Mahmud Efendi ile hatıralar….

Mahmud Efendi Hazretleri vazifeye ilk olarak Of’taki köyümüzde imam olarak başladı. O zaman on yedi yaşlarındaydı. Lakin köylü üzerinde büyük bir tesir uyandırdı. Küsleri barıştırdı. Sınır kavgalarının önemli bir bölümüne son verdi. Milletimiz ondan o kadar etkilenmişti ki kimi onun Kur’ân-ı Kerim okumasını kimi vaazını kimi takvasını kimi zühdünü kimi hakkı söylemedeki cesaretini kimi İslâm’a göre yaşama iradesini anlata anlata bitiremezdi. Devrin iki büyük âlimi Dursun Efendi ve Mehmed Rüştü Efendi’nin talebesiydi. Lakin ikisi de ona ihtiram gösterirdi.

İmam-ı Âzam’dan “ma-i müsta’mel”le alâkalı gelen üç farklı rivâyetten birine göre ma-i müsta’mel günahları temizlemesi cihetiyle “necaset-i galiza”dır. Bu yüzden Hanefiler ma-i müsta’melden sakınır. Mahmud Efendi, bizim köyde imamlık yaparken yere düşen ma-i müsta’melin üzerine sıçramaması için dikkat eder, bir taşın üzerine çıkar, öyle abdest alırdı.

Mehmet Rüştü Aşıkkutlu

Büyük Buluşma

Efendi Hazretleri köyümüzde vazife yaparken küçüktüm. Onunla asıl muarefemiz daha sonra oldu. Şöyle ki, 1961’de Of’tan ayrılıp Sakarya/ Akyazı’ya gidip yerleşen Sakine Halam’ın kızıyla evlendim. O yıllarda hem Dursun Efendi hem de Hacıefendi’de okuyan İhsan Mehmedalioğlu da Akyazı’da idi. İhsan Efendi’nin babası Sefer Efendi civarda pek meşhurdu. İhsan Efendi ile Mahmud Efendi Hazretleri’ni ziyarete gittik. İkisi hem birlikte okumuş hem de birlikte Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne intisap etmişlerdi. Ali Haydar Efendi’nin âhirete irtihal etmesiyle İhsan Efendi seyr-u sülûkuna Mahmud Efendi ile devam etti.

O yıllar Efendi Hazretleri için sıkıntılı idi. Ona farklı cihetlerden tazyikler vardı. Hasbi Müslümanlar bizzat oralarda bekler, muhafızlık yapardı. İsmailağa‘daki buluşmamızda içimde ondan ders alma iştiyakı oluştu. Bana tasavvufla münasebetimi sordu. Uğurlu’da talebe iken Mapsinolu Ahmed Efendi’den ders aldığımı söyleyince “Ben de ilk tarikat dersimi ondan aldım. O da Nakşibendî bu da. Lakin oranın devamı yok.” İstihare ettim. Anlatınca “Tamam” dedi. Talebeliğe kabul edildim. Kendisinden ders alma bahtiyarlığına erdim.

Aşıkkutlu Hocam, talebesi olan Efendi Hazretleri’ne intisabımı duyunca bir mektup yazarak “Bu genç yaşta tarikata girdin. Sizi tebrik ediyorum. Bense Mahmud Efendi gibi bir velinin hocası olmakla bahtiyarım. O hakiki bir şeyhtir. Sizin de ona talebe olmanız şayan-ı takdir bir hadisedir” dedi.

Plakçı dükkanı

1965’te de bu fakire Samsun ve civar illerde ders verme ve değiştirme yetkisi verdi. Kendileri her yıl “Emr-i bi’l-Ma’ruf” seyahatine çıkar Samsun’a da uğrardı. Günde on yerde konuşur, yine usanmazdı. Gençliğinde nasılsa ayaklarının onu taşıdığı ana kadar da öyle devam etti.

Bir yaz günü Engiz’den Samsun’a giderken Matasyon civarında bir plak dükkanında şarkı sesi duydu. Arabayı durdurdu. Fakire, “Kâmil Efendi! Git dükkân sahibine Emr-i bilmaruf yap! Bu haram, de!” buyurdu. Marufu emretmeyi, münkere ise dur demeyi varoluş gayesi edinen Efendi Hazretleri böyle Allah’a isyan mahallinde hakikati tebliğ etmeden geçmeyi Hakk’a ihanet görürdü.

Şayan-ı takdir

Ali Osman Kurt adında elinden tesbihini hiç düşürmeyen bir derviş vardı. Bu zat annemin amcası ağabeyim Ömer’in de kayınpederiydi. Aslen Rizeli olup Bafra’nın Darboğaz Köyü‘nde ikamet ederdi. Rahatsızlanınca ağabeyim köyüne gitti. Ben de haberdar olunca köye vardım. Sekerât halindeydi. Beni görünce, “Kâmil Efendi! Cenazemi sen yıka, tezkiye mi Müftü Müslim Efendi yapsın.” diye vasiyet etti. “Namazımı da Mahmud Efendi kıldırsa” diye temennide bulundu.

O tarihte bugün olduğu gibi telefon gibi cihazlarla muhabere imkânı yoktu. Olsa da Efendi Hazretleri her isteyen dervişin cenazesine nasıl gidebilirdi. Tam ayrıldığım esnada ruhunu teslim etti. Ağabeyim “Git, kefeni hazırla. Selaları okut, yarın namaza gel” dedi. Takdiri ilahi, Mahmud Efendi her yıl olduğu gibi yine Karadeniz’e emri- bi’l-maruf’a çıkmış, gece yarısı da bizim ev diye birkaç ev ilerde “Ömer Dede” dediğimiz baba dostu bir zatın evine gitmişti.

Merhum İhsan Mehmedalioğlu Hocamız minibüsten inip “Kâmil Hoca!” diye birkaç defa bağırınca Ömer Dede uyanıp “Kimsiniz?” diye sordu. İhsan Efendi “Mahmud Efendi ve talebeleri” cevabını verdi. Karşısında bir minibüs sarıklı insanı gören Ömer Dede heyecanla sağa sola giderken hanımı “Hacı nedir bu telaş, kim geldi?” diye sorunca Ömer Dede, “Hanım sükuttur. (Of lehçesiyle söylenen bu kelime “sus” anlamındadır.) Büyük adamlar geldi. Hepsi de sarıklı.” cevabını verdi.

Bu sözleri duyan Efendi Hazretleri ve hocalar tebessüm ediyor, İhsan Efendi de Ömer Dede’yi teskin ediyordu. O ise heyecandan şalvarını giymeyi unutmuş şalvar omuzunda, pijamayla misafirlerin yanına geldi. Efendi Hazretleri, “Kâmil Efendi nerede?” diye sorunca “Hasta olan dedesini ziyarete gitti” dedi. Efendi; “Siz rahat olun. Biz evde zaten kalmayız. Caminin anahtarı sizde varsa bize camiyi açar mısınız?” dedi.

Ömer Dede anahtarı alıp camiyi açtı. Onları yerleştirip “Bizim eve geldi.” Gece üç sularıydı. Sesini duyunca pencereye çıktım. Beni görünce sevindi, “Ula Hoca! Sen nerdesin? Büyük büyük adamlar geldi. Çabuk camiye gel” dedi. O beni köyde zannetmişti. Geldiğimi görünce çok rahatladı.

Hazırlanıp camiye geçtim. Efendi Hazretleriyle görüştüm. Ali Osman dedeyi ve vefatı esnasındaki “Cenazemi Mahmud Efendi kıldırsa” şeklindeki temennisini kendisine arz ettim. “Olur, cenazeye iştirak edelim. Sabah Bafra’ya emri bi’l-marufa gidelim, oradan da cenazeye geçelim” buyurdu. Kahvaltıdan sonra Bafra’ya gittik. Efendi Hazretleri; “Sen git cenazeyi yıka. Hazırlıkları yap. Biz de o vakte kadar Bafra’da dolaşıp ‘Emr-i bi’l-maruf’ yapalım, yanımızda bırakacağın rehberle namaza doğru köye gelelim.” dedi.

Köylüler Ali Osman dedenin niyazını bilirdi. Namaza doğru bir de baktılar ki Mahmud Efendi Hazretleri talebeleriyle geliyor. Müftü tezkiyeyi yaptı. Efendi Hazretleri namazı kıldırdı. O zaman bütün varlığımla şu ayet-i kerimedeki tecelliye tekrar bir daha şahit oldum: “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben onlara yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin niyazına karşılık veririm. Şu hâlde onlar da benim emirlerime icabet etsinler.” (Bakara, 186) Allah azze ve celle emirlerine icabet eden kullarının dualarına icabet eder.

Nezaretteki Hoca Hanım

Mahmud Efendi Hazretleri, Müslümanlar her mahalleye bir erkek bir de kız medresesi açıp orayı ihya etsinler, diye çok uğraşır etrafını bu konuda sürekli teşvik ederdi. O tarihlerde kadınların cenahında böyle bir hizmet gerçekleştirmek çok zordu. Çünkü Hocahanım azdı. 1981 senesinde Rizeli merhum İsmail Efendi’nin Hanımı Bafra’da yatılı bir kız medresesi açtı. Öğrenciler medreseye çarşafla geliyor, gidiyor, okuyorlardı. Manzaradan rahatsız olan birkaç kişi medreseyi ihbar etti. Kurs basıldı, Hoca Hanım karakola götürüldü. İfadesi alındı fakat serbest bırakılmadı. Efendi Hazretleri bu olayı duyunca Kasımpaşalı Kemal Efendi’yi çağırıp ona şöyle söyledi:

– Derhal Samsun’a git, Kâmil Hoca’yı bul. Bafra’da ders okuturken tutuklanıp, nezarete atılan Hoca Hanım’ı Karakol’dan çıkarın. Hoca Hanım oradan çıkmadan bize evimize gidip, istirahat etmek helal olmaz. O Hoca Hanım kurtulana kadar İsmailağa Camii‘nde bekleyecek, evime gitmeyeceğim, dedi.

Kemal Efendi Samsun’a varınca Engiz’e geldi, Efendi’nin sözlerini aktardı. Bir müddet “Hoca Hanımı nasıl kurtarabiliriz?” üzerinde konuştuktan sonra Kemal Efendi Hocamızla birlikte Samsun’a gittik. Eşraftan Merhum Enver Abdik Ağabeyi ziyaret edip meseleyi anlattık. Hoca Hanım kurtulmadan Efendi Hazretleri evine gitmeyecek, istirahat etmeyecek, biz de bir şeyler yapalım dedik.

Bunun üzerine Enver Abi,

– Yürüyün Vali Bey’e gidelim bu olayı anlatalım inşallah bize bir yardımı dokunur, dedi.

Enver Abi Vali ile iyi tanışırdı. Birlikte Valinin odasına girdik. Bana kendini tanıt ve hadiseyi tam olarak anlat dedi. Valiye meseleyi şu şekilde anlattım:

– Ballıca’da (Ondokuzmayıs) Diyanet’e bağlı bir kursumuz var. Orada 100 kadar öğrenci okutuyorum. Rizeli İsmail kardeşimizin de hanımı da Bafra’da hanım kardeşlerimizi okutur. Ne var ki birilerinin şikâyeti üzerine kardeşimizin hanımını karakola götürüp, tutukladılar. Hanım kardeşimizin kurtulması için devreye girmenizi istirham ediyoruz, dedim.

Bunun üzerine Vali Bey Bafra Kaymakamı’na telefon edip şöyle talimat verdi:

– Kaymakam! Kur’an-ı Kerim okutan bir hoca içeriye alınmaz. Derhal Hoca Hanım’ı serbest bırakın.

Allah Teâlâ’nın inayetiyle Hoca Hanım nezaretten kurtuldu. Kemal Efendi de haberi Efendi Hazretleri’ne vermek için ilk otobüsle İstanbul’a hareket etti.

Müslümanlar uzun yıllar devam eden baskılar altında adeta bir Ashab-ı Kehf hayatı yaşadı. Fakat içi rahmet, hareket, tedris ve zikir dolu olan bir mücadele; uyandırmak için yaşanan bir uykuydu bu. Müminler evlatlarını, alimler talebelerini içi mücahade olan bir hakikat uykusuna çekilerek korudu. Allah Teâlâ bizi bugünlere hazırlayan hocalarımızdan ebediyyel ebed razı olsun.

Gecesi ibadet

İnsan ruhu daraldığında ağaçlar arasında dolaşmak, kuşa, çiçeğe, börtü böceğe bakıp rahatlamak ister. Talebede hep aynı insanı görünce daralır. Medreseye zaman zaman farklı alimler gelir. Talebeyle hasbihal ederlerdi.

Her âlim bir âlemdir. Âlimleri gören talebe yeni âlemlere hicret eder. Mahmud Efendi Hazretleri de hiç aksatmaz her yıl medreseyi ziyaret eder, hanemizde kalır, talebeye ve cemaate sohbetler ederdi. Onu gören, sohbetlerini dinleyen talebenin yüreği yağmur gören toprak gibi canlanırdı.

Mahmud Efendi’nin hanemize varışı bazen gece, bazen gündüz olurdu. Bir defasında gece yarısı gibi teşrif etti. Biraz sohbet ettik. Gece 01:00 gibi “Kâmil Efendi! Saat 02:30 gibi bizi kaldırırsın” dedi ve yer yatağı serdiğim odada istirahata çekildi. Ben salonda beklerken uykuya kalmışım. Biraz sonra bir sesle uyandım. Baktım ki Efendi Hazretleri kalkmış, abdest almış, namaz kılıyor. Geceleri bölen uzun teheccüdleri vardı. Bunu mukimken yaptığı gibi seferde de hiç aksatmazdı. Yorgunluktan vaazda zaman zaman uyur gibi olur lakin azıcık uyku ile durur ne mücahadeden ne de cihaddan ödün verirdi. Gecesi ibadetle, gündüzü cihadla geçerdi.

Onun sözü tesirli

Mahmud Efendi’nin, Emr-i bi’l-Maruf seferlerinde bir müminin, mümin kardeşini Allah için sevmesinin numune şahsiyeti derviş Hurşid Efendi de olurdu. Bir Cuma günü Hurşid Efendi geldi; “Efendi Hazretleri yolda, akşama burada olur” dedi.

İslâm’ı yaşamaya olduğu gibi anlatmaya da çok haris olan Hurşid Efendi, “Cuma’yı kıldıktan sonra cemaate bir ayet-i kerime, bir de hadis-i şerif okuyabilir miyim?” dedi. “Tabiki” dedim. Namazdan sonra ayağa kalkıp cemaate, “Kardeşlerim durunuz, durunuz!” dedi. Sonra da “Allah Teâlâ buyuruyor ki” deyip şu ayeti okudu: “De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah pek bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Âl-i İmran, 3/31) Ardından da; “Kişi Cennette, dünyada iken Allah için sevdiği ile beraberdir.” (Buharî, H. No: 6170) hadisini okudu.

“Allah Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem’in sünnet-i seniyyesine ittiba eder, ümmet olarak birbirimizi Allah için seversek amellerimiz salih insanlar kadar olmasa da Allah Teâlâ bizi âhirette onlarla haşreder. Mümin kardeşlerimizi cemaat ayrımı yapmadan Allah için sevelim. Şimdi çıkabilirsiniz kardeşlerim!” dedi.

Akşam oldu. Efendi Hazretleri, mihmandarı Bilal Efendi ve daha başka birkaç ihvanla teşrif etti. Bilal Efendi, “Hurşid Efendi buraya geldi mi?” diye sordu. “Evet” deyince, “Allah rızâsı için Efendi Hazretleri’ne sen de söyle! Ona vaaz ettirmesin. Bütün bildiği bir âyet-i kerime ve bir hadis-i şerif. Yanlış bir söz edecek. Müslümanları sıkıntıya sokacak” dedi. Ben de “Efendim! Misafirlikte ben bunu nasıl söylerim.” Eğer söylenecekse sizin söylemeniz daha münasip olur” dedim. Biraz sonra Efendi’nin bulunduğu odaya girdim. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:

– Hurşid Efendi buraya geldi mi?

– Geldi Efendim.

– Konuşmak istedi mi?

– Evet Efendim!

– Müsaade ettiniz inşallah!

– Evet Efendim!

– Ne anlattı?

– Âl-i İmrân suresinin 31. âyet-i kerimesi ile “el-Meru mea men ehabbe” hadisini okudu Efendim.

– Onun bir âyet-i kerime, bir hadis-i şerif okuması bizim saatlerce konuşmamızdan daha tesirlidir.

Daha sonra Bilal Efendi,

– Ne yaptın, Efendi Hazretleriine Hurşid Efendi mevzusunu arz ettin mi?

Ben sözü açmadan, kendileri Hurşid Efendi’yi tezkiye etti, dedim.

İslâm’ın muhafızı ulemâdır. Lakin hasbi müiminlerin davet ve tebliğde hizmeti büyüktür. Sahâbenin içinde ictihad seviyesinde olanların sayısı azdı. Lakin İslâm’ı sadece müctehidler değil bütün hepsi tebliğ etti. Allah Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem kendisini yirmi üç yıl dinleyen Hazreti Ebûbekir’le bir gün yanında kalan sahâbiyi ayırmadan hepsine; “Beni görüp dinleyen, görmeyene söylediklerimi tebliğ etsin” diye emretti.

Hurşid Efendi hasbî bir mümindi. Biz zahire bakıyor; “Bu, hoca değil, anlatmaya ehliyeti yok” zannediyorduk. Lakin anlamış olduk ki onun konuşması bizim vaazlardan daha etkili oluyordu. İslâm da -daha çok- tebliğ için yerini yurdunu terk eden, bir daha evine dönemeyen murabıtlar, mücahitler ve dervişlerle yayılmadı mı?

Karakol devrede

Mahmud Efendi bir beldeye gitti mi ulemayı ve medreseleri ziyaret ederdi. Müftülere de gider, onlar müsaade edince camilerde kürsüye çıkar ve cemaat-i müslimine vaaz ederdi. Darbe sonrası bir seferinde Bafra’ya gitmiştik. Hafta sonu olduğundan müftüye ulaşamadık. Nuri İbrahim Camii’ne geçtik. İmam kardeşimiz Efendi’yi kürsüye davet etti. Biraz vaaz etti. Lakin hususi bir bölümde dinleyen kadınlara ses ulaşmadı. Zira o zamanlar Efendi mikrofonsuz konuşurdu. Bir hanım kardeşimiz eşi vasıtasıyla bize ulaşıp kadınların tarikat dersi almak ya da değiştirmek istediklerini iletti. Vakit de dardı. Vaazdan sonra Bafra’dan ayrılacaktık. Kürsüye gidip hali Efendi’ye arz ettim. “Peki derslerini değişelim, İhsan Efendi nerede o kürsüye çıksın” dedi.

Efendi Hazretleri, İhsan Efendi ile çok samimi iki dosttu. Birlikte okumuşlardı. Aralarında üç yaş vardı. Efendi onu çok sever, O da Efendi’ye çok hürmet ederdi. Cemaatin arasında sohbeti dinleyen İhsan Efendi kürsüye çıkıp namaz tesbihatının adabından bahsetti. Birisi de gidip karakola; “Sarıklılar geldi. İzinsiz konuşma yaptılar. Hem de camide siyaset yaptılar” diye bizi şikâyet etti. Karakol devreye girdi. Güvenlik güçleri teyakkuza geçti. Müftü iyi bir kardeşimizdi. Resmi makamlar tarafından haberdar edilince, “Onları tutuklamak yanlış olur. Mahmud Efendi’yi tanırım. Diyanette görevli bir imamdır. İslâm’a aykırı konuşmaz” dedi. Hâdise büyümeden kapandı.

Her mahalleye medrese

Ehl-i Sünnet hocalar, Efendi’yi severdi. Çünkü Müslümanları bu bizim ihvanımız, bu ise değildir” diye ayırmazdı. Asla kürsüde “Gelin bizim tarikata girin.” demezdi. Bir alim ya da müftü ziyaretine gitse onu yanına oturtur, ona iltifat ederdi. Derdi de davası da ümmetti. Onun hiç değişmeyen çağrısı, “Müslümanlar! Her mahalleye bir kız, bir de erkek medresesi açın.” şeklindeydi.

Efendi Hazretleri, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir imamdı. Zahit Kotku Hazretleri ve daha pek çok büyük zat da imam olarak irşad hizmetinde bulunmuştu. Buna rağmen birilerine göre irticadan sabıkalıydılar(!). Meşayıhı çok incittiler, çok. Üstad Necip Fazıl’ın “Öz yurdundan garipsin, öz vatanında parya” ifadesi en çok onları ifade etmekteydi. Buna rağmen hiçbiri “ah!” edip inlemedi, her durum ve şartta milletin ve memleketin selameti için dua ettiler.

Büyük adamlar toplar

Küçük adamlar dağıtır, büyük adamlar ise toparlar. Küçükler “ne olursa olsun benim olsun”; büyükler “bizim kaybetmemizin bir kıymeti yok, ümmet kazansın, Müslümanlar var olsun” der. Dâvası ümmet olanlar ümmetin selameti için geri adam atmaktan imtina etmez. Mahmud Efendi böyle bir zattır. Onun bu duruşu bana şu hadis-i şerifteki anneyi hatırlatır: “İki kadın beraberlerinde oğulları olduğu halde giderken bir kurt gelip kadınlardan birinin çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine kurt tarafından çocuğu alınan (büyük) kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına:

– Kurt, senin çocuğunu götürdü. Bu benim, dedi.

Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için davayı Allah’ın peygamberi Hazreti Dâvûd’a u taşıdı. Küçük kadın mahkemede çocuğun ona ait olduğunu delillendiremeyince Hazreti Dâvûd u, çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetti. Bunun üzerine muhâkemeden çıkıp, Hazreti Dâvûd’un oğlu Hazreti Süleyman’a gidip meseleyi haber verdiler. Hazreti Süleyman da,

– Bana bir bıçak getirin! Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım! dedi.

Bunun üzerine, çocuğun gerçek anası olan küçük kadın derhâl ileri atıldı:

– Aman öyle yapmayın! Allah sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır! dedi. (Gerçek anne, çocuğun yaşaması için hakkından vazgeçti.)

Bunun üzerine Hazreti Süleyman, çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.” (Buhârî, H. No: 3427)

Anneler çocukları zarar görecek olsa, onları bir daha görememe pahasına da olsa geri adım atar. Çocukları yaşasın diye haklarından vazgeçer. Aklını ve ruhunu Batı aklına kurban edenler ise direnir. Bu topraklarda nice alim-i rabbani milletin selameti için hadisi şerifte anlatılan o öz anne gibi sustu. Geri adım attı; “Yeter ki millet-i İslâm’a bir musibet gelmesin diye kan kustu lakin kızıl şerbeti içtim” dedi. Mahmud Efendi Hazretleri onlardan biridir. Onun sükutlarında bu mana vardır.

Cami karıştı

Mahmud Efendi 90’lı yılların başında Samsun Büyük Camii’de vaaz ederken bir ayet-i kerime okudu, onu tefsir etti. Ezana doğru Allah Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem’in hatırı kalır size, bir de hadisi şerif okuyayım, dedi. O esnada içeriye yaşlı bir zat girdi ve “İn aşağıya, Refah Partisi’ne oy toplamaya mı geldin!?” diyerek bağırmaya başladı. Cami karıştı.

Efendi, Allah Rasûlü sallellahu aleyhi ve sellem’e salâvat getirdi. Millete de; “Allah rızâsı için olduğunuz yere oturunuz” dedi. Namazı kıldık dağıldık. Hâdise üzerinden birkaç ay geçmeden mezkûr şahıs iflas etti, dükkanları kapandı. Allah Teâlâ zalime yaptığı zulmün cezasının bir kısmını dünyada tattırır. Bu hadisede İbn Asâkir’e ait şu ifadenin ne büyük bir hakikat olduğunu bir kere daha gösterdi: “Âlimlerin etleri zehirlidir.” (İbn Asâkir, Tebyînu Kezibi’l-Müfterî, s.29)

Erbakan muhabbeti

Kaos memleketi darbenin kucağına itti. Ya da darbeciler hadiselere tepkisiz kalarak darbeye zemin hazırladı. 12 Eylül 1980’de silahlı kuvvetlerin dört kuvvet komutanı Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in başkanlığında darbe yapıp Milli Güvenlik Konseyi’ni (MGK) kurdu. Bu konsey, Kasım 1983 seçimlerine kadar ülkeyi yönetti. Siyasi parti liderleri tutuklandı. Ülkede sıkıyönetim ilan edildi. 21 Eylül’de yürütme yetkisi MGK’da olacak şekilde Bülent Ulusu Hükümeti kuruldu. Bir yıl sonra tutuklananların toplam sayısı 122 bine ulaştı. Ülkedeki terörist saldırılar yüzde doksan oranında azaldı. Terör ve anarşi suçundan dolayı elli kişi idam edildi, binlerce kişi işkence gördü.

Askeri darbe gece saat 04:30’da gerçekleşti. Mahmud Efendi o esnada emr-i bi’l maruf seferinde idi. Yol işlerinden sorumlu tayin ettiği merhum Bilal Öztürk de yanındaydı. Amasya üzerinden Samsun- Engiz’e gelirken asker yollarını kesti; “Asker yönetime el koydu. Seyahat yasaklandı. Herkes olduğu yerde kalacak. Kimse hareket etmeyecek. Geri dönün!” dedi. Hacı Bilal de “Siyasi bir gayelerinin olmadığını” söyledi. Kumandan; “Olmaz diyorum, geri dönün” dedi.

Bu esnada arabaya yaklaştı. İçerde Efendi Hazretlerini görünce halinden etkilenmiş olmalı ki fikrini değiştirdi; “Hiçbir yerde mola vermeden yolunuza devam edin” dedi. Sabah namazına Engiz’e geldiler. Fakir de namaza gidince baktım ki medresenin avlusunda İstanbul plakalı bir araba var. O ara Hacı Bilal’i gördüm. “Hoş geldin” deyince “Darbe oldu” dedi. Ben de latife yapıyor; “Biz sabah senden evvel medreseye geldik” diyor zannettim. “Senin darben baş göz üstüne” deyince “Latife yapmıyorum. Asker yönetime el koydu. İhtilal oldu” dedi.

İçeriye girdiğimde Efendi Hazretleri murakabe halindeydi. Sabah namazını kılıp işrak vaktine kadar bekledik. Efendi Hazretleri yoldan gelmesine rağmen mukimken neleri yapıyorsa aynısını îfa etti. Ardından okunan aşr-ı şeriften sohbet etti. İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin Mektubat’ından okundu. Kahvaltı için eve geçtik. Radyo dinlemez. Biri ona haberleri hülasa ederdi. O sabah “Kâmil Efendi! Radyo var mı? Haberleri dinleyelim. Necmeddin Bey kardeşimiz ne haldedir? Allah Teâlâ memleketimizi de onu da muhafaza buyursun” dedi. Haberleri dinledik. Hayat tabii seyrindeymiş gibi devam etti.

12 Eylül Cuma gününe tekabül etmişti. Şehirde sokağa çıkma yasağı olduğundan millet merkezde Cuma namazı kılamadı. Köprüyü de asker tuttuğundan derenin yukarı kısımlarından ayakkabılarını çıkararak karşıya geçip bizim camiye gelmişlerdi. Efendi Hazretleri kürsüye çıkıp vaaz etti. Kendisinde hiçbir şekilde tereddütten bir emare yoktu. Onu 12 Eylül günü dinlerken tevekkülün bir mümini dağ gibi nasıl sarsılmaz kıldığını “aynel yakîn” müşahede ettim.

Not: Bu makale İhsan Şenocak’ın “Babamın Hatıraları ile Yakın Tarih” isimli eserinden alıntıdır.

Kamil Şenocak/ İrfanDunyamiz.com

KARADENİZ ÇEVRESİ İRFAN DÜNYAMIZ

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

İstanbul’da bir mevlid hatırası…

Konya’nın meşhur hafızlarından Hayra Hizmet Vakfı kurucusu merhum Hasan Hüseyin Varol hocamızın hatıralarını rahmete ve …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.