İzmir günlerim başladı…

30 yıl felçli yaşamış, 35 ameliyat geçirmiş merhum yazarımız Rüstem Kılıç Hoca’nın vefat etmeden kısa bir müddet önce bize teslim ettiği yazılarını yayınlamaya devam ediyoruz. İşte merhum Hocamızın ibretlerle dolu hayatı…

90’lı yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmen açığını, kısmen de olsa kapatılabilmesi için Milli Savunma Bakanlığı ve Genel Kurmay Başkanlığıyla yapmış olduğu protokol çerçevesinde, artık yeni görevime başlamak için 15 günlük sürem vardı.

Eve vardım, çocuklarımın kışlık yakacak ve yiyecek ihtiyaçlarını tespit edip, tamamladıktan sonra çocuklarımı öptüm, vedalaştık ve artık Ankara’ya bir süreliğine “elveda” deme vaktim gelmişti. Küçük oğlum dört, kızım altı, büyük oğlum da dokuz yaşındaydı. Aklım hep onlarda kalmıştı. Bugünkü gibi görüntülü telefonu bırakın, cep telefonunun daha adı bile duyulmamıştı.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı rustem-kilic-kimdir-kac-yasindadir-nerrlidir-biyografisi.jpg

Eski telefonlar

Eşimin ve çocuklarımın hiç değilse seslerini duyabilmek için hamdolsun, daha önce evime sabit bir telefon bağlatmıştım. Karşı tarafla konuşmak için altyapı yetersizliğinden dolayı aranacak olan şehrin PTT’sine önce kayıt yaptırıp, sonra da konuşmak için saatlerce sıra bekliyorduk. Bir de aradığın şehrin ve arama saatinin yoğunluğuna göre bekleme süresi daha da uzayabiliyordu ve konuşma saatin gelince karşı taraf seni arayarak “konuşabilirsin” diyordu.

Konuşmaya başlayınca da başka bir telefon araya girip senin konuşmanı karıştırıyordu. “Yahu; Adana kardeşim görmüyor musun? Ben konuşuyorum, lütfen çık aradan” gibi birbirimize çıkıştığımız da oluyordu. Sağlıklı konuşmak için, ancak gece yarısından sonra, herkes çekilince, ortalık sakinleştiğinde, aramalar azaldığı zaman imkân doğuyordu. Bunları o günle günümüzü kıyaslayabilmek için anlatıyorum. Bugün Allah’a şükürler olsun, uydularımız gökyüzünde dönüyor ve 5G teknolojisi ile birlikte alt yapımız gayet sağlam. Dünyanın neresinde olursa olsun, hiç beklemeden görüntülü arama yapabiliyoruz.

Tren yolculuğu

İzmir’e trenle gitmeye karar verdim. Birinci sınıf bilet aldım ve Ankara tren istasyonundan hareket ettik. O günkü trenler, günümüzdeki gibi elektrikli ya da hızlı trenler değil, kara tren diye tabir edilen ve kömürle çalışan trenler olduğu için İzmir’e yolculuğumuz taka tuka taka tuka tam 13 saat sürdü. Trenin gidiş rotası, Ankara, Eskişehir, Kütahya, Uşak, Manisa ve İzmir olduğu için dolaşa dolaşa gidiyorduk. Günümüzde ise Ankara’dan ya da İstanbul’dan İzmir’e 2,5 ya da 3 saatte hızlı tren ile ulaşmak mümkün oluyor. İzmir’de, trenden eşyalarımı indirip, biraz dinlenip, nefes aldıktan sonra Aydın istikametine gidecek olan treni bekledim ve nihayet akşama doğru Torbalı’ya ulaşabildim.

İzmir, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, nüfus bakımından ülkemizin üçüncü kalabalık şehri. Fakat güzellik bakımından da bana göre İstanbul’dan sonra, en güzel şehirlerinden birisidir. İzmir’in ilçesi Torbalı ise İzmir- Selçuk yolu üzerinde, İzmir’e yaklaşık 50 km mesafede, toprakları çok verimli, suyu bol, yerli ve yabancı iş insanlarının kurduğu fabrikalarla sanayisi gelişmiş bir ilçedir. Özellikle domates kurusu, bitki ve fidan yetiştiriciliği konularında ülkemizin en önde gelen bölgelerinden birisi Torbalı’dır.

Benim atandığım İmam Hatip Lisesi de İzmir- Selçuk yolu kenarında küçük bir okuldu. Okul müdürüyle tanıştık ve göreve başlama imzamı attım. Çünkü eğitim mevzuatı yönünden Milli Eğitim’e, fakat hukuki haklarım yönünden ise askeri mevzuata bağlıydım. Sonra askerlik şubesine geçtim. Şube müdürü, binbaşı rütbesinde bir beyefendiydi. Benim ilahiyatçı olmamdan sanırım çok hoşlanmadı. Ayaküstü konuştuktan sonra; “Tamamdır, bir problem olursa tekrar görüşürüz” diyerek ayrıldık. Hamdolsun bir daha da uğramam zaten gerekmedi.

Sonra ilçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne uğradım. Müdür Bey’le tanıştık. Bana; “Hocam, İmam Hatipteki ders saatiniz yeterli değil, burada bizim bir de Kız Meslek Lisemiz var. Oradaki sizin gireceğiniz derslere meslek dışından başka öğretmenler giriyor. Lütfen oranın derslerine de girer misiniz?” diye rica etti. Ben de ders saatim uyduğu için kabul ettim.

Dersler başladı

Göreve başladığım yıl, İmam Hatibe ilk defa bir sınıf kız öğrenci kaydedilmişti. Kız öğrenciler ortaokul birinci sınıf olduklarından, onların Kur’an-ı Kerim, Arapça ve Din Kültürü dersleri mevcuttu, onlara giriyordum. Ayrıca liselilerin bütün sınıflarına ve meslek derslerine giriyordum. İmam Hatip Lisesini bitirip de imam olan öğrenci sayısı çok azdır. Aslında üniversiteye dönük okurlar. Bu okullarda sadece dini dersler değil, diğer dersler de olurdu yani bütün dersler birlikte okutulurdu.

Lisedeki öğrencilerin de meslek derslerine giriyordum. Bunlar Kur’an-ı Kerim, Arapça, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Akait ve Hitabet gibi derslerdi. Okul küçük olduğu için öğretmenler odası yoktu. Genellikle teneffüslerde müdür başyardımcısı Hüseyin Bey’in odasında oturuyordum, onunla konuşup, dertleşirdik.

Meslekten bir arkadaşla birlikte Müdür Bey’in bize gösterdiği okulun girişindeki küçücük bir odada kalıyorduk. Odamızda iki tane yatak, bir soba, küçük bir televizyon, iki tane de masa ve mevcuttu. Oda arkadaşım İzmir İlahiyat mezunu ve kestane pazarında imam olan Fethullah Gülen’i de çok seven talebesiydi. Bilmiyorum herhalde verilen ücret yeterli gelmiyordu, onun için de Fethullah Gülen’in kitaplarını ve vaaz kasetlerini çoğaltıp, okul öğrencilerine satıyordu.

Teknoloji çok hızlı değişim gösteriyor, bugün kompakt diskler, CDler vs.ler mevcut ama 90’larda, sadece teyip kasetleri mevcuttu. Adam gidip boş kasetler alıyor, onları teypte çoğaltarak satıyordu. Beni de zaman zaman Kestane Pazarı’na davet ediyordu. Fakat hamdolsun ben daha önceden yolumu çizmiştim. Ben Nakşibendiydim. Şeyhim de Adıyaman Kahta Menzil’deki merhum Muhammed Raşid Hazretleri idi.

Şeyhimden bir hatıra

Yeri gelmişken Şeyhimle ilgili yaşanmış bir olayı sizlere de ibreti âlem olsun diye anlatmak isterim. 80 ihtilali olunca Muhammed Raşit Hazretleri’ni, sevenleri ziyarete gelmesin diye askeri yönetim bulunduğu yerden alarak Çanakkale Gökçeada’ya bir nevi inziva hayatı yaşaması için götürmüşler. Seyyid Hazretlerini askeri bir araca koymuşlar, bir komutan ve iki asker gözetiminde yolda giderken; “Evladım, benim öğlen namazı kılmam gerekiyor. Lütfen müsait bir yerde durur musunuz?” diye ricada bulunmuş.

Komutan; “Burada sizin değil, benim sözlerim geçer. Hayır, duramayız, yolumuza devam edeceğiz. Ben nerede istersem ancak orada dururuz” demiş. Herhalde kiminle yolculuk yaptığının farkında olmayan komutan, yolculuk devam ederken müthiş bir ishale yakalanmış ve karın ağrısından duramayarak ihtiyacını görmek için sık sık tuvalet aramaya başlamış. Komutan ishal olunca hatasını anlamış olmalı ki mecburi mola duraklarında Seyda Hazreti’ne; “Siz de inip namazınızı kılabilirsiniz” demiş ve o da asker gözetiminde de olsa namazını rahatça eda edebilmiş.

Allah dostlarının böyle kendilerine müsaade edilmiş, keramet denilen olağanüstü cilveli şeyler yapabileceklerini komutan nereden bilsin ki! Ne demişler “güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter, güvenme güzelliğine bir sivilce yeter.” Ben de diyorum ki “güvenme Komutanlığına bir ishal yeter!” işte bu kadar. 

Rüstem Kılıç/ İrfanDunyamiz.com

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Yüz yüze iletişimde on altın kural…

Yüz yüze iletişim; doğrudan, aracısız bir iletişimdir. Bu iletişim iki kişi arasında olabileceği gibi, bir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.