Daha imamlığımın ilk günlerinde…

Deniz aşırı ülke Mısır‘dan üniversiteyi bitiremeden ülkeme döndüm ve Uşak ili Karahallı ilçesi Karbasan Kasabası Yeni Camii‘nde, dördüncü nesil olarak sülalemizin en küçük imam hatibi olarak 20 yaşında Peygamber Efendimiz sallellahu aleyhi ve sellem’in mesleğine başladım. Sene 2002 yılıydı.

O dönemde ilk gençlik yıllarımın acı bir hatırasını anlatayım sizlere. İleriki yıllarda tecrübe olarak karşıma çıkacak tam bir hayat üniversitesi olayıydı benim için.

Aydınlık, sevimli günümüzü; karanlık, yıpratıcı geceye çeviren ve hiçbir canlının ondan kaçma imkanının olmadığı, adına ölüm gerçeği dediğimiz, bir can alıcı makinayla bu sefer bir bebek cenazesinde karşılaştım.

İbrahim A. Canbaz

Bir kapı tıkırtısı

Daha bu sabah saatlerinde, mutlu bir çifti heyecan kasırgasıyla savuran; “Acaba eli ayağı düzgün mü? Kime benziyor? Saçı ve gözü ne renk? Şurası nasıl olacak? Kime çekecek?” gibi soru yağmuruna tutulmasına sebep olan bir yavrunun, daha bahsettiğim mutluluk çemberinin içine giremeden aramızdan ayrılması, her şeyi tam olarak tersine çevirmesi ve aramızdan sessizce geldiği gibi sessizce gitmesi… Ölüm.. Evet işte bu..

Ölümü anlat bakalım veya tarif et aklının ve bilginin sana verdiği yetkiler dairesinde… Ne kadarını anlatmayı becerebileceksin? Veya benim hissettiklerimle senin hissettiklerin ne kadar benziyor?

Bir kapı tıkırtısı ve benim meraklı gözlerle kapıyı açıp, “Buyurun” diye sormam. Ve aldığım cevap: “Az ilerde bir bebek gözlerini açmadan kapattı da onun için geldim hocam, ilgilenir misin?” diye bana yaşlı gözlerle bakan ve anladığım kadarı ile kalbi paramparça olmuş, dirayetini yitirmiş bir baba karşımda duruyor. Ayakta durma rolünü göstermek zorunda olan bir baba…

Anneyi hayal bile edemiyorum.. Hemen hazırlanıp hüzün mekânına doğru yola çıkmam… Anlayamadım oraya varış zamanımı, hatta zamanın bittiğini. Ve vardık.

Yıkanmış, kefenlenmiş bir bebek ve beni bekleyen gözleri yaşla dolmuş insanlar topluluğu. İşte onlar da mutlaka bir şeyler hissediyor ama sözlerin burada yerini gözlerden akan yaşlar alıyor. Kısa da olsa günahsız bedene yaptığım dua ve aminlerin yukarıya doğru koşturması. Aminden başka hiç ses çıkmayan insanların ağızları ve kalplerinin çarpıntısı.

Yanımdakine yaklaşıp bir göz işareti ile babaya yaklaşmak istediğimi ifade edip yanına gidiyorum. Baba metanetli gibi ama.. Birkaç saat önceki sevinçli hali hüzne gark olan babaya tekrar baş sağlığı diliyorum sanki kalbimle.

Dostlar sağ olsun

Ellerinde minik yavru, gözlerin de biraz önceki yaşlar, yüreği buruk, yüzü solmuş adeta kabre gitmek yerine evini tercih eden bir eda ile bana bakıp; “Dostlar sağ olsun hocam” demesi zaten parçalara ayrılmış olan yüreğimi ifadesi mümkün olmayan şekle itiverdi.

Dokuz ay karnında yavrusunu taşıyan anne bebeğine sarılıyor. İstiyor ki bir ses gelsin… Ama ses… Yok… Doyamadan yavrusunu kara toprağa teslim etme hissi yaşantıya dönüşüyor… Vermek istemiyor yavrusunu son kez dünya için sarılıyor sarılıyor, kokluyor ve babaya teslim ediyor; götürmesen olmaz mı dercesine… Ben doyamadım ki daha dercesine evladına bakıp babaya veriyor… Baba; “Verme bebemi, ne olur gitmesin yanımızdan” ifadesini mırıldanarak yavrusunu bağrına basıyor.

Minicik yavru kucağımızda kabre doğru köy içinden ilerliyoruz. Anneye son kez bakıyorum, keşke o anı hatırlamasam ama ahh hayat… Ve kabir… Küçük cansız bedene göre kazılmış bir kabir. Baba iniyor içine. Yavrusunu son kez koklayıp nazik bedeni nazikçe yere bırakıyor. Üzerine sert toprak gelmesin diye üzerine kiremitlerden küçük set ve toprak yığını yapıyor.

Küçük bedenin üzerine atılmaya başlıyor. Gittikçe yükselen toprak artık miniği görmemizi engelliyor. Ve anneciğinin babacığının yerine bağrına basıyor. Ve bitiş… Dua… Suyun dökülmesi… En zor görev… Dönüyoruz… Gözleri yaşlı anne ve baba el sallıyor yavrusunu görüyor gibi… “Sana doyamadım” sözleri ile arkadaşlarının kolları arasında yavaş adımlarla dönüyoruz.

Daha birkaç saat önce doğum odası önünde heyecanlı bekleyişin sonu bazen işte böyle acı ile sonlanıyor… Anlatması zor ama yaşanması da bir o kadar mecbur olan hayal kırıklığı ve tarifi anlatılamayan bir acıya dönüşüp bebeği kabre bırakmakla son buluyor. Elveda bebeğim, elveda günahsız ve minicik yavrum… Elveda…

Duygularımı bir şiirle anlatmıştım:

Yaşam Gerçeği

Kaçınılmaz gerçek, ölümle iç içe yaşıyor canlılar.
Doğadaki kuşlar, ağaçlar, martılar…
İsmini sayamadığım varlıklar.
Daha dün dünyaya gelen,
Sevinçle bize merhaba diyen,
Geldiği ortamı sevindiren,
Ailesini mutlu eden,
Ve ne olduğunu anlayamadığımız bir hızla,
Bir anda bize veda eden,
Sevincimizi hüzne dönüştüren,
Kaçınılmaz gerçekle bizi baş başa bırakan,
Acımasız bir hayat dönüşümüdür o…

İlahi gücün dışında hiçbir gücün etkileyemediği,
Bugün değil, yarın öleyim diyemediği,
Kanunlarının günü gününe işlendiği,
Yüce Halik’ın imtihanıdır o.

İnsan yaşarken yalnız kalmaktan korkuyor.
Yanında birisinin olmasına seviniyor.
Gece olunca bazen, karanlıkta titriyor.
Mutlaka dünyada kendine eş istiyor.
Ama orasını hiç düşünen yok.
Girdin mi üç metre derinlikteki, bir metre genişlikteki yere…
Kala kalırsın sana arkadaş olan beyaz örtüyle.
Artık ikinci dünyaya da alışırsın yavaş yavaş.
Bir an önce meleklerle de anlaş.
Her gün yaparsın yılanlarla, çıyanlarla savaş.
Dünyada bıraktıysan sana okuyacak yoldaş.
Hiç düşünmene gerek yok.
Yeter sana seni saran ak pak kumaş…

İbrahim Abdülhalik Canbaz/ İrfanDunyamiz.com

Şunlara Gözat

Selât-ü selam hassasiyeti…

Yüce Allah, Hazreti Muhammed sallellahu aleyhi ve sellem’in kendi katındaki değerinden dolayı ona salat-ü selam …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.