Hafız Taha ve Molla Burhan o gün pürnur olmuştu

2018 Mart ayının ilk günleri… Saat 22 suları.. Daha önce hiç gitmediğim Cibali’de Haliç yakınlarında kiliseden bozma heybetli bir cami. Tuğlalarının renginden midir başka bir nedenden dolayı mıdır bilinmez ismi Gül Camii…

Caminin karşısında bir vakıf. Güzel insanlar caminin önünde toplanmışlar. Seyda Molla Burhaneddin Hazretleri teşrif etmek üzere. Gecenin bir yarısı olmasına rağmen dışarıda yazdan kalma bir hava var.

Banklarda oturanlardan birisi de bu fakir. Az önce dergahtan gelen açık çayları şifa niyetine içerken, Urfa’lı bir ihvanla sohbete dalıyoruz. Derken Türkiye’de en çok ziyaret etmeyi istediğim ve en sevdiğim şahsiyetlerden Molla Burhan Hazretleri arabadan iniyor.

Oradaki herkese güleryüz ve şefkat gösteren Şeyh Efendi’nin ellerinden öpmek bana da nasip oluyor. Ondaki maneviyat yükünden dolayı bir ağırlık hissetmiyorum. Tam tersi bir hafiflik var üzerimde. Belki ki biz günahkarları da kabul eden bir zat.

Az ilerde ise videolarda ve fotoğraflarda hep Seyda’nın yanında gördüğüm Molla Hafız Taha Efendi var. Biraz sonra onun da ellerinden öpmek nasip oldu.

Seyda ile birlikte hep beraber dergaha girdik. O esnada merdivenlerden çıkarken Seyda’nın oğlu Seyda Dıyaeddin ile göz göze geldik ve uzaktan selamlaştık. Sanki bir sohbet etmiş kadar olduk.

Yaşlı ve hasta olmasına rağmen, yoldan gelmiş olmasına rağmen, Seyda’nın üzerinde bir yorgunluk emaresi yoktu. Sanki ihvanını görünce dinçleşmiş gibiydi. Tabi bir de can dostu Hafız Taha’nın yanında olması onun için ayrı bir mutluluk olsa gerekti.

Bu iki güzel zat birbirlerinin yanına o kadar güzel yakışıyorlardı ki… Sanki her ikisi de bu çağda yaşamıyormuş da, geçmişten kopup gelmişlerdi. Bu güzel şahsiyetleri dünya gözü ile görmek, benim için tarifi imkansız bir duyguydu.

Dergah’ta gördüğüm en çok hoşuma giden şey ise herkes Şeyh Efendi’ye saygı gösteriyordu ama kesinlikle aşırı bir yüceltme söz konusu değildi. Herşey doğal ve samimiydi.

Bir alim

Molla Burhan hazretleri, bir alim, bir mürşid olmanın yanı sıra onda çok farklı tarifsiz bir güzellik vardı. Vallahi bir gram kasıntı yoktu. Herkesle konuşuyor, herkesle sohbet ediyor, konuşurken de minik latifeler yapıyordu. Hem de öyle insanlara üst perdeden bakmıyor, onlarla sanki içlerinden birisiymiş gibi büyük bir rahatlıkla muamele ediyordu.

Müşfik ve sevecen tavırları ile herkesin gönlünü alıyordu… Teşvik ediyor, çağırıyordu… Çok çok başkaydı, çok çok farklıydı… Hani derler ya “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin” diye… İşte öyle bir zat…

Seyda bugün Medine’ye gitmek için hazırlanıyormuş. Efendimizle buluştuğu zaman nasıl gözyaşlarına boğulacağını tahmin edebiliyorum. Ona bağlılık yemini etmiş ve hayatı boyunca da bu yemine sadık kalmış bir şahsiyet görmek istiyorsanız, Molla Burhan Hazretlerine bakın. Akebe biatları, rıdvan biatları belki o zaman daha güzel anlaşılabilir. Ne demektir Efendimiz’e bağlılık yemini etmek?…

Kimseyi dışlamayan bir din anlayışı… Talebelerle geçen bir ömür… Tüm mahlukata şefkat ve merhamet…. Ve Efendiler Efendisi’ne olan sarsılmaz bağlılık… İşte Molla Burhan Hazretleri belki de kısaca buydu. Tabi onu takdir edecek olan da yine büyüklerdir.

İnsan talebe-yi ulumun içinde geçen böyle bir ömre nasıl imrenmezdi? Hele onun Tillo’daki reklamdan ve göstetişten uzak hayatını dinleyince, medresedeki fedakarlıklarını öğrenince daha da bir çok sevmiştim.

Bugünkü nasibimiz bu kadardı. Orada tanıştığım Urfalı abininin işareti ile vakit geç olmadan dergahtan ayrıldık. Bu kısa ziyaretten sonra ruhumuzun arındığını hissettik.

Bir ay sonra

Mart ayının son günlerinden biriydi. Hanıma canımın kurutuluşmuş patlıcan dolması istediğini söylemiştim. Hatta nasıl yapılacağı konusunda bir fikrimiz yoktu.

Geç vakitte biraz dergi tarzı şeyler karıştırırken, Seyda’ın büyük oğlu Seyda Alaeddin‘e bir mesaj yazıp babasının İstanbul’a ne zaman geleceğini sormak istedim. Çünkü İslamiyete ve ilme bu kadar hizmetleri olan böyle bir şahsiyeti ziyaret etmenin bir vazife olduğunu düşünüyordum. Yarım saat kadar sonra ben mesaj atmadan Seyda Alaeddin‘den babasının yarın İstanbul’da olacağına dair bir mesaj geldi.

Mart ayının bu son gününde bir kaç yere daha gitmem gerekirken, onlardan vazgeip Haliç kenarındaki Gül Camii’ne doğru bir kez daha yola düştüm. Yine çok güzel bir bahar havası vardı.

Akşam 19 civarında dergahta Molla Burhan Hazretlerinin ellerinden bir kez daha öpmek nasip oldu. Ardından Seyda Alaedin ile çok tatlı ve muhabbet dolu ayaküzeri sohbet ettik. İki katlı dergahta sürekli aşağıya inip çıkan, bir dakika boş kalmayan Seyda Allaadin gelen herkesle öyle içten sarılıyordu ki kendisinin bu davranışı bana gençlerle kucaklaşan ve herkese tebessüm eden merhum Hasan El Benna rahmetullahi aleyh’i hatırlattı.

Bu dergahta

Dergahtaki bu güzelliği, bu içtenliği görünce İslam’ın en güzel mesajının tasavvufla ve tarikatla verileceğine dair görüşümde haklı olduğumu birkez daha pekiştirmiş oldum. Soğuk soğuk insanların yüzüne bakanlar, insanların kalplerine muhabbet tohumu ekemezlerdi. Ancak böyle güzel insanlar tebliğde muvaffak olabilirlerdi.

Heyecan mı dersiniz bu dergahtaydı. İhlas mı dersiniz, samimiyet mi dersininiz bu dergahtaydı. Ortada yapay hiçbir şey yoktu, zira olsaydı herhalde hissederdim diye düşünüyorum.

Bir ara yaşlı bir pazarcı kadın Seyda’yı görmek için kapıya gelmişti. O an kalabalık olduğu için görüşmesi mümkün değildi. Kısaca savarlar diye düşündüm ama öyle olmadı, Seyda Alaeddin onunla da ilgilendi, hatta yardımcı olabilmek için telefonunu bile aldı. Oysa ben o kadıncağızı meczup zannetmiştim. O da bu dergahta bir değer gördü… Ne güzel değil mi?

Seyda Alaedin fakirle çok ilgilendiği için, yük olurum endişesi ile biraz erken ayrılmak istesem de kapıda “Yemek yemeden bırakmayız” dedi. Az sonra da bu fakire kabe örtüsünden mübarek bir parçayı hediye etti ki herhalde hayatımda ondan daha güzel bir hediye almamıştım.

Molla Burhan hazretleri ve yanındaki kalabalık ile birlikte bereketli bir sofraya oturduk. Diğer köşede oturan Seyda Alaeddin bir ara bana bakıp gülümsedi. Herhalde diz çökmekte zorlandığımı fark etmişti.

Aman Allah’ım ne güzel bir sofra… Mübarek bir zat, dervişler ve Allah’ın birbirinden güzel nimetleri… İhlasla pişen bu yemekler bol bol yediğim halde midemi hiç rahatsız etmedi.

Biraz da samimi ve candan istemeye bağlydı herşey… Molla Burhan Hazretleri’ni görmek istemiştim oldu… Bir de kuru patlıcan dolması istemiştim ki bu sofrada o da vardı.

Hayatımda hiç bir zaman unutamaycağım bu güzel ziyaret, inşallah ahiret dostluklarına vesile olur diye ümit ediyorum. Ahiret dostluklarını önemseyenlere selam olsun.

Bir yıl sonra

23.03.2019 cumartesi. En son ziyaretimin üzerinden bir yıl geçmişti.  Evde bazı işlerim vardı ve öğrencilere sınav sorusu hazırlamam gerekiyordu. Ancak Molla Burhan Hazretleri’nin İstanbul’da olduğunu da biliyorum. Hem işlerimin olması hem de Molla Burhan Hazretleri’nin bulunduğu semtin evimize uzak olması, aynı zamanda arabamın olmaması ve dönerken de biraz ıssız yerlerden geçmemin icap etmesi, gitmek ve gitmemek arasında tereddüt etmeme sebep oldu.

Böyle durumlarda eşime sorarım. Eşime “Gitsem mi” diye sorunca, mübareği her zaman İstanbul’da görme fırsatının olmadığını düşünerek; “Git ve bizler için de dua iste” dedi. O kadar samimi bir şekilde söyledi ki bunu, hemen kalkıp üzerimi değiştirdim. Çıkarken de çocuklara; “Büyük bir alimi ziyarete gidiyorum, sizlere de dua isteyeceğim” dedim.

Akşam namazını bir camide kıldıktan sonra, metro ile Haliç’e kadar geldim. Birkaç km yürüyüp Gül Camii yakınlarındaki dergaha ulaştım. Yatsı namazı eski bir kilise olan Gül Camii’nde kılındı. Namazdan sonra herkesle birlikte dışarda Seyda’yı bekledik. Hava o vakte kadar soğuktu ancak, dışarda beklerken hiçbir soğukluk hissetmedik. Tam tersi çok tatlı ve yumuşak bir hava vardı.

Orada Seyda’nın talebelerinden, benim de ders aldığım Mahmut Toslak Hocamızla ayak üzeri bir müddet konuştuk. O esnada lüks olmayan beyaz bir araba ile Molla Burhan ve Hafız Taha geldiler.

Bu sefer Seydalar bir başka idi… Pürnur halde idiler. Daha doğrusu daha önceki gördüğümden daha nurlu görünüyorlardı benim gözüme. Bir şaşkınlık yaşadım. Çünkü bir insan nasıl bu kadar nurlu olabilir diye düşündüm o an… Nuru nasıl tarif ederseniz bilmem ama bu öyle elin yüzün parlaması gibi bir şey değil… Baktığınız zaman gözünüzün gönlünüzün açılmasına sebep olan bir şey…

Seydaların ardından bizler de dergahın ikinci katına çıktık ve bir solana geçtik. Şimdi sizlere orada gördüğüm birkaç detayı anlatacağım.

* Şeyh Efendi ve misafirler doyasıya birlikte oturuyorlardı. Aşırı bir sessizlik yoktu ve her şey doğal halinde idi. Kimse üzerinde manevi bir yüklenme hissetmediği için, nara atan, cezbeye gelen yoktu. Şeyh Efendi’yi aşırı yüceltme gibi durumlar kesinlikle söz konusu değildi.

*Seyda, saygıdan dolayı diz üstü oturanlardan bazılarını bağdaş kurarak rahat oturması için uyarıyordu. Bazıları alışık olduğu için diz üstü oturmayı tercih ediyor, benim gibi beceremeyenler ise Seyda’nın bu tavrı sayesinde rahat ediyorlardı. İnsanlara zorluk çıkarmama düşüncesi ne güzel bir düşüncedir, öyle değil mi?

* Seyda bir ara Kur’an okunmasını istedi. Burada dikkatimi çeken bir şey oldu, hafız efendi başka bir sureye geçecekken o arada Seyda “Sadakallahül azim de” diyerek ondan bitirmesini istedi. Bunu özellikle nakletmek istedim çünkü burada çok güzel bir eğitim anlayışı var. Ortam kalabalık, dervişler sıkışık oturuyorlar, Seyda ise kimseyi sıkmak istemiyor. Uzun uzun Kur’an okutayım, uzun uzun vaazlar, dualar edilsin istemiyor. İşte böyle güzel düşününce ne oluyor? İnsanların ruhu sıkılmıyor. Sanırım hafif yolu tercih etmek büyüklerin bir anlayışı, bir usulü olsa gerektir. Oradaki Hafız Abdulkadir’e ilahi söyletmesi de bu anlayışı yansıtıyor.

* Gelen herkes sırayla Seydanın yanına oturdu ve bir iki kelime hal hatır sordular. Seyda herkese güler yüzle mukabele edip usanmadan onları dinledi. Yanımdaki dervişlerden biri ötekine; “Seyda sabahtan beri dervişlerle oturuyor. Sabah da Beylikdüzü’nde bir medrese açılışına katıldı. Acaba yorulmuyor mu?” diye sordu. Öteki derviş ise; “O Seyda’dır bizim gibi yorulmaz” dedi. Aynen öyleydi… Dervişlerin, talebelerin, Allah adamlarının olduğu yerde Seyda yorulmuyordu.

* Gelenlerin birçoğu da başka cemaat ve tarikatlara mensup kişilerdi yanılmıyorsam. Çünkü Seyda’nın dervişleri bildiğim kadarı ile pek fazla sarık takmıyorlar, sadece takke takıyorlar. Büyük ihtimalle içlerindeki bu sarıklılar Mahmud Efendi Hazretlerinin dervişleriydi. İşin güzelliğine bakın ki Seyda’nın yanında kimin dervişi olduğunuzun hiçbir önemi yoktu. Bunu nasıl anladınız diye soracak olursanız, sadece hissettim.

* Yine başka bir cemaatten olduğunu tahmin ettiğim bir genç grubu Seyda’nın elini öptükten sonra Hafız Taha Efendi’nin de elini öptüler. Ona ne dediklerini duymadım ama Hafız Taha Efendi onlara Üstad Bediüzzaman’ın şu sözünü söyledi: “Bizler muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” Bundan da anladım ki bu zatların Bediüzzaman’a muhabbetleri var. Zaten muhabbetleri olduğunu daha önce de duymuş idim.

Seyda’nın yanında bir saat kadar oturduktan sonra, yanında kimse olmadığını görünce yaklaştım ve ellerini öptüm. Ellerini öperken gayri ihtiyari biraz yavaş davrandım. Böyle nasıl derler, yüzümü elinden çekmek istemiyordum. Doğrulduğumda öyle bir gülümsüyordu ki sanki “Buyur bir şey mi söyleyeceksin?” dermiş gibiydi. Kendimi tanıttım, oğlu Aleeddin Seyda ile ve talebesi Mahmut Toslak Hoca ile tanışık olduğumu söyledim. “Ne güzel, maşallah” gibi kelimelerle mukabele etti. “Buraya gelirken eşim ve çocuklarım dua istediler” dedim. Vurgulu ve kararlı bir tonlamayla; “Tamam dua edeceğim, senin adın ne idi?” diye sordu. Herhalde ismen dua etmek için bunu tekrar sormuştu. Sonra iki dakika kadar ağzını oynatarak sessizce dua etti. Çok samimi bir dua ettiğini yüz halinden hissedebiliyordum.

Sonra Hafız Taha Efendi’nin elini öptüm ve kendisine “Sizi çok seviyorum efendim” dedim. Bu güzel zat da doğruldu ve “Allah da sizi sevsin” diyerek mukabele etti.

Bir müddet daha oturduktan sonra Mahmut Toslak Hoca’dan da müsaade isteyerek ayrıldım. Fatih Camii’nin arka ara sokaklarında yürürken, Seyda’nın yanında Kur’an okuyan hafızın Nur Suresi 35’i okuduğunu hatırladım. Kendimce “Acaba bu Seyda’nın bir kerameti miydi?” diye düşündüm. Onun nurundan etkilenmişken nurdan bahseden bir ayet okunuyordu huzurda.

Vakit epeyce geç olmuştu. Metronun son seferine yetişip Bağcılar’a döndüm. Yolda sosyal medyaya şöyle bir göz attım… İzmir’de imamlık yapan bir hocamızın sosyal medyadaki şöyle bir yazısına rastladım.

“Nur nedir? Yıllardır “nur” kelimesini anlamaya çalışıyorum. Açıklamak için ileri sürülen bütün kelime ve görüşler nuru yorumlamaktan öte geçemiyor. Hamdolsun “nuru” yüreğimde hissedebiliyorum. Anlıyor gibi oluyorum ancak anlatamıyorum. Buyurun meşhur Nur Ayeti:

“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.”
(Nur Suresi, 35)

Sosyal medyadaki karşılaştığım bu yazı da beni biraz daha düşünmeye sevk etti. Fazla söze ne hacet vardı. Ayet-i kerimede de buyurduğu gibi Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirirdi. Cenab-ı Hak bizleri nuruna eriştirdiği kimselerden uzak etmesin. Bizleri de nuruna eriştirsin. Amin

Bu da ziyarette yaptığım kısa video çekimi. İzlemek için buyurunuz.

Dördüncü ziyaretim

07 Mart 2020 Cumartesi günü, Molla Burhan Hazretleri Umre dönüşü her zamanki mutadı üzere Haliç yakınlarındaki dergâha gelmişti. Yine o karanlık sokaklarda yürüyerek Gül Camii’nin yanındaki dergâhta ellerini bir kez daha öpmek nasip oldu. Fakat bu sefer geçen ziyaretlerden farklı bir durum vardı. Her zaman yanında olan, can yoldaşı, gönlünün sırdaşı Hafız Taha Efendi bu sefer yoktu. 31 Ekim 2019 günü Hafız Taha’mız, o mübarek feyiz deryası, dar-ı bekaya göçmüş idi.

Efendim Allah dostları kaderin her türlü tecellisine hazırdır mutlaka. Muhakkak ki Seyda Hazretleri de en yakın arkadaşının vefatını, takdiri ilahiye teslim olarak karşılamıştır. Ne var ki gönül yine de mahzun olur… Bu sefer Seyda işte böyle mahzun bir halde idi. Belki belli etmiyordu ama can yoldaşının yokluğu onu derinden sarsmıştı. Her ikisinin ortak bir şifresi vardı, o da; “lillah” idi. Yani her ikisi de hayatlarını sadece Allah için yaşadıkları için birbirlerini tam olarak anlıyorlardı. Belki birbirlerinin yüzüne baktıklarında, sıratı, mahşeri, mizanı, cenneti, cehennemi görüyorlardı; yani ahiret ve imanın hakikatini seyrediyorlardı.

Dergâhın salonunda bağdaş kurmuş otururken, Seyda Hazretleri önde tek başına namaz kılıyordu. Çünkü bütün odalar misafir ile dolu olduğu için namazını burada herkesin içinde kıldı. Muhtemelen oradakiler daha önce cemaatle kılmış olmalıdır. Derseniz ki Seyda’nın namazı nasıldı? Oradakilerden habersiz bir halde, tam bir kulluk hali içerisinde mahzun bir edayla kılınan bir namazdı. İhlas ve huşu üzere Allah Teâla’ya dua ve yakarış halinde olduğunu hissedebiliyorduk. Dervişler, talebeler veyahut dünyaya dair her şeye arkasını dönmüş ve sadece Mevla’ya yönelmişti.

Seyda namazdan sonra bazı görüşmeler yapmak üzere diğer odaya geçti. Ben de o esnada oradaki dervişlerin konuşmalarına kulak misafiri oldum. “Şurada oturan merhum Şeyh Müşerref’in oğlu Muhammed Asım Efendi” dediler. Bu benim için çok güzel bir fırsattı. Şeyh Müşerref’ten bir eser, bir koku, bir iz yani onun evladını görmüştüm.

Şeyh Müşerref’in ismini ilk defa yıllar önce Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Hoca’nın bir konferansında duymuştum. “Hayatımda iki tane kibar ve nazik insan tanıdım, birisi Erbakan birisi de Pervari’deki Şeyh Müşerref” demişti Sırma Hoca… Eve gider gitmez internette araştırdığımda Şeyh Müşerref’in kısa bir videosunu görmüş ve görür görmez de onun halet-i ruhiyesinden etkilenmiş ağlamıştım. Bir zühd hali ve bir “kendini hiçbir şey zannetmeme” hali, yani dünyevi bütün iddia ve zevklerden feragat etme diyebileceğim bir halet-i ruhiye… “Dünya isteyenin olsun” der gibi bir hal…

Estağfirullah ben onların hallerinin binde birine vakıf olamam. Bu videodan bunu hissettim, sadece bunu söylüyorum. Elbette ki büyüklerin halini anlatmak bize düşmez. Büyüklerin bu güzel halleri ile nasıl ki birçok insan etkilenmişlerse biz de öyle etkilendik. Bu hisler etkilenmenin bir sonucudur. Kalp sevmişse elbette insan sevdiğinde bir takım güzellikler de görür.

Şeyh Müşerref Hazretleri o günden sonra gönlümde sevgisini taşıdığım isimlerden birisi olmuştu. Allah günahlarımı bağışlar, bir de nasip ederse öte dünyada görmek istediğim zatlardan birisidir.

Şeyh Müşerref Hazretleri’nin oğlu Molla Asım Efendi’nin orada olduğunu öğrenir öğrenmez, hemen onun oturduğu köşeye gittim ve ellerinden öptüm. İstanbul Ümraniye’de yaşadığını, talebe yetiştirdiğini söyledi. Telefon numarasını alıp yanlarından kalktım. O an şöyle ilginç bir şey oldu. Kendisine “Şeyh Müşerref’in oğlu musunuz?” diye sorunca yanında oturan Şeyh Muzaffer Efendi bana dokunarak gülümser bir şekilde “Sen Şeyh Müşerref’i nereden biliyorsun? Şeyh Müşerref’i bildiğine göre seni seni…” dedi. Anladığım kadarı ile Şeyh Müşerref’i tanıdığıma veya sevdiğime şaşırdı.

Bu dört ziyaretimle ilgili bugüne kadar evliyalar şehri Tillo’nun iki önemli isminden; Molla Burhan Efendi ve merhum Hafız Taha Efendi’den bahsetmiştim. Bu dört ziyaretimde de Şeyh Muzaffer Efendi’yi hep onların hemen yanıbaşında ve onlara çok yakın gördüm. O da bu kutlu halkanın içindeki güzel isimlerden birisiydi. Bazı zatların cezbesi olurmuş, onun da bazı cezbeli halleri olduğunu duydum.

Düşünün Anadolu’nun ortasında bir aşk sofrası kurulmuş ve etrafına değişik feyizleriyle birbirinden farklı simalar toplanmışlar. Hele internette bir video vardır ki Hafız Taha Efendi merhum; “Sen beni divane kıldın akıbet” ilahisini aşkla söyler, Şeyh Muzaffer Efendi elindeki tepsi ile def çalar. Molla Burhan Efendi mahzun bir hal alır, Şeyh Müşerref farklı bir âleme gider, Molla Hüseyin Sisemi ise güzellik saçar…

Bunu izleyip de “Ne güzel kullar varmış” demeden edemiyor insan. Allah’ım bu feyz kaynağını; bu güzel sofrayı bereketlendir, bizleri de bu sofradan nasibdar et. Allah’ım şahid ol biz onları seviyoruz, sen de bizi sev. Amin.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İlk Japon Müslüman kimdi?

Japonya’nın en eski ve en büyük İslamî kuruluşu olan Japonya İslam Merkezi Başkanı Dr. Salih …

2 Yorumlar

  1. İsmail fakirullah barut

    Yazınızı okurken hem duygulandım hem de o büyükleri gördüğümde farkında olmadığım şeylerin farkına vardım sizin yazınızla allah razı olsun sizden Rabbim gerçek büyüklerin farkında olanlardan eylesin selamlar

  2. Şubat ayında ALLAH cc. Nasip etmesiyle ümreye gittim hamd ve şükürler olsun vazifemizi ALLAH CC. kabul ederse yaptım beytullahtayken Abdülaziz kapısının yanında ki boşlukta nafile namaz kılmaya başladım bir vakit geçtikten sonra oturup kabeyi şerifi seyre dalmışken bir kalabalık ve aralarında bir mubarek gözüme çarptı gelip sırt tarafıma oturdular mubarek terlemişti zemzem verip serinlemesini beklemeye başladılar zatın da tanımadığım mubarege olan ilği dikkatimi çekmişti ayakta duran müridlerinden olduğunu tahmin ettiğim zata arkamda oturan mubaregin kim olduğunu sordum oda tillodan molla şeyh burhanettin olduğunu söyledi o anda zihnimde bir şimşek çaktı çünkü tanıdığım bir abimiz tilloyla ziyarete gitmiş orda ziyaretteyken telefonunda arama olarak degil sadece fatih diye bir yazı çıkmış ziyaretini bitirdikten sonra beni arayıp kendisini arayıp aramadğımı sordu aramadım dedim ziyaretten sonra yanıma geldi olayı tekrardan anlattı ve tilloyla gitmemi ve ziyaret yapmamı söyledi. Ben arkamı döndüm burhanettin hocamın yanına gittim selam verdim ve olayı anlattım dua istedim sende bize dua et evladım dedi muteessir şekilde acı bir mutlulukla oradan ayrıldım Allah cc. Nasip ederse yakın bir zamanda yanına gideceğim selam ve dua ile..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.