Allah sevgisi testi…

Günümüzde birçok insanımız şuursuz, bilinçsiz ve ruhsuz bir şekilde kuru kuruya bir Allah sevgisinden bahsediyor. Kimileri de iman, itikat ve ibadet bağlamındaki şuursuzluklarını “Benim kalbim temiz” gibi söylemlerin arkasına gizlemeye çalışıyor.

“Ben Allah’ı çok seviyorum” diyen bir insan gerçekten de O’nu çok seviyor mudur? Biz kendi içimizdeki Allah sevgisini test edebilir miyiz? Biz gerçekten de Allah’ı seviyor muyuz? Bunu anlamak için kendi kendimize şu testi uygulayabiliriz: Bu testin ilk sorusu şudur: “Efendimiz’e itaat ediyor muyum?” Kur’an’a göre Allah sevgisinin ispatı Resul’e itaat ile mümkündür. Kur’an Yüce Allah’ı sevmenin ön koşulu olarak bize bu kıstası sunmuştur. (Bkz; Âl-i İmran, 31) Yine Kur’an’a göre Yüce Allah’a ve Resul’üne itaat etmeyenin tüm işleri boşa gitmiştir. (Bkz; Muhammed, 33)

Yüce Allah’ı sevip sevmediğimizi anlamanın bir başka yolu da şudur: Kendimize şu soruyu sorarız. “Yüce Allah’ın Rab olduğunu kabul ederek O’nun bildirdiği ahlakî ve hukukî ilkelerin tamamını benimsiyor muyum?” Eğer bunları bütün kalbim ile benimsiyorsam sevgimde mutlaka samimiyimdir. Fakat Yüce Allah’ı sevdiğimi iddia ediyor ancak diğer taraftan Yüce Allah’ın hükümlerine razı olmak hususunda kem küm ediyorsam, o zaman benim sevgi iddiam boş bir iddiadır ve düpedüz yalandır. Yüce Allah’ı seven bir kimsenin O’ndan gelen bütün değerleri benimsemesi şarttır. Yüce Allah’ı sevip de O’nun nizamını sevmemek düşünülemez. Yüce Allah’ı seven insan, O’nun Kur’an’da bildirdiği ahlakı, ahkâmı, nizamı, düzeni mutlaka benimser. Yüce Allah’ı seven kimse O’nun “Rab” isminden ürkmez. Ki İslam’ın ahlak yoğuruculuğu görevi Yüce Allah’ın bu isminden kaynaklanır.

Müslüman olduğunu söyleyen insanlar gizli bir dinsizlik hastalığına kapılmak istemiyorlarsa, Yüce Allah’ın Rab ismini yeniden düşünmelidirler. Yüce Allah’a inandıklarını ve Onunla sevgiye dayalı özel bir ilişkilerinin olduğunu iddia edenler O’nun Kur’an’daki vasıflarından biri olan “Rab” oluşunu; yani O’nun kural koyucu, düzen verici, nizam verici olduğunu görmezden geliyorlarsa, bu onların maalesef farkında olmadan hevalarını ilah edinme durumunda olduklarını gösterir. Bu da Yüce Allah’ın egemenlik alanını tanımamak anlamına geldiğinden, bir çeşit inançsızlık hastalığıdır.

Mümin ise Yüce Allah’ın “Rab” ismini inkâr etmez. O’nu düzen koyan, nizam veren ve terbiye eden yegâne İlah olarak kabul eder. Efendimiz’e yapılan tekliflere baktığımızda eğer Efendimiz “Rab” olmayan bir ilahtan bahsetseydi müşriklerin onu başlarına taç yapacaklarını söyleyebiliriz. Fakat Efendimiz adalet ve ahlak ilkelerinin kaynağının Rab olduğunu söylediği için, zalimler ve ahlaksızlar ona karşı savaş açmıştır. Onlar hukuk ve yönetim alanından bahsederken “Rab” ismini duymaya bile tahammül edemiyorlardı.

Müşrik zihniyetine sahip insanların, dünyevî işlere karışmayan, ahirete hapsedilmiş bir ilah ile -yani seküler bir ilah anlayışı ile- problemleri yoktur. Onların dinle olan asıl problemleri ilahın “Rab” olmasından kaynaklanır. “İyi” ve “kötü”nün bilgisini Rab’den almayı kabul ettiklerinde, özgürlük alanlarının kısıtlanacağını, heva ve heveslerine göre azgınca yaşayamayacaklarını düşünürler.

Hükmüne razı olmak

Allah’ın bütün her konudaki hükümlerine bütün kalbimizle razı olmadan, Allah’ı sevdiğimizi iddia edemeyiz. Beyyine Suresi’nin sekizinci ayetinde Adn Cenneti’nde olmaya hak kazanan müminlerden bahsedilir. Orada bu müminlerden Yüce Allah’ın razı olduğu bildirilirken diğer taraftan da o müminlerin de Yüce Allah’tan razı oldukları bildirilir. (radıyellahu anhum ve radu anh) Gündelik dilimizde çokça kullandığımız “Allah razı olsun” ifadesini yabancı bulmazken, “Allah’tan razı ol” ifadesini birazcık garipseriz. Oysa Yüce Allah’ın rızasına kavuşmanın yegâne koşulu Yüce Allah’tan razı olmaktır. Allah’tan razı olmayan Allah Teala’nın sevgisine vasıl olamaz.

Peki, Allah’tan razı olmak ne demektir? En sade anlatımıyla; O’nun bütün sıfatlarının tecellilerine razı olmak demektir. Latif olan Allah’ın lütuflarına ve aynı zamanda Kahhar olan Allah’ın kahır tecellilerine razı olmaktır. Yani Yüce Allah’ı bütün sıfatları ile birlikte kabullenmektir. Bu bilinç ile de acılar karşısında Yunus’un dediği gibi; “Senden gelir cevr-ü cefa, ben ah-u vah etmeyeyim / Düşmüşüm aşkın oduna, yanıp nice tütmeyeyim” diyebilmektir.

Fakat bunu sadece lütuf ve kahır ekseninde anlamak da çok doğru bir yaklaşım olmaz. Çünkü O’ndan razı olmak bütün sıfatlarından birden razı olmayı kapsadığına göre; O “Rab”dır o halde O’nun getirdiği düzene ve ahlakî ve hukukî değerlere razı olmaktır. O “Melik”tir o halde O’nun mutlak egemenliğine razı olmaktır. O “İlah”tır o halde O’nun dışındaki hiçbir kimseye yahut kuruma ibadet ve kulluk etmemektir. O “Hâkim”dir o halde O’nun hükmüne razı olmaktır.

“Yüce Allah ehkemül hâkimîndir” dedikten sonra bu bilinci bütün yorumlarınıza aksettirme mesuliyeti vardır. Bununla tezat teşkil eden yorumlar yapmak ve Yüce Allah’ın “Hâkim” isminden razı olmak aynı anda mümkün değildir. Hüküm koyan Allah’a inanıyor ve ondan razı olmuşsanız bazı şeyleri de içinize sindirebilmeniz gerekir. Mesela İslam’da hırsıza verilen ceza bellidir. Mirasta kadın ve erkeğin payı da eşit değildir. Adaletin sağlanması koşuluyla dört rakamına kadar evliliğe de cevaz verilmiştir. Bunlar hükümlerdir. Allah’tan razı olup olmadığımızı tespit etmek istiyorsak bu hükümlerle aramızın nasıl olduğunu test etmek durumundayızdır.

Bir de İslamî yaşantının gerektirdiği bir takım edepler vardır. Mesela bugün kadının başı açık olarak Kur’an okuyup okuyamayacağı tartışma konusu yapılmıştır. Biz bu tartışmalara girmeyeceğiz fakat size bu konuda bir ölçü olması için eski âlimlerimizin bir tavrını misal göstermek istiyorum. Ömer Nasuhi Bilmen’in bildirdiğine göre değil başı açık Kur’an okumak, başı açıkların olduğu bir yerde Kur’an okumak bile Kur’an’a saygısızlıktır. Kur’an dinleniyorsa başları açık bayanlar hiç olmazsa o esnada başlarına bir örtü geçirerek Kur’an’a saygı gösterirler. Bu dinin edeplerini ört bas ederek, hakkıyla yaşayabilmemiz mümkün değildir.

Allah’ı sevmek demek Yüce Allah’ın hükmüne razı olmak ve dinin bütün ilkelerini benimsemek demektir. Seküler bir mantıkla ayetleri değerlendirip kafamıza yatmayınca da onun anlamını çürük ideolojimize göre tevil etmek demek değildir. Veya hiç bu kadar uzağa gitmeyip “ Müslüman’ım ama İslam’ın şerî hükümlerini benimsemiyorum” veya “bunlar iyi güzel ama bu çağa hitap etmez” demek değildir. Çünkü O’ndan razı olmak O’nun hükümleri ile barışık olmak ve kendi aklımızdan çok Kur’an hükümlerine güvenmek demektir.

Allah en büyüktür

Kişinin Allah sevgisinde samimi olup olmadığını anlamanın bir diğer yolu da o kimsenin “Allahü ekber” yani “Allah en büyüktür” sözünü bilinçli söyleyip söylemediğini bilmektir. Bunu kuru kuruya bir zikir olarak mı görüyor, yoksa bu sözün şuuruna vararak onu bir dünya görüşüne mi dönüştürmüştür.

Namazlarda Yüce Allah’ın huzurunda olduğumuzu bilmek, kıyam, ruku, secde gibi konumlarda O’nu övdüğümüzün ve O’nu tesbih ettiğimizin farkında olmak, bilhassa secdelerde gurur ve kibrimizden sıyrılarak O’na teslim olduğumuzun bilinciyle durmak namazlarımıza ayrı bir bilinç boyutu kazandırır. Yine bu bağlamda namazlarda okunan Fatiha Sûresi’ni, diğer sureleri, duaları ve her konumda yapılan zikirleri, anlamlarını düşünerek söylemek dini açıdan bir zorunluluk olmasa bile namazdaki bilinç unsurunu desteklediğinden dolayı önerilebilir. Yunus Emre; “Sen elif dersin hoca/ Mânâsı ne demektir” diyerek böylesi bir bilince dikkat çekmiştir.

Namazda en çok kullandığımız zikirlerin başında “Allahu ekber” zikri gelir. Namazdaki birçok hareket bu zikir ile birlikte yapılır. Bu zikir o kadar önemlidir ki Müslümanların namaza çağırılması bu zikirle olduğu gibi her ezanda da altı sefer tekrar edilir. Elmalılı tefsirinde bildirildiğine göre ibadetlerinden gafil olanların kınandığı Maun Sûresi indirildiğinde Efendimiz bu zikri tekrarlamış ve bu sûre hakkında ashabına şöyle söylemiştir: “Allahü Ekber! Bu sizin için her birinize bütün dünya kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır.” Bizler en azından “Allahu ekber”in manasını düşünerek namazlardaki gaflet halinden sıyrılmanın ilk adımını atabiliriz. Yüce Allah’ın en büyük oluşunu tevhid ekseninde düşünmemiz gerekir.

Tevhid akidesi

Tüm peygamberler tevhid akidesini yaymak ile vazifeli idiler. Son Peygamber Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve onun seçkin Ehl-i Beyt’i ve çok kıymetli ashabı da bu akideyi yaymak uğrunda birçok sıkıntıyla karşılaşmıştır. Daha sonraki asırlarda gelen mücahid ve muvahhidler de aynı davanın insanıydılar. Cehalet üzerine kurulu bir takım çarpık akımları saymazsak mutasavvıflar da insanları daima tevhid akidesine çağırmışlardır. Yunus Emre’nin; “Tevhid imiş cümle alem,/ Tevhidi bilendir adem,/ Bu tevhidi inkar eden,/ Öz canına düşman imiş” dizesi tasavvufun bu anlayışını güzel özetlemektedir.

Tevhid, kalplerde Yüce Allah’tan başka ilahın olmaması ve gönüllerde mal, mülk, makam, mevki, şöhret ve geçici zevkler gibi birtakım putların olmaması ve kalbin sadece Yüce Allah’a tahsis edilmesi demektir. İşte bu bilinçle yaşayan insan Allah’ı seven kimsedir ve ona muvahhid denir. Zihnin daima Yüce Allah’la meşgul olması ve bütün davranışların takva bilinci ile Rabbü’l Alemîn’in hükümlerine uygun olarak yapılması ise tevhidin kalplere yerleştiğini gösteren bir emaredir.

Tevhidin özü dil ve kalp ile “La ilahe illallah Muhammedür Rasulullah” demektir. Efendimiz bu bilinçle tevhidi söyleyenleri şöyle müjdeler: “La ilahe illallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır. La ilahe illallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca iyilik bulunan kimse Cehennem’den çıkarılır.” (Buhari, İman, 41)

Tevhidin tersi Yüce Allah’a ortak koşmaktır. “Ortak koşmak”; cahiliye dönemindeki putlara ibadet etmenin de ötesinde her dönemi kapsayan bir sapkınlıktır. Şehid Seyyid Kutub bunu şöyle izah eder: “Tevhid inancının belirginliğini ve arılığını korumak amacı ile Kur’an’ın ısrarla yasakladığı eş koşma sapıklığı, her zaman müşriklerin yaptıkları gibi Allah ile birlikte başka ilâhlara, putlara tapmak biçiminde basit ve yalın olmaz. Bu sapıklık; kimi zaman, daha başka ve gizli biçimlerde görülebilir. Daha açıkçası bu sapıklık; herhangi bir biçimde Yüce Allah’tan başkasına umut bağlamak, herhangi bir biçimde Yüce Allah’tan başkasından korkmak, yine herhangi bir biçimde Allah’tan başkasından fayda ya da zarar gelebileceğine inanmak şeklinde de tezahür edebilir.” (Fizilal’il Kur’an)

“Allahu ekber” demek hayatın her alnında tevhid bilincini üstün tutmak, Yüce Allah’ın ayetlerini, hükümlerini yani O’nun dinini büyük tutmak ve O’nu yüceltmek demektir. Söz olarak “Allah en büyüktür” diyor fakat yaşantımızla bunu doğrulamıyorsak “Feveylüllil musallîn” (Yazıklar olsun o namaz kılanların haline) uyarısının kapsamına girmiş olabiliriz. Yüce Allah’a rüku ve secde ettikleri halde, O’nu tesbih ve hamt ettikleri halde “yazıklar olsun” diye yerilen bu namaz kılanlar kimlerdir? O namaz kılanlar ki namazlarından gafildirler. Namazlarını ne için kıldıklarının ve namazlarda ne söylediklerinin farkında değillerdir. Yani namazlarında yüzlerce defa “Allahu ekber” derler ama bir çıkarları durumunda “Allahu ekber” değil “benim çıkarım büyüktür” derler.

Allah’ın dinini ölçü kabul etmeden “Allahu ekber” demenin de bir anlamı yoktur. Eğer “Allahu ekber”i bilinçli bir şekilde diyorsak hayatımızda bu bilinçle çelişmeyecek tarzda hareket etmeliyiz. “Allahu ekber” diyoruz ama Allah düşmanlarına sempati duyuyorsak veya Yüce Allah’ın düzenine karşı olan zihniyeti kendi ellerimizle besliyorsak söylediğimizin anlamından gafiliz demektir.

Namazlarda ve gündelik yaşantıda defalarca söylediğimiz “Allah en büyüktür” zikrinin anlamı, hayatın her alanında Yüce Allah’ın dinini ve onun hükümlerini üstün tutmak demektir. O’nun dinini değil de modernitenin doğrularını veya menfi geleneğin doğrularını üstün tutuyorsak, başka bir ifade hevamızı ilah edinircesine kendi görüşlerimizi üstün tutuyor ve hak hukuk mevzularında dinin prensiplerine arkamızı dönüyorsak, bu “Allahu ekber”in anlamından gafil olduğumuzu gösterir.

Unutmayalım ölçü olarak kendimize neyi seçmişsek bilelim ki onun kulu oluruz. Yüce Allah’ın dinini ölçü kabul etmeden “Allahu ekber” demenin de bir anlamı yoktur. Zira başka kaynaklardan ilkeler edinip, prensiplerimizi başka yerlerde arayarak Yüce Allah’a kul olamayız.

Aydın Başar/ İrfanDunyamiz.com

İstikamet Yazıları ↗

İslam’ın şuur boyutuna vurgu yapan yazıları okumak için tıklayın.

Kaynak Metinler ↗

İlim yolcuları için derlenmiş temel dini metinlere ulaşmak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.