Sünneti İnkar Etme Fitnesi

İlim Yolcuları İçin
Temel Dini Metinler 13

Sünneti İnkar Etme Fitnesi
EBU’L ÂLA MEVDUDİ

Sünnet’i inkâr etme fitnesi, İslam tarihinde ilk defa Hicri ikinci yüzyılda ortaya çıktı. Bu meşum çığırın ilkleri Hariciler ve Mutezililer oldu. Hariciler, buna şundan gerek duydular; Zira Müslüman toplumunda çıkarmak istedikleri anarşiyi engelleyen, bu toplumu belli bir düzen üzerinde kuran Resulullah aleyhis selam’ın sünnetiydi. Allah resulünün sözleri var oldukça toplumda Haricilerin aşırı görüş ve düşünceleri kök salamazdı. Bu nedenle Hariciler, hadislerin doğruluğundan şüpheye düşürme ve Sünnet’in uyulmaya layık oluşunun inkârı gibi iki yönlü bir politika izlediler.
Mutezile ise şundan gerek duydu; Müslümanlar Acem ve Yunan felsefeleri ile karşı karşıya kaldılar. Bu karşılaşma akide, usul ve hükümlerle ilgili olarak zihinlerde şüphe ve kuşkuları doğurdu. Mutezile mensupları, olayı ve olguyu iyice anlamadan, karşılaştıkları bu yeni atmosferi şöyle ya da böyle çözümlemek istiyorlardı.

Mutezile bu felsefeler konusunda bir yetkinliğe sahip değildi. Aynı şekilde söz konusu inanç ve kuralları eleştirel bir biçimde inceleyip doğruluklarını ölçecek kadar bilgi ve basiret sahibi de olamamışlardı. Onlar felsefe adıyla gelen her şeyi tamamen aklın ve akılcılığın gereği sandı ve İslam inanç ve kurallarının tamamıyla bu sözde akılcı ölçülere uyacak şekilde yorumlanmasını istediler. Ne var ki bu yolda yine Hadis ve Sünnet engeliyle karşılaştılar. Bu nedenle onlar da Hariciler gibi Hadis’e şüpheyle yaklaştılar ve Sünnet’i hüccet kabul etmekten çekindiler.

Bu iki fitnenin amacı ve tekniği aynıydı. Kur’an’ı Resulün sözlü ve pratik yorumlama ve açıklamalarından; Peygamber aleyhis selam’ın kendi önderliğinde kurmuş olduğu düşünce ve hareket düzeninden soyutlayıp mücerret bir kitap haline getirmekti. Onun kendilerince gelişigüzel tevillerini yaparak amacının dışına çıkarmaktı. Hedefleri İslam etiketini taşıyan bambaşka bir düzen kurmaktı.

Bu amaç için benimsedikleri tekniğin iki hedefi vardı:

1. Hadislerin gerçekten Resulullah sallellahü aleyhi ve sellem’e ait olup olmamaları konusunda kalplerde kuşku uyandırmak.

2. Eğer bir söz veya hareket Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’e ait olsa bile bizim ona uymamız veya onu uygulamamız şart değil gibi bir kural ortaya koymak.

Onların ileri sürdüğü görüş şuydu: Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem bize Kur’an-ı Kerim’i getirmek ve ulaştırmakla görevliydi. Bu görevi de hakkıyla yerine getirmiştir. Bunun ötesinde Muhammed bin Abdullah tıpkı bizim gibi sıradan bir insandır. O halde O’nun söyledikleri ve yaptıkları bizim için nasıl hüccet olabilir?

Bu iki fitne bir süre sonra kendiliğinden öldü. Hicri üçüncü yüzyıldan sonra gelen yüzyıllarda İslam dünyasında bunlardan eser kalmadı. Bu fitneleri yeryüzünden silen bazı belli başlı nedenler şunlardır:

1. Muhaddislerin Ciddi Araştırmaları ve Çalışmaları…

Bu gayretli âlimler sayesinde, Müslüman camia içerisindeki düşünen herkes, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in sünnetinin güvenilirliğine tanık oldu. Hadislerin son derece güvenilir kaynaklardan ümmete ulaştığını ve sahih rivayetleri kuşkulu rivayetlerden ayırmak için en iyi ilmi yolların kullanıldığını ortaya koydu ve herkes bu konuda emin oldu.

2. Kur’an-ı Kerim’in Açıklamaları…

O çağın uleması, sıradan Müslümanlara, din düzeninde Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in konumunun, Sünnet’i inkâr edenlerin kendisine vermek istediklerine asla benzemediğini ispatlamış oldular. Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem sadece Kur’an-ı Kerim’i getirmekle görevli bir ulak veya postacı değildi. Aksine Yüce Allah kendisini hem öğretmen, önder, Kur’an’ın müfessiri, kanun hazırlayıcı, hem de kadı ve yönetici olarak atamıştı. O halde, bizzat Kur’an açısından, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’e itaat ve sadakat bize farzdır; ve bunu yapmadan Kur’an’a uyma iddiasında bulunan bir kişi, aslında Kur’an’ın takipçisi ve uygulayıcısı da değildir.

3. Sünneti İnkâr Edenlerin Kendi Tevilleri…

Kur’an-ı Kerim’e oyunlar oynanmak istendi. Dolambaçlı sözleriyle, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in sünneti ile Kitabullah arasındaki, bağlantının koparılmasıyla dinin ne menem bir şeye dönüştüğünü, Allah’ın kitabıyla ne gibi oyunların oynanabildiğini ve ne kadar gülünç anlam bozukluğu örnekleri ortaya çıktığını Müslümanlara bütün çıplaklığıyla göstermiş oldular.

4. Ümmetin Toplumsal Vicdani…

Maşeri vicdan hiçbir zaman bir Müslüman’ın Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’e itaat ve sadakatten tamamen azade kalmasını kabul etmeyecekti. Anlamsız ve saçma sözlerde bile anlam bulabilen bazı başıboş insanlar her çağda ve her millette bulunabilirdi. Ancak bütün bir milletin başıboş ve serseri olması düşünülemezdi.

Sıradan Müslümanların zihin kalıbına, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in hem risaletine iman edip hem de ona itaat etmekten kaçınma eğilimi gibi tutarsız bir davranış hiçbir zaman iyice yerleşmedi. Beyninde eğrilik olmayan sade ve dürüst bir Müslüman, fiilen itaatsizlik edebilir ancak “Tabii olduğu Peygamber’e itaat etmeye hiç mecbur değildir” gibi bir inancı asla benimseyemez. Sünnet’i inkâr edenlerin kökünü kazıyan etkenlerden biri de bu anlayıştır.

Buna ilaveten, Müslüman topluluğun mizacı ve yapısı böylesine büyük bir bidatı kabul etmeyi kendine sindiremedi. Resulullah sallellahü aleyhi ve sellem devrinden başlayarak Raşid Halifeler, Ashab-ı Kiram, Tabiin, müçtehid imamlar ve ümmetin fakihlerinin rehberliğinde sürekli ve dengeli bir biçimde gelişme kaydetmiş olan hayat düzenini, bu düzene mutaallık kaide ve kurallarını reddedip, beşeri felsefe ve düşünce akımlarından etkilenerek İslam’ın çağdaş (!) bir versiyonunu ortaya çıkarmak isteyenler hiçbir zaman gereken umumi kabulü görmeyeceklerdir.

Sünnet’i inkâr hastalığı, bu şekilde etkisini yitirdikten sonra, yüzyıllarca mezarında kaldı. Biz bu fitnenin Hicri 13. yüzyılda (Miladi 19. yüzyılda) tekrar sahneye çıktığına şahit oluncaya kadar bu fitne mezarında ayağa kalkmaya mecal bulamadı. İlk defa bu fitne Irak’ta ortaya çıkmıştı. Şimdi ise Hindistan’da dirilmeye yüz tuttu, Hindistan’da bu fitnenin 19. yy.da mimarlığını Sir Seyyid Ahmed Han ve Mevlevi Çerağ Ali üstlendiler. Daha sonraki demlerde Mevlevi Abdullah Çakralvi bunun bayraktarlığını yaptı. Onu Mevlevi Ahmedüddin Amritseri ve onu da W Mevlana Aslan Ceyracpuri izledi. Ve en sonunda bu saltanat Çavduri Gulam Ahmed Perviz’e geçti ki, kendisi bu anlayışı dalalete kadar götürmüştür.

Bu fitnenin ikinci doğumunun nedeni de, Hicri ikinci yüzyıldaki ilk doğumuna benzemektedir. Yani, yabancı felsefe ve gayrimüslim medeniyet ve kültürle karşılaşınca zihinsel yenilgiye uğramak ve dışarıdan gelen bütün fikir ve akımları eleştirel açıdan incelemek yerine, tamamen akla ve mantığa uygun kabul ederek, İslam’ı bunların kalıbına dökmeye kalkışmak.

Ne var ki, ikinci yüzyılın fitnesine oranla 13. yüzyılda durum çok değişikti. Müslümanlar o zaman muzafferdi, askeri ve siyasi egemenliğe sahipti. Karşılaşmış oldukları felsefeler fethedilmiş ve mağlup edilmiş milletlere aitti. Bu nedenledir ki, bu felsefelerin taarruzu o kadar şiddetli olmadı ve Müslümanlar bunların etkisinden daha kolay bir şekilde ve kısa zamanda kurtulabildiler.

Bunun aksine, 13. yüzyılda bu taarruz gerçekleştiğinde, Müslümanlar her cephede yenilerek geri çekiliyorlardı. İktidarları paramparça olmuş, topraklarını düşmanlar işgal etmişti. Ekonomik açıdan tamamen ezilmişler, eğitim ve kültür düzenleri altüst olmuştu. Egemen uluslar onlara kendi eğitim, kültür, uygarlık, dil ve yasaları ile toplumsal, siyasi ve ekonomik kurum ve kuruluşlarını iyice empoze etmişlerdi.

Bu şartlarda Müslümanlar; fatih ulusların felsefe, fen ve bilimleriyle ve de onların yasaları ve uygarlık ilkeleriyle karşılaşınca, onlarda eski dönem Mutezileninkine oranla bin defa daha teslimiyetçi zihne sahip yeni bir Mutezile doğmaya başladı. Bu yeni Mutezileler, Batıdan gelmekte olan düşünce, ideoloji, medeniyet ve kültür ilkeleri ve hayat kanunlarının son derece ölçülü, tutarlı, akıllıca olduğunu zannettiler ve bunları İslam açısından eleştirerek hak ile batıl arasında ayırım yapmanın yobazlık ve gericilik olduğunu ileri sürdüler. Onlara göre, çağa ayak uydurmanın tek yolu İslam’ı bunlara göre değiştirmekti.

Bu amaçla İslam’ı doğramaya kalktıklarında, onlar da geçmişte Mutezile’nin karşılaştığı güçlükle karşılaştılar. Anladılar ki, İslam hayat düzenini fiilen ve en küçük ayrıntılarına kadar kuran ve ayakta tutan Resulullah’ın sünnetidir. Bu Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in öğretilerinin amaç ve hedeflerini belirleyerek Müslümanların medeni ve kültürel telakkilerini meydana getirmiştir. Resulullah’ın sünneti, hayatın her alanında İslam’ın fiili kurum ve kuruluşlarını sağlam temellere oturtmuştur.

O halde, İslam’a çekidüzen verilmesi, Sünnet’ten kurtuluncaya kadar, mümkün değildir. Bundan sonra sadece Kur’an’ın salt kelimeleri kalacaktır ki bunların arkasında ne bir pratik örnek bulunacak, ne güvenilir bir yorumu ve açıklaması olacak, ne de herhangi bir gelenek mevcut olacaktır. Bunları tevillerin hedef tahtası yapmak kolaylaşacak ve bu şekilde İslam mumdan yapılmış bir top haline getirilerek dünyada geçerli her felsefeye göre her gün yeni bir şekle sokulabilecektir. Bu amaçla, geçmişte yaptıkları gibi bir yandan sünnetleri ortaya koyan rivayetlerin doğruluğuna şüphe düşürmek, diğer taraftan bizzat Sünnet’in hüccet ve senet olduğunu inkâr etmek gibi elim hatayı işlediler.

Ancak burada da yine durumların farklı oluşu, bu sapkın anlayışın yıkıcılığını daha farklı kıldı. Eski çağda bu fitnenin bayraktarlığını yapanlar ilim sahibi kimselerdi. Arap dil ve edebiyatında kendilerine yer edinmişlerdi. Kur’an-ı Kerim, hadis ve fıkıh gibi ilimlere vakıftılar. Onların karşı karşıya bulunduğu kesim de Müslüman kitle idi. Kültür düzeyleri de hayli yüksekti. Her tarafta çok sayıda din bilginleri vardı. Böylesine bilinçli ve kültürlü bir kamuoyuna karşı yarım yamalak ve çiğ bilgiyle çıkmak çok tehlikeliydi. Bundan dolayıdır ki, eski çağın Mutezilesi çok temkinli ve ölçülü davranıyor, söylediklerini inanarak ve güvenerek söylüyordu.

Bunun aksine, çağımızda bu fitneyi alevlendirmeye çalışanların bilgi hazinesi, Sir Seyyid’in zamanından bugüne kadar, giderek azalmaktadır ve karşısındaki kamuoyu da çok farklıdır. Bu kamuoyunda “okumuş” veya “kültürlü” sıfatı, Arapça veya din bilgisine sahip kimselere değil, belki de dünyevi her şeyi bilen, ancak Kur’an-ı Kerim ve din hakkında “fukara” olan insanlara aittir. Bu gibi “kültürlü” kimseler en çok Kur’an-ı Kerim’in tercümelerini o da İngilizce tercümelerini bilirler. Hadis ve fıkıh hakkında olsa olsa bazı kulaktan duyma bilgilerle hem de oryantalistlerin verdiği bilgilerle yetinirler.

İslami gelenek ve göreneklere gelince bu konuda da en fazla, genel bir görüşe sahip olurlar. Onlara göre İslami gelenek, bir takım eski ve çürümüş enstantanelerden ibarettir. İslam hakkındaki bunca cehaletlerine rağmen din hakkında böylesine bilgi hazinesine (!) sahip olduklarını göğüslerini gere gere söyleyebilmekte ve bu kendilerine olan aşırı güvene dayanarak kendilerini İslamiyet hakkında nihai karar vermeye salahiyet sahibi sanmaktadırlar. Bu şartlarda, eski Mutezile’ye oranla yeni Mutezile’nin seviyesinin ne kadar düşük olduğu apaçık ortadadır. Bu anlayışta olanlarda bilgi azken, bilgisizliğin verdiği cesaret çoktur.

Bugün bu fitneyi yaymak amacıyla kullanılan tekniğin önemli unsurları şunlardır:

1. Hadisi şüpheli hale getirmek ve bu şüphenin haklılığını ispatlamak için batılı oryantalistlerin kullandıkları bütün metotlara inanmak ve bunları kendi açıklamalarıyla Müslüman halkın arasında yaymak… Öyle ki Hazreti Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem’den bu güne güvenilir kaynaklardan Kur’an-ı Kerim’in dışında hiçbir şeyin ulaşmadığına bilgisiz kimseler inanıversin…

2. Hadis mecmualarını haşa kötü ve yanlış taraflarını çıkarmak amacıyla taramak… Tıpkı bir zamanlar Arya Samaciler (Hint yarımadasında İslamiyet’i kötülemeye çalışan Hindu hareketi) ve Hıristiyan misyonerlerin Kur’an-ı Kerim’i taramaları gibi… Hadis kitaplarının son derece yüz kızartıcı, gülünç ve saçma konularla dolu olduğu izlenimini uyandırmak amacıyla kopuk cümle ve ibareler çıkarıp Müslüman halka göstermek… Daha sonra da yaşlı (!) gözlerle Müslümanlara çağrıda bulunarak İslam’ın daha fazla alaya alınmaması için bu saçmalık tomarını bir köşeye atmalarını istemek…

3. Resulullah’ın Peygamberlik makamını bir ulak veya postacı düzeyine indirgemek ve onun işinin sadece Kur’an’ı in sanlara iletmek olduğunu belirtmek…

4. Yalnızca Kur’an-ı Kerim’in İslam yasalarının kaynağı olduğunu belirtmek ve Resulün sünnetini İslam’ın hukuk düzeninin kaynağı olmaktan çıkarmak…

5. Ümmetin tüm fakih, muhaddis, müfessir imamları ile din ve dil bilginlerini güvenilmez kılmak. Böylece, ümmetin yol gösterici ilim adamlarının Kur’an-ı Kerim’i anlamaya yanaşmadıkları, aksine Kur’an’ın gerçek öğretilerini kamufle etmek amacıyla bir komplo kurdukları sanısını uyandırarak Müslümanlarda bir yanılgıya yol açmak…

6. Kendilerine göre bir sözlük ve terimler kitabı hazırlayarak Kur’an-ı Kerim’in tüm sözcük ve terimlerinin anlamlarını değiştirmek… Kur’an ayetlerine, dünyada Arapça bilen bir kişinin Kur’an’da hiç görmediği ve rastlamadığı anlamları vermek…

Burada garip olan da bu işi yapan kişilerin önüne Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini harekesiz yazıp koyarsanız, bunları doğru dürüst okuyamazlar bile. Ancak iddialarına bakarsanız, bugün Araplar bile Arapça’yı bilmemektedirler.

İnkâr ve istiskal üzere bina ettikleri bu anlayışla Sünnet ve Fıkıh yükünden kurtulacaklarına sevinirler. Bu şekilde Sünnet ve Fıkıh’tan kurtulan bu zihniyetin elinde yalnızca Kur’an kalacaktır. Kur’an’ı da kendi sözlüklerine göre çok rahat tevil edeceklerini bilirler.

Bu eğilim tüm batı hayranı kimseleri de aynı şekilde kendine çekmektedir. Çünkü İslam’dan çıkıp yine de Müslüman kalmanın daha iyi bir reçetesi henüz bulunamamıştır. Zaten bundan daha iyisi ne olabilir ki? Batıda helal ancak “mollanın İslam”ında bugüne kadar haram olan hususlar, artık hem helal olacak hem de Kur’an’dan bunun ispatı yapılıp o eski anlayışın geçersizliği Kur’an’dan ispatlanacak ne komik değil mi?

Ben, geçen çeyrek asırda bu fitneyi reddetmek amacıyla birçok yazı yazdım. Bunlar çeşitli kitaplarımda yer almıştır. Maalesef, dinin esasını teşkil eden bu tartışma, ülkemizde ortaya çıkmakla kalmamış, çok kritik bir şekle bürünmüştür.

Lahor, 30 Temmuz 1961 Ebu’l Ala Mevdudi

Kaynak: Bu yazı belirtilen kaynağın önsözünden kısmi olarak iktibas edilmiştir. (Ebul Ala Mevdudi, Sünnetin Anayasal Değeri, Tercüme: Dr. N. Ahmet Asrar, s-11-21)

Her ilim talebesinin okuması gereken diğer Kaynak Metinleri okumak için lütfen buyurunuz.

İrfanDunyamiz.com/ Kaynak Metinler

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Kur’an’da insanın eşeğe benzetildiği üç durum

Bakalım size de ilginç gelecek mi… Kur’an’da bazı insanların durum ve tavırları üç noktada “eşek” …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.