Üstad Said Nursi’nin vefatı ve son anları

Bediüzzaman Said Nursi Urfa’da vefat edeceğini biliyor muydu? Kabrinin bilinmeyeceğini söylemiş miydi? Vefatıyla ilgili diğer kerametleri nelerdir? Cenaze namazını kim kıldırmış? Cenaze esnasında neler yapıldı, neler konuşuldu? Üstad’ın talebesi merhum Abdullah Yeğin Abi bu soruların cevabını şöyle anlatıyor:

Üstadın Urfa’ya geleceğini başkasından duymadım yalnız, bizi ilk defa Urfa’ya gönderirken demişti; “Siz gidin ben de geleceğim.” Bir de son Urfa’ya gelmeden bir ay önce bir vesile oldu, ziyaretine gitmiştim. Sordum; “Siz Ankara’ya gidiyorsunuz, Konya’ya gidiyorsunuz her tarafa gidiyorsunuz, Urfa’ya da söz verdiniz geleceğim dediniz, Urfalılar sizi bekliyor, Urfa’ya ne zaman geleceksiniz?”

Üstad; “Orada Risale-i Nur yok mu?” dedi. “Var” dedim. “Risale-i Nur kâfi. Bana lüzum kalmamış” dedi. “Gelmeyecek misiniz?” dedim. Sükût etti hiçbir şey söylemedi. Böyle söyledikten sonra düşündüm, Üstad “geleceğim” demişti ama söylemiyor. Konuşurken arada bunu da söyleyivermişti: “Sana başın sağ olsun diyecekler” demişti.

İpek Palas

Yani o şekilde ayrıldık. İşte bir ay sonra bir gün öğle vakti pazartesi günü Ağaoğlu Camii’nin avlusunda abdest alıyordum tam ayaklarımı yıkayacağım, Zübeyir Abi kapıdan koşarak geldi, caminin kapısından, içeri girmiş; “Üstad geldi, Üstad geldi nereye gideceğiz” dedi. Ben; “Geliyorum” dedim hemen ayaklarımı yıkadım çıktım cami avlusundan baktım arabayla Üstad gelmiş oraya, caminin önünde. Hemen beni de aldılar. Binerken Urfalı birisi dedi ki; “İpek Palas’a gidin, iyi bir oteldir” dedi, bize tarif etti.

Arabada Üstadımız, Zübeyir Abi, Hüsnü var, bir de Bayram Yüksel vardı… İpek Palas oteline doğru gittik. İpek Palas’ı sorduk “şurada” dediler, gösterdiler. Doğru İpek Palas’ın önüne vardık, Üstad’ı arabadan indirirken, orda birkaç insan vardı bir kısmı tanıdık, bazıları tanımadık, polisler var; “Bu kim? Bu kim?” diye sordular. “Bediüzzaman Said Nursi” dedik. “Ya öyle mi” diyen kayboluyor. Hemen dağılıp gittiler. Sanki Üstad’ı arıyorlarmış gibi, öyle bir şey oldu. Sonra sanırım bir iş için ben başka bir yere gittim. O nedenle orada otelle kim anlaştı, kim pazarlık etti, nasıl yerleştirdiler, onları bilmiyorum. Döndüğümde onlar otele yerleşiyorlardı. Vakit öğlene bir saat kala falandı. Pazartesi günüydü.

O zaman Urfa bu kadar büyük değildi birisi duydu mu hepsi duyuyordu, yayılıyordu bir anda. Mesela caminin önüne geldiğinde görenler olmuştu, onlar hemen söylemişlerdir. Ama duyan geliyor. Risale-i Nur’u okuyan, okumayan dershaneye derse gelenler hemen gelmeye başladılar. Biz diyoruz ki; “Üstad çok rahatsız, rahatsız etmeyelim sonra görüşürsünüz, Üstad burada kalacak.”

Bazılarını savıyoruz “gidin” diyoruz, fakat bazıları “ben gitmem” diyor, “ben Üstadın elini öpeceğim” diyor. Üstada haber veriyoruz, Üstad da “gelsinler” diyor. Sonra çaresiz herkesi bıraktık. Zaten kimseye “gelmesin” demedi. Hep “gelsinler” dedi. Elini kaldırmış böyle gelen elini öpüyor. “Ya” dedik; “Bu Urfa’yı Üstad ne kadar seviyor başka yerde böyle yapmazdı.”

Kalmasını istemediler

İlk gün akşama kadar bir şey yoktu. O günün akşamı mıydı yoksa ertesi gün müydü tam bilemiyorum. Birden polisler gelmeye başladı. Gelir gelmez de hemen bize tebligatta bulundular. Dediler “İçişleri Bakanlığından emir var Hoca Efendi’nin burada kalmaması lazım, burada durmasın, derhal buradan gidin.”

Zübeyir abi ile konuştular. Polisler ikinci gün Hüsnü kardeşten arabanın anahtarını almışlar. Bir karışıklıklar vardı, hissediyorduk, ama ben o işlerle uğraşmadığım için fazla detaylı bilmiyorum.

Daha sonra bu emir İçişleri Bakanlığından geldiği için, biz her tarafa, tanıdıklarımıza, çevre illere Maraş’a Ankara’ya, tanıdık bütün Nur talebelerine telefon ediyoruz. İçişleri Bakanlığı böyle böyle demiş, Üstadımız Urfa’da hastadır rahatsızdır, şimdi yola çıkamaz gelemez gidin Menderes’le veya içişleriyle temasa geçin, müsaade etsinler burada kalsın” diye telgraflar çekiyoruz, telefonlar ediyoruz. Daha sonra oranın Demokrat Parti başkanı Mehmet Hatipoğlu geldi; “Bediüzzaman bizim misafirimizdir, biz onu hiçbir yere veremeyiz. Bizim misafirimiz Allah misafiridir, kimseye vermeyiz” dedi.

Menderes’e telgraf

Bu şekilde mücadelemiz devam etti, her tarafa telefon çekiyoruz. Pazartesi, salı günü böyle, mücadeleyle geçti. Hep geliyorlar konuşuyoruz. Üstad’ı ziyaret ediyorlar, ziyarete geliyorlar. Salıyı çarşambaya bağlayan gece merhum Adnan Menderes’e telgraf çekmek için postaneye gittim. Saat gecenin dördüydü, Ramazan ayındayız.

Telgrafta ne yazdığımı şu anda iyi hatırlamıyorum. Sadece bir kaç cümle hatırımda. İşte “Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Urfa’ya geldi, bu insan dinine, vatanına geçmişte çok hizmet etmiş hala da ediyor, iman ve Kur’an yolunda hayatını hizmete vakfetmiş, bu uğurda çok zahmet görmüş bir insandır. Bunun suçu nedir ki burada durmasın deniyor? Niye böyle yapıyorsunuz? Bu zulüm nedendir? Bu zulmün neticesi ne olacak? Kimse ceza görmeyecek mi?” İşte böyle bir şeyler soruyorum.

Kırk lira verdiğimi hatırlıyorum, o zaman kırk lira çok kıymetli bir para, bir telgrafa vermiştim. Menderes’e Park Palas otelinde, İstanbul’da toplantı varmış. Telgrafı oraya çekiyorum. Tabi cevap gelmiyor.

Tereddüt ettik

Gece geç vakit idi döndüğümde kardeşlerin hepsi oradaydılar. Zübeyir, Hüsnü, Bayram orada duruyorlar, “Üstad nasıl oldu?” diye sordum. “Üstad bayıldı” dediler. “İstirahat ediyor, gürültü etmeyelim, konuşmayalım” dediler.

Ben yanına gittim elini tuttum ve bileklerine baktım bilekleri atmıyor, damar atmıyor. Göğsüne baktım hiç hareket yok, nefes alıp vermiyor, kalbini dinledim kalp atmıyor durmuş. “Ya Üstad hiç böyle bayılır mı? Üstad vefat mı etmiş acaba?” dedim. Zübeyir Abi; “Yok Üstad eskiden de böyle oluyordu, Üstad’ın daha vazifesi çok, onları bitirmeden vefat etmez. Şimdi duralım” dedi.

Saat dört sıralarıydı sanırım. Sabaha kadar bekledik, sesimizi çıkarmadık. Üstad’ın vefatını hiç kimseye söylemiyoruz. “İstirahat ediyor” diyoruz; “Rahat olun, Üstad rahat” dedik. Bayram vesaire hiç biri bir şey demiyorlar. Susuyorlar. Sabah oldu yine Üstad’ı ziyaretler başladı. Gelen geliyor biz kimseye diyemiyoruz.

Orada iyi tanıdığımız Münzevi Mehmet Efendi isminde kurra hafız bir hocaefendi vardı. Osmanlı zamanında imamlık yaparmış, yaşlı bir zat, biz onu ara sıra ziyaret ederdik. Risale-i Nur okurdu, çok severdi Üstadı. Mahmut Hasırcı’yla beraber otele gelmiş. Kapıda karşıladım. “Ben Üstadı ziyarete geldim. Bana Üstadı gösterin” dedi. “Üstadımız rahatsız baygın halde yatıyor hastadır, şimdi olmaz” dedim. “Yok. Ben rahatsız etmeyeceğim. Siz bana kapıyı açın şu mübareğin yüzünü bir göreyim. Buraya kadar gelmişim bir yüzünü gösterin başka bir şey istemiyorum” dedi.

Sonra orda diğer kardeşler de vardı. Kapıyı açtık şöyle yüzünü gösteriverdik, “İnna Lillah ve İnna ileyhi raciun. Üstad vefat etmiş. Niye söylemiyorsunuz?” dedi. O öyle deyince polisler de duydu. Herkes duydu. Doktor çağırdık geldi, baktı. Doktora dedik ki; “Üstad yatıyor, baygındır.” Doktor da anlayamadı ve “Eskiden de böyle oluyorsa öğlene kadar bekleyelim” dedi. Velhasıl öğleye kadar bekledik.

Ondan sonra vali miydi emniyet müdürü müydü tam hatırlamıyorum geldi baktı. Artık “gidin” demekten de vazgeçtiler. Vali Şerafettin isminde bir zattı, Üstada hürmet eden, cenaze namazında da bulunmuştu. Menderes merhum haber göndermiş demiş ki “Üstad vefat etmiş istedikleri gibi merasim yapsınlar, yardımcı olun sen de git demiş.” Valiyi göndermiş. Yani bunlar hep yardımcı olarak.

Mezarı nerede?

Abdulkadir Saraç vardı, “Üstadın mezarı nerede olacak” diye tartışırken “Üstadın mezarı dergâhta. Oraya mezar yapılmış” dedi. Şeyhmus isminde bir şeyh vardı, Nakşî Şeyhi o zat rüyasında İbrahim Peygamberi (aleyhis selam) görmüş ona; “Camiyi tamir et demişler” o da cemaatle beraber bir cemiyet kurmuş, Dergâh camisini tamir ettirmiş. Tamir ettirirken kubbeli iki yer yaptırmış, iki oda görmüşsünüzdür. Demişler; “Bu kubbeli yeri sen kendin için mi yapıyorsun? Türbe olacak gibi bir yer.” “Yok, buranın sahibi gelecek” demiş. O şeyh Müslim. “Buranın sahibi gelecek” demiş. İşte o, Abdulkadir Saraç da orayı kastederek; “Üstad’ın yeri belli. İşte o yerdir, orası yapılmış hazır” dedi.

Orası deyince orada mezar kazınmaya başlandı. O mezarın kazıldığı yerin ilerisine cami yapıldı. Orada Üstad’ı yıkadılar. Başta Molla Hamid diye bir zat vardı, Arapça dersi verirdi, işte oranın imamı, Dergah Camii’nin imamı, bir de Elazığ’dan gelmiş, Hacı Ömer, vaiz, gezici vaiz o da gelmiş ordaydı. İşte onlar hep orda toplanmışlar Üstad’ı yıkıyorlar. Hep beraber biz de yardım ettik su döktük.

Eski hali gibi gözleri açık gibi, aynı bildiğimiz Üstad. Vefat etmiş gibi değil vefat ettiğini biliyoruz da canlı gibi pek bir fark etmedim. Zübeyir Abi, Molla Hamid Efendi’ye haber göndermiş, Üstad Şafii olduğu için, “Üstadı o yıkasın” diye. Molla Hamid de itikâftaymış, demiş; “Ben itikâftayım itikâfım bozulur mu” diye istihareye yatmış, rüyasında Üstad kendisini görmüş, demiş ki; “Mülteka kitabının filan sayfasını aç bak.” Oraya bakmış; “İtikâfta olan cenazeye giderse, cenazeyi yıkarsa itikâfı bozulmaz” fetvasını görmüş. Uyanınca doğru gidip o kitaba tekrar bakmış hakikaten doğru. Onun üzerine gelmiş. Başkasından duydum hatırayı kendisinden sormadım.

Molla Hamid Efendi, Üstadı çok severdi, Cevşen okurdu, Risale-i Nur okurdu, dinlerdi. “Şeyh Seyda” diye bir zat var, onun müridiydi. Cizre’de olabilir. İşte onun müridiydi, devamlı bu Seyda’ya mektup yazardı Molla Hamid Efendi. Devamlı o da Üstad’a selam gönderirdi. Bizlere selam gönderirdi. Selamlaşırdık çok muhterem bir zatmış. Onlar o gün yıkadılar.

Ulu Cami avlusunda

O gün çarşambaydı. Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece yıkanmış ve kefenlenmiş olarak Ulu Caminin avlusuna getirdik. Millet hep iştirak ediyor, yardım ediyor. Biz mümkün mertebe Üstadın hemen kaldırılmasını istemiyoruz, bekletiyoruz, kardeşlerin, arkadaşların gelmesini bekliyoruz. Bir kısım arkadaşlar uzak yerlerden telefon ediyorlar “geleceğiz, bekletin” diyorlar. “Cenaze namazına yetişelim” istiyorlar. Onlar da acele ediyorlar böyle bir karmaşa var. Velhasıl o gece hatimler indirildi Ulu Cami’nin bir köşesinde, dualar edildi herkes geldi her taraftan gelenler vardı. Toplandı insanlar, gazeteciler vardı devletin adamları vardı, çok insan geldi o zaman toplandılar. Biz bekletmekten yanayız. Bir sonraki gün Vali Bey geldi.

Mehmet Kayalar vardı Diyarbakır’dan, Vali ile konuştu, münakaşa eder gibi. Vali Bey; “Fazla bekletilirse mevsim yaz, havalar sıcak, kokuşma falan olur, fazla bekletmeyelim” dedi. Mehmet Kayalar dedi ki: “O öyle bir zattır ki ona hiçbir şey olmaz.” Methetti. Valiyi tersledi. “Sen ne karışıyorsun der” gibi. Çok sertti, asker menşeli olduğu için o böyle yüksek sesle konuşurdu.

Netice bekledi, beklettik, Perşembe günü sabahleyin mi öğle vakti mi tam hatırlamıyorum. Baktık dediler; “Ulu cami önünde cenaze namazı kılındı.” Ben cenaze namazını kim kıldırdı hala bilmiyorum. Soruyorum herkes başkasını söylüyor, Ya Molla Hamid Efendi mi, Ömer Efendi mi, vaiz mi? Kim kıldırdı daha bilmiyorum bilen vardır muhakkak.

O zaman telaşlıyım sağa sola koşturuyorum. Bir şeyler araştırıyorduk, misafirleri yönlendiriyordum. Misafirleri aç bırakmamak için Urfalılar o zaman caminin avlusuna kazanlar koydular, yemekler yaptılar, kimseyi aç bırakmayacak şekilde, çok misafirperverler Urfalılar. Velhasıl çok hürmet ettiler, hizmet ettiler Allah razı olsun. Dershanede konuşuyoruz, Mehmet Kayalar, Ceylan Çalışkan, Tahiri Abi Üstadın eski talebeleri… İşte kim geldiyse.

Mezar konusu

Sonra mezar konusu gündeme geldi. Bize sordular; “Üstad mezarının gizli olmasını istemiş vasiyet etmiş siz aşikâre yapıyorsunuz.” Biz dedik ki: “Üstad ihlâsından öyle söyler. Üstad teşhiri sevmiyor, herkes tarafından bilinmek istemiyor. Elbette bu söylediklerinin bir hikmeti vardır.” Yani o şekilde cevap verdik. Hulusi Abi’ye sormuşlar başka zaman, demiş; “Bekleyin muhakkak bir hikmeti vardır, çıkar” demiş. Velhasıl böyle çok münakaşalar, konuşmalar oldu. Tabi üzerinden çok zaman geçti ben bu konuşmaların çoğunu unuttum zaten. İşte hayal meyal hatırımda kalanları söylüyorum.

Üstadımızın; “Benim mezarım gizli olacak” demesi, dört ay evvel bize mektup yazarak “Benim mezarım açık olmayacak” demesi, kardeşine Konya’da söylemesi… Bu hususta mektup da var. Emirdağ lahikasında o mektup var.

Üstadın mezarı definden sonra yapıldı, her şey tamam. Ondan sonra bize dediler ki: “Siz burada durmayacaksınız.” Yukarıdan emir mi geldi, ne oldu bilmiyorum. Benle Zübeyir abi kalmıştık Urfa’da. Dediler: “Vali emrediyor buradan gideceksiniz.” 27 Mayıs’tan sonra bunu söylediler. “Burada kimse kalmasın” dediler. Biz oradan gittik. İkimiz de memleketimize gittik. Zübeyir Abi Konya’ya gitti, ben de Kastamonu Araç’a gittim.

Bir kaç gün geçtikten sonra birisi Cumhuriyet Gazetesi verdi bana; “Said Nursi’nin mezarı yıkıldı, cesedi meçhul bir semte götürüldü” haberi var. Ben onu görünce dedim “Üstadın kerameti çıktı.” Üstad mezarım gizli olacak diyor ya. Nereye götürüldüğü belli değil. 111 gün geçti ondan sonrasını anlatıyorum. Üstad mezardan çıkarılıp götürüldüğünde ben takvime bakmıştım tam 111 gün ediyordu. 

Not: Merhum Abdullah Yeğin Abi ile yapılan ve Abdurrahman Iraz ve Mehmet Ali Bulut imzasıyla Nurdanhaberler sitesinde yayınlanan geniş röportajdan ilgili bölümler kısaltılarak iktibas edilmiştir.

Abdullah Yeğin

İrfanDunyamiz.com

Gönül Dünyamız ↗

Gönül insanlarına dair bam telinize dokunacak yazılar okumak için tıklayın.

İrfan Mektebi ↗

Sevdirici, müjdeleyici üslupla yazılmış hayata dair yazılar okumak için tıklayın.

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahü aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.