Hüseyin Küçükkalay hocanın ilim yolculuğu…

Hayatını okuduğumuzda “Ne hocalar varmış” dedirten Konya’nın büyük alimi merhum Hüseyin Küçükkalay Hoca’nın mayınlı Suriye yollarındaki zorlu ilim yolculuğunu ve sonrasını Celalettin Divlekçi Hoca anlatıyor:

Hüseyin Küçükkalay Hoca, Türkiye’de İslami ilim geleneğinin kesintiye ve takibe uğradığı bir dönemde, uzun asırlar ilim ve kültür merkezi olarak kalmayı başarmış Suriye’nin başkenti Şam’a gider. Oğlu Mesud Küçükkalay’ın yazdığı Üç Potre (Çizgi, 2018) kitabında detaylı bir şekilde anlatıldığı üzere, Hocamız çocuk yaşta anadan ve vatandan cüda kalmış ve çok sıkıntılara düçâr olmuştur.

Önce aileyi ikna çabaları, sonra kaçakçıların eşliğinde pasaportsuz geçilen mayınlı sınırlar. Yarı aç yarı tok geçen, o taraflara gelen olursa eline ulaşan üç beş kuruşla idâme ettirilmeye çalışılan bir tahsil hayatı. Yabancı bir ülkede, koca bir şehrin ortasında yapayalnız bir çocuk…

Nereden bakılırsa bakılsın, çocuk yaşta bir insanın bu kadar çileli bir hayata talip olması aslında tam anlamıyla bir kahramanlık hikâyesidir. Kahramanlık hikâyesidir çünkü bin bir çile ve fedakârlıklarla yapılan bu tahsilin, ülkesinde o gün için hiçbir değeri ve gelecek adına da vadettiği bir şey yoktur.

Bu hikâye günümüz gençliğinin anlamakta zorlanacağı kadar ulvi değerlerle doludur. Herkes uyurken, ortası delik bir yorganı pelerin gibi kullanarak lamba ışığında çalışmayı tercih eden bir aşk hikâyesidir.

Konya yılları: 1932-1947

Hoca 1944’te ilkokulu bitirdiğinde başarılı bir öğrenci olmasına rağmen o günkü şartlar gereği dayısının yanına bisiklet tamirciliğine verilir. Dayısı iyi ve aynı zamanda disiplinli bir ustadır. Hocada İslamî ilimlere karşı bir meyil ortaya çıkar. Çıkar ama tamirciliği bırakıp dini tahsile başlaması, babası tarafından dayının disiplininden kaçış olarak yorumlanır ve baba-evlat arasındaki ilişki bir süreliğine kesilir.

Bu arada Konya’nın manevi mimarlarından Hacıveyiszâde Mustafa hocaya bu okuma arzusunu arz eder. Hocaefendi hazretleri her bakımdan çok meşgul bir insan olduğu için bu azimli öğrenciyi en seçkin talebesine, Ali Rıza Işın Hoca’ya havale eder. Ali Rıza Hoca biraz da bu yeni talebenin sebat ve hevesini ölçmek adına ders saati olarak sabah namazı öncesini verir.

Ertesi gün Ali Rıza Hoca camiyi açmak için geldiğinde, gecenin karanlığında, zemheri soğuğunda şadırvanda abdest alan birini görür. Bu, dün sözleştikleri öğrencidir. Hoca öğrencinin azmini anlar ve ders saatini namazdan sonraya alırlar. Kaderin bir cilvesi olarak yıllar sonra Hüseyin hoca Konya Yüksek İslam Enstitüsünde yeniden karşılaşacaklardır. Fakat bu sefer Ali Rıza Hoca talebe Hüseyin hoca ise hoca konumunda olacaktır.

Ali Rıza Hocanın askere gitmesi üzerine, Hüseyin hoca bu ilmi yerinde okuma kararı alır ve arkadaşı Cemal Tekin’le Suriye’nin Halep şehrine gitmeye karar verirler. Elde avuçta yoktur. Üstelik Suriye’ye pasaportsuz; kaçak yollarla gireceklerdir. Nihayet Kilis’in Keferrahim köyü üzerinden, Fayet adında sınırı bilen birisi vasıtasıyla sınırı geçerler.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı manzara-hatiralarin-izinde-hatira-arsivi-anilar-gecidi-irfandunyamizali.jpg

Suriye yılları: 1948-1955

Hocanın Suriye tecrübesi önce Haleb’te, Kurnâsıyye Medresesinde başlar; kendisine zemini hasır olan bir oda gösterilir. Bir süre sonra parasızlık had safhaya ulaşır ve bir bisiklet tamircisi yanında çalışıp harçlığını çıkartmaya başlar.

Birkaç sene sonra Şam’a geçerek Hasen Habenneke, Abdülkerim er-Rifâî, Muhammed Edîb es-Sâlih ve Nuh el-Kuzat gibi âlimlerin yetiştiği el-Cemiyyetü’l-Garrâ adında özel bir eğitim kurumuna kaydını yaptırır.

Eğitim seviyesi lise ve ortaokul seviyesine tekabül etmektedir. Kurumun eğitim kalitesi son derece iyi olmakla birlikte diploması Suriye hükümeti tarafından tanınmamaktadır. Hükümet sadece diplomadaki imzaların sahiplerine aidiyetini tanımaktadır. Burada hocaları, Nâyif el-Abbâs ve Abdülvehhâb el-Hâfız’dan fıkıh, Abdurrahman ez-Zü‘bî’den tefsir, Şeyh Halid’ten Arap Dili ve Edebiyatına dair dersler alacaktır. Hocaları arasında Abdurrahman Ebû Tok ve Abdülganî ed-Dakr gibi hocalar da vardır.

Sözlük ezberler

Hocamız, siyasi ve iktisadi açıdan zor, ama ilmî açıdan bereketli dönemlerde, alanında otorite pek çok hocadan istifade etmiştir. Said Havva, Müslüman Kardeşler teşkilatının genel sekreteri Mustafa Sibâî, Abdülfettah Ebû Ğudde Hocamız bunlardan en meşhurlarıdır. Buna kendisinin çalışma azmi de eklenince; derste ezberlemekle yükümlü olduğu beyit sayısı beşse o on beş beyit ezberlemiştir.

Kendisinden beklenen performansı, iştiyakla ikiye hatta dörde katlayan bu küçük öğrenci bir defasında –anlatılanlara göre- bilmediği kelimelere bakmaktan sıkıldığı için Muhtâru’s-Sıhah adıyla meşhur bir sözlüğünü ezberleyip yanında taşıma yükünden kurtulur.

Bir hatıra

Tahsil hayatının ikinci yılındayken bir gün Suriye asıllı arkadaşına bir soru sorar: “Konuşmamdan benim Arap olmadığım anlaşılıyor mu?” Bu soru o yaştaki biri için son derece ileri bir hedeftir. Arkadaşı biraz acı bir tebessümle cevap verir: “Daha ilk kelimenden Hüseyin…” Bu cevap karşısında Hüseyin hoca oturur ve hüngür hüngür ağlar… “Daha ilk kelimenden…” 

Bu söz onun için adeta bir kamçı olacak ve yıllar sonra Kral Suud Üniversitesinde hocalık yaparken onu herkes Suriyeli zannedecektir. Bu kadarla da kalmayacak Arap öğrenciler arasındaki lakabı Sîbeveyhi (Prof. Dr. İdris Şengül’den naklen) olacaktır. (Sîbeveyhi bilindiği üzere Arap dilinin kaidelerini derleyip, onları sistemli bir şekilde kaleme alan dil âlimidir.) Hoca böylece felekten ağladığı günlerin –tabir caizse- rövanşını alacaktır.

Şam yılları hoca açısından son derece dolu geçer. Öyle ki Bağdat Üniversitesine geldiğinde, gramer dersinde sorumlu tutuldukları eser (Şerhu İbn Akîl), Şam’da henüz lise yıllarındayken okuyup hallettiği temel bir eserdir. (Daha sonra bu eserin bir kısmını bendenize de okutmuştur.)

En sevdiği ders

Hocanın en sevdiği ders Arap Edebiyatı ve özellikle de şiirdir. Şiir bilmek ve dile hâkimiyet Araplar için eskiden beri bir değerdir. Öğrenciler arasında sık sık şiir okuma yarışmaları yapılır. Yarışma şu şekildedir: Birisi bir beyit okur, ardından karşı taraf o beytin son harfiyle başlayan bir başka beyit okur ve böylece saatlerce süren bir tür edebiyat panayırı yapılır. Hüseyin hoca bu yarışmalarda çoğu zaman birincidir. Öğrencinin mahfuzatını güçlendirmeye yönelik eğlenceli bir eğitim metodudur.

Parasızlık problemi ise hiç bitmez; hoca bir konserve fabrikasında kendisine iş bulur. Burada paylaştığı acı bir hatıraya yer vermek istiyorum: “Bir gün o kadar parasız kaldık ki eskimiş gömleklerinin yaka ve kollarını alması için bir terziye gittik. Sonradan anladım ki aslında adam sırf bize acıdığı için onları aldı. Zira eskimiş yaka ve kol manşetini kim ne yapsın…” Maddi açıdan yoklukla ama ilmî açıdan dolu dolu geçen yıllardan sonra sıra üniversite okumaya gelir.

Irak yılları: 1956-1960

Hoca Bağdat üniversitesine bir grup Türk arkadaşıyla başvurduklarında önce başvuruları sudan sebeplerle reddedilir. Bu zorluğu Suriye’deki âlimlerden getirdiği referans mektuplarıyla aşar. (Bu reddedişin gerçek sebebini fakülte sekreteri yıllar sonra, Hüseyin Hoca fakülteyi birincilikle bitirdiğinde itiraf edecek ve şöyle diyecektir: “Siz ilk başvurduğunuzda Türk olduğunuz için eğitim seviyesini aşağıya çekersiniz diye endişe ettik ve o yüzden reddettik.” Hoca böylece aldığı birincilikle Türklere dair bu olumsuz imajı da silecektir.)

Bir ara büyükelçilik Türk öğrencileri toplayıp onlara bir konuşma yapar. Büyükelçinin sözü, yönünü batıya çevirmiş yeni Türkiye’nin bir zamanlar vilayeti kabul ettiği o coğrafyaya bakışının adeta bir özeti gibidir: “Burada ne işiniz var? Bu pis insanlardan ne öğreneceksiniz?!”

Hoca derslerde o kadar iyidir ki bir gün Dicle kenarındaki çay bahçelerinde bir iki öğrenci arkadaşına ders takririne başlarlar, aradan yarım saat geçmeden bahçenin ağzına kadar öğrenciyle dolduğunu görür. Öğrenciler, ellerinde kitap hocanın takririni dinlemektedir. Bu arada şunu özellikle belirtmeliyim ki hoca kendisinden ve başarılarından bahsetmeyi asla sevmezdi. Bütün bu anekdotlar yıllar içerisinde bir vesileyle anlattıklarıdır.

Burada da kıymetli hocalardan ilim alır: Mısırlı Muhammed ez-Zehebî’den tefsir, Bedr el-Mütevellî’den fıkıh ve usul, Abdülkâdir el-Cümeylî’den belagat ve aruz, Ömer Bâvezir’den Arap Edebiyatı dersleri almıştır.

Bu yıllardan sınıf arkadaşları arasında, daha sonra Ürdün Âl-i Beyt Üniversitesi Usulüddin Fakültesinde dekanlık yapacak olan Prof. Dr. Kahtan ed-Dûrî de vardır. (Dûrî hocanın nasıl bir âlim olduğunu kendisiyle yüksek lisans tezime dair konuşurken fark ettim. Hoca bir usulcü olduğu halde bir tabakat kitabının farklı baskıları arasındaki farklara hâkim olacak kadar iyi yetişmişti.)

Dönem sonu imtihanları yaklaşmıştır ve fıkıh hocası okudukları klasik fıkıh kitabının kalan kısmından sorumlu olduklarını söyler. Kitap delillere yer veren (kitabü’l-edille) bir klasik eserdir; hoca yardımı olmadan anlaşılması zordur. Hüseyin hoca söz isteyip durumun zorluğundan bahsedince, fıkıh hocası sert bir şekilde; “Buraya ilim tahsiline geldiniz. Yapan yapar; yapamayan da çeker gider!” diyerek kapıyı gösterir. Bu durum karşısından kendini tutamayan Hüseyin hoca sınıfta hüngür hüngür ağlar.

Bu arada kendisine Konya’dan mektup gönderen Ali Rıza Işın hoca (kendisine sağlık ve afiyet diliyorum) bilhassa usul-i fıkıh üzerinde durmasını zira Konya’da bunu bilen hocanın azaldığını söyler. Aslında hocanın pek bilinmeyen taraflarından biri de usul yönüdür. Çok sağlam bir usul alt yapısı vardır. Nitekim Bağdat’ta İkinci Ebu Hanife lakabıyla anılan Emced Zehâvî’den de ders almıştır.

Bu arada Bağdat sabık kadısı Muhibbüddin Abdullah es-Sûfî’den icazet alır. es-Sûfî hoca icâzetinde hocadan “manevi oğlu” olarak bahseder. Bu tavsif şekli o günkü Bağdat icâzet geleneğinde mi vardır yoksa hocaya mahsus bir tavsif midir onu bilemiyoruz…

Bağdat yılları

Hoca Bağdat yıllarında da bir dondurmacının yanında iş bulup çalışmaya devam eder. Ama bütün bu emeklerinin karşılığını Fakülteyi birincilikle bitirerek alır. Fakat bir ara fakülte bu sonucu ilan edip etmeme noktasında tereddüt yaşar. Çünkü birinciliği bir Türk öğrenci almıştır. Sonunda resmi olarak bu durum dönemin gazetelerinde (Hayat Gazetesi) ilan edilir (1960).

Şimdi sıra bir başka ülkede lisansüstü eğitim yapmaya gelmiştir. Aslında 1958 General Kasım ihtilaline kadar Bağdat üniversitesi fakülte birincilerini burslu olarak yurt dışına göndermektedir. Fakat 1958’de Abdülkerim Kasım ihtilal yapmış ve ülkede her şey altüst olmuştur. Dolayısıyla burslu yurt dışı olayı gerçekleşmez. Bunun üzerine, bir arkadaşıyla kendi imkânlarıyla lisansüstü eğitimi almak için İran’a gitmeye karar verirler.

Hocanın İran tecrübesi oldukça kısa sürer. Tahran Üniversitesine başvurur bir iki ay eğitim de alırlar ama bir nokta onları çok rahatsız eder: Fakültede açık açık sahabeye küfredilmektedir. Orada yapamayacaklarını anlarlar ve ülkeye dönüş kararı alırlar. Yine yolsuz ve parasızdırlar.

Erzurum müftülüğünden çıkışları: 

Türkiye sınırını geçtikten sonra kamyonlara yaptıkları otostopla Erzurum’a kadar gelirler. Yol parası bulmak için gidecekleri tek yer vardır; müftülük. Cuma günüdür, müftülüğe giderler, müftü efendiye kendilerini tanıtırlar. Müftü, kendilerini iyi bir şekilde karşılar ve belli bir saat vererek o saatte tekrar gelmelerini ister. Belirtilen saatte gittiklerinde ise müftü odasından içeri bile sokmak istemez.

Anlaşıldığı kadarıyla ilk ziyaretlerinin ardından bir polis gelmiş ve müftüden haklarında bilgi almak istemiştir. Belli ki bu durum müftüyü fena halde korkutmuştur. İki ilim talebesi meslektaşlarından göremedikleri yakınlığı –kendi ifadesiyle- kamyon şoförlerinden görecektir.

Hüseyin Küçükkalay

Konya Yüksek İslam Enstitüsü Yılları: 1961-1985

Hoca çok geçmeden Konya Yüksek İslam’a Arap Dili Edebiyatı ve Tefsir hocası olarak atanır. Enerjik ve heyecanlıdır. Dersleri, o günün şartlarında yasak olmasına rağmen, Arapça anlatır ve iyi yetişmiş talebe bundan son derece istifade eder. Ne var ki sınıftaki iki öğrenci dersten kalacağız korkusuyla bu durumu şikâyet ederler, bunun üzerine hocanın şevki kırılır bir daha açılmamak üzere Arapça ders takriri defterini kapatır.

İslam Enstitüsü döneminde kendisinden en çok istifade eden öğrenci ise şimdilerde emekli profesör olan Hulusi Kılıç’tır (1962-66). Kılıç, hocayı kenarda köşede nerede yakalarsa bir şey öğrenmeye çalışır. Hatta kendi sınıfına giren Arapça hocasının dersini bırakıp Hüseyin hocanın dersine girer. Bununla da kalmaz aynı zamanda enstitünün müdürü olan o Arapça hocasına; “Hocam derslere siz girmeyin Hüseyin hoca girsin” der. 

Sınıfta belagat derslerinin değişmez okuyucusu odur. Hulusi hoca bu çabasının karşılığını ileride alacak ve alanında parmakla gösterilen bir isim olacaktır. Hocadan istifade eden bir diğer isimse daha sonraki yıllarda asistanı da olacak olan Prof. Dr. Orhan Çeker’dir. Orhan hoca, sırf hocadan daha çok istifade etmek için hocanın evine kiracı olarak oturmuştur. Bu halkanın son talihlisi de sanırım bu satırların yazarıdır. Ve hikâyesi başlı başına bir yazı konusudur.

Ehl-i Sünnet hassasiyeti

Küçükkalay hoca itikatta Ehl-i Sünnet çizgisindeydi. Bu çizgiden uzaklaşan kimselere –yakın arkadaşı da olsa- iyi gözle bakmazdı. Ulemaya son derece saygılıydı ve saygı göstermeyenlere de kızardı. Fert ve toplumun kurtuluşunun, kurumsal ve bireysel anlamda ilahi emir ve yasakların tatbikinden geçtiğine inanırdı. Siyasi anlamda Milli Görüş çizgisindeydi. Ama aktif olarak siyasetin içinde hiçbir zaman olmadı.

İhtisas alanı tefsir olmakla birlikte hocanın öne çıktığı alan Arap Edebiyatı olmuştur. Hafızasındaki binlerce beyit yeri geldikçe, münasebet düştükçe sohbet meclislerini süslerdi. Şiir aslında sadece bir edebî anlatım biçimi değil, aynı zamanda bir kültür taşıyıcısı ve kelimelerin bağlamlarını bizlere doğru bir şekilde taşıyan kelimelerin sicil kaydıdır.

Malum olduğu üzere sözlükler tek başlarına kelimelerin anlamlarını vermekte yetersizdirler. Kelime cümle içerisinde kullanıldığı takdirde gerçek anlamını bulur. Şiir bunun en ideal formudur. Hocamızın Arapçasının bu kadar fasih ve akıcı olmasının bize göre en temel sebebi şiire olan hâkimiyetidir. Hatırımda kaldığı kadarıyla birkaç Arapça şiir denemesi de olmuştur. Aruza son derece vâkıf olduğu için birisi bir şiiri yanlış okursa, o şiiri bilmese bile veznin kırılmasından yanlış okuduğunu yakalardı.

Suud Yılları: 1985-1991

Suud-i Arabistan Kral Suud Üniversitesinde boşalan bir kadroya hoca aranmaktadır. Orada çalışan bir arkadaşının aklına Hüseyin hoca gelir. Arkadaşı dekana konuyu açtığında, dekan ilk olarak şu soruyu yöneltir: “Peki yapabilir mi?” Arkadaşının cevabı son derece nettir: “Fazlasıyla”. O yıllarla ilgili olarak kendisine havaalanına ilk ayak bastığınızda ne hissettiniz? demiştim. Cevap olarak biraz da gülerek “ilk uçakla geri dönmeyi”, demişti.

İlk derse çok iyi hazırlanarak gider biraz da heyecan vardır. Karşısında duran öğrenciler Konya tabiriyle kelle-kulak yerinde tiplerdir. Dersi anlatır ve bir ara tahtaya yazdığı bir ayetin irabını sorar. Öğrenciler, “hocam biz iraptan pek anlamayız” dediklerinde, hoca derin bir “oh” çeker. O dönemde Süleyman Ateş hoca da oradadır. Sıla hasreti çektiklerinde bir araya gelirler… Hocaya fakültedeki ilmi seviyeyi sorduğumda bana şu cevabı vermişti: “Öyle doktoralı arkadaşlar vardı ki Mısır’dan, Suriye’den insan onların yanında benim de doktoram ver demeye çekinir.”

Üniversite maddi olarak son derece tatmin edici olsa da akademik anlamda belli bir düşüncenin baskısı hâkimdir: İbn Teymiye, Muhammed Abdülvehhab çizgisindeki âlimlerin dedikleri mutlak hakikat, diğerlerin ki ise doğru olma ihtimali olan yanlışlarıdır. Bu sebeple hoca düşündüklerini rahat bir şekilde ifade edemez.

Oradaki sistem anfiye bitişik gizli bir odada, dekanın ya da bir başka yetkilinin istediği zaman dersi gizlice dinleyebileceği şekilde düzenlenmiştir. Yani akademik düşünceye yönelik kırmızıçizgiler vardır. Bir gün derste Zemahşerî’nin bahsi geçer. Öğrencinin birisi, “Ama hocam o mutezilîdir” deyince, hoca “Evet mutezilîdir ama amelde de Hanefidir ve senden de benden de hayırlıdır.” der ve konuyu kapatır. Kısaca ortamın ve yetişme tarzı itibariyle öğrencinin farklı düşünceye tahammülü yoktur.

Küçükkalay hoca hayatının büyük çoğunluğunu polis ve istihbarat devleti diyebileceğimiz ülkelerde, üstelik yokluk içinde geçirdiği için bunun kaçınılmaz olarak kişiliği üzerinde yansımaları olmuştur.

Özel Arapça Kurslar ve Selçuk Eğitim Merkezi Dönemi: 1991-1994

Hoca Suud’tan geldikten sonra bir süre dinlenir ve daha sonra merhum Kamil Yaylalı ve Libya mezunu bir diğer hocanın da bulunduğu özel bir Arapça kursunda çalışmaya başlar. Derste İbn Hişâm’ın Şüzûrü’z-Zeheb adlı eserini okutur. Öğrencileri daha ziyade Arapçasını geliştirme arzusunda olan İlahiyat öğrencileridir.

Daha sonra diyanete bağlı olarak Selçuk Eğitim Merkezi açılır ki hoca zannedersem en çok bu kurumda kendisini rahat hissetmiştir. Bunda o yıllarda kuruma müdürlük yapan Ahmet Baltacı hocanın da payı büyüktür. Baltacı hoca Küçükkalay hocayı hoş tutmak için elinden ne gelirse yapmıştır. 

SDÜ ve Selçuk Üniversitesi Yılları: 1994-1998

Ankara’da toplanan Yüksek Din şurasında Arap konuşmacılarla kurduğu diyaloglar, şurada bulunan dönemin SDÜ İlahiyat Fakültesi dekanının dikkatini çeker ve kendisini fakülteye davet eder. Haftanın iki günü –bu bazen üçe de çıkabilmektedir- fakültede ders verecektir. Konya Yüksek İslam’dan arkadaşı Osman Cilacı Hoca ve Konya’dan öğrencisi Celalettin Divlekci de araştırma görevlisi olarak oradadır.

Birlikte acı tatlı -ama her hâlükârda acısı fazla- günler geçirirler. Yaşı ve hastalıkları hocayı artık yola tahammül edemez hale getirmiştir. Bir süre sonra Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine geçiş yapar. Bu “kalbin yuvaya dönüşü”dür. Ama kalp ve onu taşıyan beden artık fazlasıyla yorgundur. 1999’un Ocak ayında bu fani hayata veda eder. Vasiyeti üzerine Üçler mezarlığına, keşke dizinin dibinden hiç ayrılmasaydım dediği, hocası Hacıveyiszâde Mustafa Efendi’nin civarına gömülür. Ruhuna Fatiha.

Not: Bu yazı Celalettin Divlekçi Hoca’nın Merhabahaber’de yayınladığı “Konya’nın Uluslararası Bir Değeri: Merhum Hüseyin Küçükkalay 1 ve 2” başlıklı makalesinden özetlenerek hazırlanmıştır. Bazı ara başlıklar sitemize aittir. Yazının tamamını okumak için buyurunuz.

Celalettin Divlekçi/ Merhaba Haber

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İmam-ı Rabbani’ye göre zikir…

Düşmek üzere olan bir insana el uzatmak ve ona yardım etmek de bir zikir olabiliyor. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.