiydi. Onun aktardığı kaynak değeri taşıyan bu bilgileri tarihe kayıt düşmek adına burada sizlerle paylaştım. İlerleyen sayfalarda inşallah güzel bir söyleşisini daha sizlerle paylaşacağım.

Bayram Bir Gönül Seferberliğidir yazısını okumak için buyurunuz.

Aydın Başar, İran Yolculuğu, Asalet Yayınları, İstanbul, 2020. s.18-23

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Abdullah bin Mes’ud gerçek bir kahramandı…

Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre Hazreti Dâvûd aleyhis selam, babasının en küçük oğludur ve çobanlık yapmaktadır. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.